Onbirinci Şua olan Meyve Risalesi’nin Onuncu Mes’elesi
Emirdağı Çiçeği
Kur’anda olan tekrarata gelen itirazlara karşı gayet kuvvetli bir cevabdır.
Aziz sıddık kardeşlerim!
Gerçi bu mes’ele, perişan vaziyetimden müşevveş ve letafetsiz olmuş. Fakat o müşevveş ibare altında çok kıymetli bir nevi i’cazı kat’î bildim. Maatteessüf ifadeye muktedir olamadım. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kur’ana ait olmak cihetiyle hem ibadet-i tefekküriye, hem kudsî, yüksek, parlak bir cevherin sadefidir. Yırtık libasına değil, elindeki elmasa bakılsın. Eğer münasib ise, “Onuncu Mes’ele” yapınız; değilse, sizin tebrik mektublarınıza mukabil bir mektub kabul ediniz. Hem bunu gayet hasta ve perişan ve gıdasız, bir-iki gün Ramazanda, mecburiyetle gayet mücmel ve kısa ve bir cümlede pek çok hakîkatleri ve müteaddit hüccetleri dercederek yazdım. Kusura bakılmasın.1
“Emirdağı Çiçeği” adı verilen bu bölüm, müellifin Denizli Hapishanesinde yazdığı Meyve Risalesinde Onuncu Mesele olarak yer almıştır. Kur’andaki tekrarların bazı hikmetlerini beyan eder. Bu şekilde ehl-i dalaletin kokuşmuş ve zehirli vehimlerini ortadan kaldırır.
Konuya bir giriş olmak üzere, önce tekrir san’atı hakkında kısa bir bilgi vermek istiyoruz.
Tekrir san’atı
Tekrir, sözü kuvvetlendirmek, ifadeye şiddet vermek için yapılan tekrardır. Lüzumsuz tekrar sıkıcı olduğu hâlde, yerinde yapılan tekrar belâğatın ta kendisidir. Belâğatlı tekrarda tekid vardır.
Hitler’in propaganda nazırı şöyle der: “Gerçek nedir? Gerçek, tekrar etmektir!”
Tekrar edilen şeyler gerçek olmasa bile zamanla gerçek gibi kabul edilir. Bunun farkında olan firmalar, reklâm yoluyla mallarını zirvede göstermeye çalışırlar ve genelde muvaffak da olurlar. “Beyin yıkamak” denilen olay, tek taraflı olarak bazı şeylerin tekrar edilmesinden ibarettir. Merhum Mehmed Âkif’in aşağıdaki ifadelerinde bu san’atın güzel bir kullanımı vardır:
“Tükürün cebhe-i lakaydına şarkın, tükürün!
Kuşkulansın görelim gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!
…………….
Medeniyet denilen maskara mahlûku görün,
Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün!
Hele ilânı zamanında şu malûm harbin,
‘Bize efkâr-ı umumiyesi lâzım Garbın.
O da Allah’ı bırakmakla olur’ herzesini,
Halka iman gibi telkin ile dinin sesini,
Susturan aptalın idrakine bol bol tükürün!”
Görüldüğü gibi, şiirde “tükürün” kelimesi sıkça tekrar edilmekle beraber, bu bir sıkıcılık meydana getirmediği gibi, aksine söze bir güzellik ve kuvvet katmakta, onu edebi değeri olan kaliteli bir kelâm kılmaktadır.
Kur’an-ı Kerîm’de hayli tekrarlar vardır. Mesela; tevhit, nübüvvet, haşir, adalet gibi temel esaslar, Kur’anın hemen her sayfasında nazara verilir. Bazı âyetler ise, aynı ibarelerle tekrarlanır. Mesela, Rahman Sûresinde 31 defa tekrarlanan “Ey ins ve cin topluluğu! Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz?” âyeti, ins ve cinni şükre davet eder. Mürselât Sûresinde 10 defa tekrarlanan “O gün yalanlayanların vay hâline!” âyeti, dini yalanlayan, İlâhî âyetleri tekzib edenlerin kıyamet günündeki perişan hâllerini nazara verir; yalanlamaktan sakındırır.
Kur’an-ı Kerîm’in birinci talebesi olan Hz. Peygamber’in bazı cümleleri üçer defa tekrar ettiğini görürüz. Mesela, “Düşmanlarınız için gücünüzün yettiğince kuvvet hazırlayın”2 âyetindeki “kuvvet” ifadesini açıklarken, “Dikkat edin kuvvet atmaktır! Dikkat edin kuvvet atmaktır! Dikkat edin kuvvet atmaktır!” buyurmuşlardır.3 Yine bir gün ardarda “Burnu yere sürtülsün! Burnu yere sürtülsün! Burnu yere sürtülsün!” buyurmuş; sahabe merak ve heyecanla “Kimin ya Rasulallah?” diye sorduklarında “Anne babasından birisi veya her ikisinin ihtiyarlığına yetişip de onlar sebebiyle Cennet’e giremeyenin” demiştir.4
Aziz sıddık kardeşlerim!
Ramazan-ı Şerifte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı okurken Risale-i Nur’a işaretleri Birinci Şua’da beyan olunan otuzüç âyetten hangisi gelse bakıyordum ki, o âyetin sahifesi ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-i Nur’a ve şakirdlerine kıssadan hisse almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sûre-i Nur’dan âyet-ün nur, on parmakla Risale-i Nur’a baktığı gibi, arkasındaki âyet-i zulümat dahi muarızlarına tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Âdeta o makam, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbeder ve bu asırda o küllînin tam bir ferdi Risale-i Nur ve şakirdleridir diye hissettim.
Bediüzzaman 1. Şua isimli eserinde Kur’anın bazı işari manalarına dikkat çeker. Kur’anın sarih manaları olduğu gibi, elbette işari manaları da vardır. Kur’anın sarih manaları tefsir edilir, işari manaları ise te’vil edilir. Açık manaları, ehl-i iman için bağlayıcıdır. İşari manalar ise, bağlayıcı olmayıp kanaat vericidir.
İşari tefsir
Bediüzzamana göre işari mana “âyet veya hadisin işaret ettiği muhtemel manalardan birisi budur” demektir ve kesinlik arzetmeyip bir kanaat ifade eder.5 Konunun ayrıntıları olduğundan ve çokça tartışıldığından, sözün burasında işari tefsirle alâkalı biraz ayrıntıya girmekte fayda görüyoruz:
İçinde yaşadığımız âlem sırlarla doludur. Tabiat bilginleri her biri kendi zaviyesinden bu âlemin sırlarını bulmaya çalışır. Bunlar, başkalarının görmediğini görmeye, sezmediğini sezmeye gayret eder. Kendilerini bütünüyle araştırmaya vermenin neticesinde kimi uzayın sırlarına vakıf olur, kimi canlıların. Kimi insanlara suyun kaldırma kuvvetini anlatır, kimi yerçekimini haber verir. Kimi insanlığa elektriği hediye eder, kimi televizyonu.
Allah’ın irade sıfatından gelen tabiat, sırlarla dolu olduğu gibi, kelâm sıfatından gelen Kur’an da sırlarla doludur. Müfessirler Kur’an deryasının birer dalgıcı olarak, insanlığa onun mana denizinden nice inciler, mücevherler takdim ederler. Kimi onun ahkâm âyetlerini tefsir eder, kimi iman âyetlerini. Kimi sosyolojik nüktelerini beyan eder, kimi psikolojik nüktelerini. Kimi edebi vechesini ele alır, kimi ahlâki cephesini…
Tabiat, zahirinin maverasında nice sırlar taşıdığı gibi, Kur’an da ilk hatıra gelen mananın ötesinde nice nükteler taşır. Hz. Peygamber “Kur’anın zahiri, batını, haddi, muttalaı vardır“6 hadisiyle Kur’anın mana zenginliğine işaret eder.
Kur’an zahiri ve batınıyla bir bütündür. Nasıl ki lafız ve mana bir ve beraber mütalaa edilir; insan ceset ve ruhuyla mükemmel bir sistem oluşturur. Onun gibi, Kur’anın zahir ve batın manaları muazzam bir bütünlük içindedir. Sadece zahire veya batına bakmakla Kur’anı hakkıyla anlayamayız. Kur’anın sadece zahirine göre hüküm vermek “Zahirilik mezhebini“, sadece batınına dikkat etmek “Bâtınilik ekolünü“, zahiri kabulle beraber ince batıni manaları görmeye çalışmak da “İşari Tefsir mektebini” netice vermiştir.
Hamdi Yazır şöyle der:
“Şüphe yok ki Kur’an apaçık bir Arabça ile inmiştir. Kur’anın dili, bilmece ve muamma gibi remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Ve şüphe yok ki nasslarda asıl olan, bir karine-i mânia olmadıkça, zahiri üzere hamlolunmaktır. Bununla beraber, Kur’anın Ümmü’l-Kitap olan muhkematının yanında ‘hafi, müşkil, mücmel ve müteşabihatı; hakîkatı, mecazı, sarihi, kinayesi, istiaresi, temsili, tansısi, îmâsı, belâğatının nükteleri, tarizleri, telmihleri remizleri’ de vardır. Bütün bunlarda en açık olan mana maksut olmakla beraber, müstetbeat-ı terakib denilen ve tâli derecede matlup olan nice ifadeler de vardır… Herhalde zahirilikte ifrat etmek de, batınilikte ifrat etmek kadar zararlıdır.”7
Belâğatın zirvesinde yer alan Kur’an âyetlerini sadece zahirine göre yorumlamak insanı yanıltabilir. Zira Kur’an âyetlerinde -söz gelimi- medih sûretinde zem, emir sûretinde tehdit, haber sûretinde emir görmek mümkündür.
Mesela, “münafıkları elim bir azapla müjdele!”8 âyeti zahiren müjde ifade etse de hakikatte bir “tehekküm“, yani ince bir alay bildirir.
Kâfirlere yönelik “dilediğinizi yapın!”9 âyeti tehdit ifade eder.
“Anneler evlatlarını iki yıl emzirirler”10 ve “boşanmış kadınlar, evlenmeden üç hayız müddeti beklerler”11 âyetleri haber sûretinde birer emirdir. Yani “emzirirler” ifadesi “emzirsinler”, “beklerler” ifadesi “beklesinler” demektir.
“İhramdan çıktığınızda avlanın”12 ve “Cum’a namazını kıldığınızda yeryüzüne dağılın”13 âyetleri ise emir sûretinde ibaha ifade ederler.14 Yani “ihramdan çıktığınızda avlanabilir, Cum’ayı bitirince dağılabilirsiniz” demektir. Yoksa her ihramdan çıkanın avlanması, her Cum’a namazı bitiminde herkesin mutlaka dağılması icap ederdi.
Zahirden sarfı gerektiren bir delil olmadıkça nass’lar zahirine göredir. Fakat nassın zahirinden cihet, cismiyet ve benzerleri hissediliyorsa âyet müteşabihtir, zahirine hamlolunamaz.15
Bu noktalara temastan sonra, “işari tefsir” konusunda bazı ayrıntılara geçmek istiyoruz: İşari tefsir, erbab-ı sülûk ve ehl-i tasavvufa zahir olan gizli bir işaretle Kur’anı zahirinden farklı bir şekilde te’vil etmektir. Bu tür tefsirde işari mana ile zahir mana arasını cemetmek mümkündür.16
Nisaburi, Âlusi, Tüsteri ve İbn Arabî’nin tefsirleri, başlıca işari tefsir kitaplarıdır. Bunlar ve emsalleri yer yer çok güzel ince manalara dikkat çekmişlerse de, zaman zaman tekellüflü te’villere düşmekten kurtulamamışlardır.
Bâtıni tefsir, İslâm ulemasınca sert bir şekilde reddedilirken, işari tefsir genelde kabul görür. Mesela Taftezani şöyle der:
“Nassın zahirinden batınilerin iddia ettikleri manalara sapmak ilhaddır. Çünkü onlar ‘nass’lar zahirlerine göre değillerdir’ derler ve nass’ların ancak masum imam tarafından bilinen batıni manaları olduğunu iddia ederler. Ancak bazı muhakkiklerin ‘nass’lar zahirlerine hamlolunur. Ama bununla beraber o nass’larda erbab-ı sülûke inkişaf eden bir takım inceliklere işaretler vardır. Bu işaretlerle zahir mana arasında mutabakat mümkündür’ demeleri ise, tam bir iman ve irfan eseridir.”17
İşari tefsir sahibi, kendi verdiği mananın dışında zahir bir mana olmadığını iddia etmez. Aksine, her şeyden önce zihne zahir mananın geleceğini, nass’ların zahirleri üzerine mahmul bulunduğunu, fakat bu batıni mananın da âyette mündemiç olduğunu söyler.18
İbn Teymiye, işari mana istihraç edilirken “lafızdan murat işte bu manadır” denilmesini Allah’a bir iftira olarak kabul eder. Ancak âyetin ibaresinin lafzın delaleti olarak değil de ibret ve kıyas için kullanılmasına sıcak bakar. Bunu fukahanın kıyasına benzetir. Yani, fukaha kıyas yoluyla bazı neticelere varırlar. İşari tefsir mensupları da istihrac ettikleri manalarla ibret alırlar. Fukahanın yaptığı kıyas hem sahih hem bâtıl olabileceği gibi, işari tefsir de hem sahih hem bâtıl olabilir. Mesela, “Ona (Kur’ana) ancak tertemiz olanlar dokunabilir”19 âyetini “Levh-i mahfuz” veya “mushaf” şeklinde anlayıp, buradan “nasıl ki Kur’ana ancak temiz beden dokunabilir. Onun gibi, Kur’anın manalarını da ancak müttaki insanların temiz kalbleri zevkedebilir” neticesine ulaşmak güzel bir manadır. Keza, “içinde köpek ve cünüp bulunan eve melekler girmez”20 hadisinden “kibir ve hasetle kirlenmiş kalbe de iman hakikatleri girmez” sonucuna varmak, isabetli bir yorumdur.21 Yine İbn Teymiyeye göre, “insanın ruh ve bedeni vardır ve bunlar birbiriyle uyum halindedir. Onun gibi, dinin de birbiriyle uyum arzeden zahir ve batını vardır.”22
Makbul bir işari tefsir için şu dört esasa dikkat çekilmiştir:
1-Kur’anın zahirine aykırı olmaması.
2-Onu teyid eden şer’i bir şahidi olması.
3-Şer’i ve akli bir muarızı olmaması. Yani, şer’an ve aklen reddedilmemesi.
4-Zahiri mananın reddedilip, “bundan murat ancak bu batınî manadır” denilmemesi.23
İşari tefsirle ilgili bu genel mülahazalardan sonra, konuyu bazı örnekleriyle görmeye çalışalım:
1-“Nasr” Sûresi, Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde insanların fevc fevc Allah’ın dinine gireceklerini haber verir. Sûre nazil olduğunda, artık Rasulullahın dünyadaki görevi bitmek üzere olduğunu hisseden Hz. Ömer ağlamaya başlar.24
Keza, Hz. Peygamber ömrünün sonlarına doğru bir konuşmasında “bir kul dünyada kalmakla Allah’a dönmek hususunda muhayyer bırakıldı. O, Allah katında olanı seçti” deyince, Hz. Ebubekir gözyaşlarını tutamaz.25 Hâlbuki aynı hadisi duyan nice insan, o anda Hz. Ebubekirin hissettiğini hissetmemiştir.
2-Hz. Ebubekir, veda haccında nazil olan “bugün dininizi kemâle erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım”26 âyetini duyunca “kemâlden sonra ancak noksan vardır” der, Hz. Peygamberin vefatının yaklaştığını hisseder, ağlar.27
3-“Musa, kavmine ‘ey kavmim! Siz buzağıyı ilâh edinmekle nefsinize zulmettiniz. Yaradanınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün’ demişti.”28
Âyet, Hz. Musanın kavminin buzağıya tapması olayıyla alâkalıdır. Ancak, her kavmin taptığı bir buzağı vardır. Kimi para buzağısına tapar, kimi şehvet buzağısına. Kimi makam buzağısına tapar, kimi hevâ buzağısına… Dolayısıyla, hevâdan alıkoymak sûretiyle nefsi öldürmek lazımdır.29
4-“Musa, kavmine ‘Allah size dişi bir sığır kesmenizi emrediyor’ demişti…”30
Hz. Musa döneminde birisi öldürülür. Katilin bulunması için Hz. Musaya gelirler. Hz. Musa, Cenab-ı Hakkın onlardan dişi bir sığır kesmelerini istediğini söyler. Katilin bulunmasıyla sığır kesmek arasında bir irtibat kuramayan kavmi, işi yokuşa sürmeye başlarlar. Bu sığırın nasıl bir sığır olduğunu sorarlar. Her seferinde sığırın özellikleri artırılır:
Bu sığır ne çok yaşlı ne çok genç olacak, orta yaşta bulunacaktır. Rengi bakanlara ferahlık verecek şekilde sapsarıdır. Ayrıca ne çifte koşulmuş, ne de ekin sulamada kullanılmamış salma bir sığırdır.
Neticede bu sığırı bulup keserler, onun bir parçasıyla ölüye vururlar, ölü birden hayatlanır.
“Kıssada hayvani nefsin boğazlanmasına işaret vardır. Çünkü onun boğazlanmasında ruhani kalbin hayatı vardır. Hayvani nefsin öldürülmesi orta yaşta gerçekleşir. Çünkü çocuk yaşta akıl başta değildir. İleri yaşta da kişi seyr u sülûkun görevlerinden geri kalır. Sığırın renginin sarılığı riyazet ehlinin renginin sarılığına işarettir. Bu, bir hastalık sarılığı değil, bakanlara meserret bahşeden hoş bir sarılıktır. Nefsi manen öldürme yolunda ilerleyen kişi, bu hareketiyle tamah zilleti taşımamalı, insanlar yanındaki şerefini ve de Halık indindeki makamını alet ederek bir takım yaldızlı ve nefse hoş gelen şeylere ulaşmak için hırs aletiyle dünya toprağını sürmemeli, yüzsuyunu dökerek dünya ekinini sulamamalıdır. Yoksa hem halk, hem de Hakk nezdinde suyu bitecektir. Kıssada anlatılan maktul, kalbe işarettir. Sığırın ölüyü hayatlandıran uzvu dildir. Zikre devam sûretiyle ölü kalp, biiznillah hayat bulacaktır.”31
5-“Musa kavmi için su istemişti. Biz de ‘asan ile taşa vur’ dedik. Taştan on iki göze kaynadı. Her grup insan içeceği yeri bildi.”32
Âyet, çölde susuz kalan Hz. Musanın kavmine Musanın asasıyla ihsan edilen ilâhî bir ikramı anlatmaktadır. Hz. Musa, emr-i ilâhî ile asasını taşa vurmuş, o taştan Beni İsrailin on iki kabilesi sayısınca su fışkırmıştır.33
“Arifin âyetten hissesi şudur: İnsan ruhu ve sıfatları kalp âleminde Musa ve raiyyeti gibidir. Ruh onları susuzluktan kurtarmak için Rabbinden hikmet ve marifet suyu ister. Bunun üzerine “La ilâhe illallah” asasını kalp taşına vurması istenir. Vurduğunda on iki hikmet suyu fışkırır. Zira insanın on iki sıfatı vardır. Bunların beşi zahiri, beşi de batıni duyulardır. Kalp ve nefis de ilave edilince toplam on iki eder.”34
6-“Allah’ın mescitlerinde Allah adının anılmasını men eden ve harabına çalışandan daha zalim kim olabilir?”35
Âyet, Allah’ın adının anıldığı mescitlere saldıran, oralarda ibadete engel olan ve onların harabına çalışanların dehşetli zulmünden bahsetmektedir. Tarih, hemen her devirde böyle zalimleri kaydetmiştir.
Ancak, kendi iç âlemimizi de mescitler topluluğu olarak görebiliriz:
“Nefis, kalb, ruh, sır, hafi gibi latîfelerimiz birer mescittir. Bunların her birinin kendine münasip zikri vardır.
Nefis mescidinin zikri, taat ve ibadettir. Orada zikrin menedilmesi, hasenatın terki ve seyyiata yapışmaktır.
Kalb mescidinin zikri, tevhid ve marifettir. Burada zikrin menedilmesi şüphelere sarılmak ve şehevata gönül vermektir.
Ruh mescidinin zikri, şevk ve muhabbettir. Zikirden menedilmesi, hazlar ve yatıştırıcı şeylerdir.
Sır mescidinin zikri şuhut ve murakabedir. Zikirden menedilmesi, keramete meyildir. Hafi mescidinin zikri, bezl-i vücud, terk-i mevcuttur. (Yani, vücudunu Hakk yolunda feda etmek, varlıklardan alâkayı kesmektir). Zikirden menedilmesi, müşahede ve mükaşefelere yönelmektir.”36
7-“Allah gökten bir yağmur indirdi de, vadiler kendi miktarınca sel oldu. Sel de üzerine çıkan bir köpük yüklenip götürdü. Ayrıca süs eşyası veya alet yapmak için ateşte üzerini yakıp erittikleri madenlerden de bunun gibi bir köpük oluşur. İşte Allah hak ile bâtılı böyle misallendirir…”37
Âyet hak ve bâtıl mücadelesini anlatmaktadır. Hamdi Yazır, gökten indirilen yağmurun İlâhi vahyi temsil ettiğini, bunda beşer kesbinin bir müdahalesi olmadığını; madenlerden süs eşyası ve alet yapılmasının ise beşerin kesb ve içtihadı ile istinbat ve telif olunan hak malumatı temsil ettiğini söyler ve şu neticeye varır: “Bunların ikisi de esas itibariyle Hakk’ın birer ihsanıdır.” 38
Gazzalî, âyetle ilgili şu yorumu yapar: Âyette geçen su, Kur’andır. Vadiler kalplerdir. Her kalbin kapasitesi farklı farklıdır. Köpük, küfür ve nifaktır. Her ne kadar suyun üstünde görülse de, köpüğün sebatı yoktur. İnsanlara faydası olan hidayet ise, kalıcıdır.39
Bir başka cihetten ise, âyette geçen su, ilim ve imana işaret eder. Her kalp kendi miktarınca ilim ve imandan nasibini alır. Suyun üzerindeki köpük gibi, bu ilim ve imanda şüpheler, şehvetler zuhur eder. İnsanlara fayda verecek şeylerin, madenlerin ayrışma ameliyesinden sonra kalması gibi, faydalı ilim de kalplerde sebat bulur.40
8-“Aşılayıcı rüzgârlar gönderdik de, gökten bir su indirip size onunla su verdik…”41 âyetiyle ilgili olarak Hamdi Yazır’ın şu ifadeleri güzel bir işarî tefsir örneğidir:
Âyetin “Aşılayıcı rüzgârlar gönderdik” kısmı peygamberlerin gönderilmesini; “gökten bir su indirdik” kısmı ise kitaplar indirilmesini hatırlatır ve demek olur ki: “işte Allah tarafından gönderilen peygamberler de o aşılayıcı rüzgârlar gibidir. İlâhî feyzi yüklenmiş olarak, kabiliyeti olanlara neşir ve telkih ederler. İndirilen semavi kitaplar da, gökten indirilen o su gibi, maye-i hayattırlar.”42
9-“Görmedin mi Allah nasıl bir misal verdi? Güzel bir kelime güzel bir ağaç gibidir. Kökü sabit, dalları semadadır. Rabbisinin izniyle her an meyve vermektedir… Habis (çirkin) bir kelime ise, yerden bitivermiş kararı olmayan habis bir ağaç gibidir…”43
İslâm, hurma misali güzel bir ağaca, şirk hanzale türü köksüz bir ağaca benzetilmiştir. İslâm ağacının kökü, kalpteki “La ilâhe illallah” kelimesidir.44 İman kalpte kök salar. Daima zahiri ve batıni salih amel meyvelerini verir.45
İman ve İslâm ağacının kökleri ilim, marifet ve yakindir. Gövdesi ihlâs, dalları amellerdir. Ağaç sulanmazsa kuruduğu gibi, kalpteki İslâm ağacı faydalı ilim, salih amel, zikir ve tefekkürle sulanmazsa kurur. Habis ağaç ise şirk ağacına işarettir. Şirkin bir delili yoktur. Ne yerde sabit bir kökü, ne semada bir dalı vardır.46
Âlusi, âyetlerin işari manasına şöyle işaret eder: İman ağacının gövdesi marifet, dalları muhabbet, yaprakları şevk, bekçisi helal-harama riayettir. Bu ağaç her nefeste ubudiyet letaifinden ve Rububiyet envarının hissedilmesinden meyveler verir.47
Cafer-i Sadık, âyette anlatılan habis ağacı şehvet ağacı olarak yorumlar. Şehvet ağacı nefis toprağında biter. Bu ağacın suyu emel, yaprakları tembellik, meyveleri günahlardır. Ve bu ağacın akıbeti, ateşte yanmaktır.48
10-“Muhammed Allah’ın elçisidir. Onunla beraber olanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidir. Sen onları Allah’tan bir lütuf ve rıza isteyerek rükû ve secde eder vaziyette görürsün…”49
Fetih Sûresinin bu son âyeti, Hz. Peygamberin ashabını seçkin vasıflarıyla haber vermektedir. Ancak bu tarz tavsifte, Hasan-ı Basri’nin de dikkat çektiği gibi, dört halifeye bir işaret de sezilmektedir. “Onunla beraber olanlar” ifadesi Hz. Peygamberle mağarada özel beraberliğe, hususi sohbete mazhar olan Hz. Ebubekir’e baktığı gibi, “kâfirlere karşı şiddetli” ifadesi Hz. Ömer’e, “kendi aralarında merhametlidirler” ifadesi Hz. Osmana, “Sen onları Allah’tan bir lütuf ve rıza isteyerek rükû ve secde eder vaziyette görürsün” ifadesi Hz. Aliye işaret etmektedir.50
Mezkûr âyetten dört halifeye işaret sezmek işari bir tefsirdir. Fakat “âyetten murat bu dört halifedir” demek, haddi tecavüzdür, batıniliğe kaymaktır.
Nur âyeti
Bediüzzamanın medar-ı bahsettiği âyetler Nur Sûresinde geçer. Şöyle ki:
“Allah, göklerin ve yerin nurudur. Nurunun meseli şuna benzer: Sanki bir mişkat (lamba konan yer); içinde bir lamba. Lamba bir cam içinde. O cam, sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan tutuşturulur. Bir zeytinden ki, ne şarkîdir, ne de garbî. Onun yağı, neredeyse ateş dokunmadan ışık verir. Nur üstüne nur. Allah nuruna dilediğini hidayet buyurur. Ve Allah insanlar için meseller getirir. Allah her şeyi bilendir.”51
Âyetin meâlinden âyetin manasını anlamak neredeyse imkânsızdır. Ama Tefsir ilminin birikimleriyle âyete bakıldığında, onun bir mana deryası olduğu görülecektir. İmam-ı Gazzalî, bu âyetin ve devamında gelen zulümat âyetinin açıklamasıyla alâkalı “Mişkatu’l Envar” adıyla müstakil bir risale telif etmiştir.52
Biz burada, ilgili âyeti -birinci derecede “Mişkatu’l Envar” olmak üzere- değişik kaynaklara müracaatla anlamaya çalışacağız. Şöyle ki:
Bütün varlık âlemi Allah’ın yaratmasıyla vücuda gelmiştir. Âlemi yaratan O olduğu gibi, “O her zaman bir şe’ndedir”53 âyetinin de ifade ettiği şekilde, her an u zaman bir tasarruftadır.
Nur, Allah’ın isimlerinden olup, “her türlü zuhur kendisiyle meydana gelen” anlamındadır. Nur için, “bizâtihi zahir, ligayrihi muzhirdir” yani “kendi zatında zahir olup, başkasını da gösteren” anlamı verilmiştir. Nur kelimesi, zulmetin zıddı bir manayı ifade eder.54
“Cenab-ı Hakk’a ‘Nur’ denilmesi hakiki midir, yoksa mecazi midir?” meselesi, ihtilaflı bir meseledir. Gazzalî’ye göre gerçek nur Allah’tır. Bu kelimenin başkaları hakkında kullanımı mecazdır. Allah lizâtihi ve bizâtihi nurdur. Bütün nurlar O’ndan gelir. Bu nurlar, Allah tarafından onlara emanet ve ödünç olarak verilmiştir.55 En’am Sûresinin ilk âyetindeki “Allah zulümatı (karanlıkları) ve nuru var etti” âyetinden hareketle bazıları Allah’a “Nur” denilmesini müteşabih bir mana olarak değerlendirirler.56 Çünkü burada Cenab-ı Hak’tan doğrudan “nur” olarak değil, “nuru var eden” şeklinde bahsedilmektedir. Kanaatimizce, isimde müşareket mahiyette aynı olmayı gerektirmediğinden Cenab-ı Hak için Nur ismini hakîkat olarak kabulde bir beis olmasa gerektir.
“Nur” kelimesi, ziyaya ve ziyanın parıltı, kırılması ve yansımasına ıtlak edildiği gibi, gerek hissî ve gerek aklî her çeşit karanlıkların zıddı olarak vicdan ve basirette inkişaf eden âfâkî ve enfüsî tecellilerin umumuna da ıtlak olunur.57
Bursevi, dört çeşit nurdan bahseder:
1. Eşyayı göze gösterip kendisi görmeyen. Mesela Güneş.
2. Eşyayı hem gören, hem gösteren. Mesela göz nuru.
3. Akıl nuru. Bu nur, cehalet karanlığında gizli kalan makulatı (akla hitap eden şeyleri) basirete gösterir, görür, idrak eder.
4. İlâhi nur (nur-u Hak). Bu nur, yokluktan varlığa çıkarır. Cenab-ı Hak eşyayı hem yoklukta, hem varlıkta görür. Çünkü eşya her ne kadar önce yok ise de, Allah’ın ilminde mevcuttur.58
Gecenin karanlığında göze görülmeyen eşya, üzerlerine Güneşin doğmasıyla göze görülür. Onun gibi, yokluk karanlığındaki varlıklar dahi İlâhi nur ile gözle görülen haricî vücut kazanırlar. “Allah, göklerin ve yerin nurudur” ifadesi, ilk olarak bu manayı hatıra getirmektedir. Çünkü nur, -biraz önce de işaret edildiği gibi- “bizâtihi zahir, ligayrihi muzhirdir.”
Görülmemenin aslı yokluk olduğu gibi, zuhurun aslı da vücut, yani var olmaktır. Allah, bizâtihi Mevcud, maadası için Mucid’dir.59
Hamdi Yazır şöyle der:
“Bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakîkati bildiren, gözleri, gönülleri şenlendiren O’dur. O olmasa idi hiç bir şey bulunmaz, hiç bir hakîkat sezilmez, hiç bir neş’e duyulmazdı.”60
“Allah göklerin ve yerin nurudur” âyetinin üstte bildirilen “onları yokluktan varlığa çıkaran, gözlere gösterendir” manasının yanında, daha şu gibi manalarına dikkat çekilmiştir.
-Allah göklerin ve yerin münevviri, yani onları nurlandırandır. Semayı meleklerle, arzı nebilerle tenvir etmiştir.
-Allah, göklerin ve yerin müdebbiri, yani mutasarrıfıdır.
-Allah, sema ve arzda olanları idrak edendir. Çünkü hem kendini idrak eder, hem de külliyat-cüziyat, mevcudat-madumat şeklinde diğer şeyleri idrak eder. Onlarda terkip ve tahlil yoluyla tasarrufta bulunur.
-Allah, göklerde ve yerde olanlara hidayet eder, yol gösterir. Göklerde ve yerdekiler, Onun nuruyla yol bulurlar, iş yaparlar.61
Allah’ın göklerin ve yerin nuru olduğu ifade edildikten sonra, bir mesel getirilmiştir. Bu meselde geçen “mişkat, misbah, zücace, mübarek zeytin ağacı ve bunun yağının safiliği”, hepsi de nurun ziyade parlaklığını ifade etmekte kullanılmıştır.62
Çünkü mişkat, kapalı pencere misali, etrafı camekânla çevrili dar bir alanı ifade eder. Böyle dar bir alanda lambanın ışığı daha etkilidir, dağılmaz. Geniş alanda ise ışık, dağılır, kaybolur. Lambanın cam içinde oluşu, gücüne güç katar. Normal benzinle uçak benzini arasındaki kalite farkı misali, bu lamba özel bir yağla yanmaktadır. Bu yağ “ne şarkî ne de garbîdir.” Hamdi Yazırın ifadesiyle “cihet şaibelerinden âri, yani bildiğimiz dünya zeytinlerinden değil, la mekanî bir zeytindir.”63
Ancak, bildiğimiz zeytinle açıklayanlar da olmuştur. Eskiden lambalar, zeytinden elde edilen yağla yakılırmış. Zeytin ağacı, bir tepenin eteğinde olsa, ya sabah güneşi alır (şarkî) veya akşam güneşi alır (garbî). Fakat sahradaki zeytin gün boyu güneş alır. Böyleleri ne şarkî ne de garbî olup, yağı daha safi, daha kalitelidir.64
Bu mesel ile anlatılan ilâhî nurun ne olduğu farklı şekillerde yorumlanmıştır. Ancak, kanaatimizce bu yorumlardaki farklılık, “birini kabul, diğerini reddetmeyi gerektirir” türden olmayıp, “tenevvü ihtilafı” kabilindendir. Âyetin bütün bu manalara şümulü olması Kur’an’ın i’cazının ve icâzının bir gereğidir.65
Bu cümleden olarak,
-Doğrudan Allah’ın nuru,
-Hz. Peygamber,
-Kur’an,
-İman nuru
-İlim ve marifet nuru şeklinde yorumlar söz konusudur.66 Cenab-ı Hak Kur’an’dan Nur olarak bahsetmiş;67 keza, Hz. Peygamberi “sirac-ı münir” (nur saçan bir lamba) olarak nitelemiştir.68
Hz. Peygamber, cehalet ve şaşkınlık zulmetindeki akılları, gönülleri aydınlatan ve doğru yolu gösteren bir ışıktır.69 Cenab-ı Hak, Güneşi gözlere bir nur yaptığı gibi, peygamberinin nübüvvetini de basiretlere bir nur kılmıştır.70 O’nun nuruyla cehalet karanlıkları aydınlanır, O’nun nurundan basiret nurları iktibas edilir.71 Ay, nurunu güneşten aldığı gibi, Hz. Peygamber de nurunu Allah’tan almıştır. Ay, gecenin karanlığında etrafı aydınlatır. Hz. Peygamber de zulümat içindeki insanlık âlemini aydınlatmış ve aydınlatmaktadır.
Bursevi, insanların Hz. Peygamberin nurundan istifadeleri hususunda şöyle der: “Bir lambadan bin lamba tutuşturulur da, onun nurundan bir şey eksilmez.”72
İmanın, ilim ve marifetin de birer nur olduğunda şüphe yoktur. Çünkü küfür karanlığıyla her şey zulümat içinde görülürken, iman nuruyla kâinat nurlanır, munis bir şekil alır.
Keza, cehalet karanlığıyla bir kitaba bakan kişi hiç bir manaya muhatap olamazken, ilim nuruyla bakınca, o kitabı baştan sona engin ve zengin manalarla dopdolu görür.
İlâhi nur için getirilen meselin, Cenab-ı Hakkın insana bahşettiği beş hisse de işaret ettiğine dikkat çekilmiştir. Şöyle ki:
1. Beş duyu. Hislere hitap eden şeyler bunlar ile idrak olunur.
2. Hayal. Beş duyunun getirdiklerinin sûretlerini korur, akla arz eder.
3. Akıl. Külli hakîkatleri idrak eder.
4. Müfekkire. Aklen anlaşılan şeyleri (makulatı) telif eder, bunlar üzerinde fikir yürütür. Bunun sonucunda, bilinenlerden hareketle bilinmeyenlere ulaşır.
5. Kudsî kuvvet. Bu, peygamberlere ve evliyaya has bir kuvvet olup, gayb levhaları ve melekût sırları bu kuvve’ye tecelli eder.
İnsandaki beş duyu mişkat gibidir. Çünkü mişkatın mahalli dardır ve zahire bakar. Görülenin ötesini (maverasını) idrak edemez. Işık vermesi makulat ile olup bizzat değildir.
Hayal kuvveti, etraftan gelen müdrekatın (idrak edilen şeylerin) sûretlerini kabulde, aklî nurları zabtetmekte ve müştemil bulunduğu mahlûkatı aydınlatmakta zücace (cam/ayna) gibidir.
Akıl, külli idrakler ve İlâhi marifetler ile ziya vermekte misbah (lamba) gibidir.
Müfekkire, nihayetsiz semereler (meyveler/ neticeler) vermekte şecere-i mübareke (bereketli bir ağaç) gibidir.
Kudsî kuvvet, zeyt (kandil yağı) gibidir. Çünkü bu kudsî kuvvet, safiliği ve arınmışlığı ile neredeyse tefekkür ve taallüm olmadan ışık vermektedir.73
Serdedilen bu mütalaanın, özellikle bilgi teorisi (marifet nazariyesi) noktasında apayrı bir öneme haiz olduğu ortadadır. Şöyle ki:
Beş duyu, bize dış dünyadan intibalar getirir. Bunlar hayalde yer eder. Akıl, bu intibaları yorumlar, küllî sonuçlara ulaşır. Müfekkire ise, aklın ulaştığı hammadde niteliğindeki sonuçlardan devamlı yeni sonuçlara varmaya çalışır. Seçkin kudsî zatlarda bulunan kuvvet ise, vahiy veya ilhama mazhariyetle birden neticelere, nihaî bilgilere ulaşır. İlkokul tahsili bile görmemiş bir halk ozanının, edebiyat profesörlerini hayrette bırakan manzum manaları rahatlıkla ve irticali bir şekilde ifade etmesini, bu kudsî kuvvetin küçük bir tezahürü olarak görebiliriz. Bunun daha üst mertebesi ilhama mazhar evliyalarda görülür. En üst mertebesi ise, vahye mazhar peygamberlerde görülmektedir. Kur’an’ın da bildirdiği, gibi ümmi bir zat olan Hz. Peygamberin,74 on dört asır boyunca müdakkik, muhakkik insanlarca incelenen, devamlı ve dikkatle okunan bir kitabı getirmesi, elbette ve elbette böyle kudsî bir kuvvetin eseridir.
Hz. Peygamber, o şeffaf ve hassas kalbiyle vahye mazhar olmuş, Kur’an’ı insanlığa takdim etmiştir. Nitekim Ka’bu-‘l Ahbar âyeti bu tarzda yorumlamıştır. O’nun yorumuna göre, âyette geçen mişkat Hz. Peygamberin sadrı; zücace, O’nun kalbi; misbah nübüvveti; şecere-i mübareke ise nübüvvet ağacıdır.75
Âyet, insan aklının mertebeleri hususunda bir temsil olarak da değerlendirilmiştir. Şöyle ki:
İnsandaki akıl kuvveti, başlangıçta ilimlerden hâli (boş) olup, ancak onları kabule müstaittir. Bu haliyle mişkat gibidir.
Sonra, cüziyyatı (tek tek fertleri, olayları) hissetmek vasıtasıyla zaruri ilimlerle nakışlanır. Nazariyatı (teorik şeyleri) tahsil imkânı bulur. Bu haliyle, nurları kabule elverişli zücace (cam/ayna) gibidir.
İlimlerin o akılda yerleşmesi eğer fikir ve içtihadla ise, şecere-i zeytune gibidir. Eğer hads ile ise, zeyt gibidir. Eğer kuvve-i kudsiye ile ise, âyette “Onun yağı neredeyse ateş dokunmadan ışık verir” cümlesi ile ifade edildiği gibidir.76
Beydâvi’nin gayet veciz olarak ifade ettiği bu manaları bir parça açmak istiyoruz:
İnsan, hiç bir şey bilmez bir vaziyette dünyaya gelir. Fakat kendisinde âdeta sonsuza açılan bir bilgi kapasitesi vardır. İnsan, bu kapasitesini kullanmakla, öğrenme kabiliyetini geliştirir. Ayna ne derece parlaksa, mukabilindeki şeyleri o derece net yansıtır. Akıl da ne derece keskinse, eşyanın hakîkatlerine o derece nüfuz eder. Zeytin ağacının kendisi ve ondan çıkarılan yağ, yanma hususunda farklıdır. Ağacın kendisinin alev alması hayli çaba gerektirir. Fakat ondan çıkartılan yağın alev alması için bir kibrit yeterlidir. Bir de o yağı damıtmak, süzmek yoluyla daha hassas bir hale getirmek mümkündür. O zaman uzaktan bir kibrit çakmak bile yeterli olacaktır. “Onun yağı neredeyse ateş dokunmadan ışık verir” ifadesi bu mertebeye işaret eder.
Kur’an’da zeytin ağacı ve ondan elde edilen zeyt (yağ) ile getirilen bu temsilin bir benzerini petrolde de görmekteyiz. (Petrolün Arabçası da “zeyt” ile ifade edilir.) Ham petrol, o haliyle hemen alev almaz. Arıtıldıktan sonra bir kibrit ile hemen alev alacak duruma gelir. Arıtılmanın ileri bir seviyesinde elde edilen uçak benzininde ise, yakından kibrit çakmağa bile lüzum yoktur; uzaktan çakılan bir kibrit, alev alması için yeterlidir.
İşte, aklın başlıca iki türlü seyri vardır.
1. Fikr
2. Hads (sezgi)
Fikir; aklın, ağır, tedrici ve zamanla kayıtlı olan düşünme seyridir. Hads ise, aklın bir lahzada, bir hamlede matluba ulaşıverecek derecede seri olan ani seyridir.77 Fikirde, görgüleri- bilgileri bir tertibe koyup bildiğinden bilmediğini anlamak, ahiri evvele bağlamak vardır.78 Hadste ise, bir şeyin birden açılması, dolaysız kavrama, bir anda yakalama söz konusudur.79 Gecenin karanlığında çakan şimşeğin bir anda etrafı aydınlatıp eşyayı göstermesi gibi, hads’te de böyle bir ani aydınlatma vardır. Hadsin daha ileri mertebesi ise, sırasıyla ilham ve vahiydir.
Âyetin insan aklının mertebelerine işaretine dikkat çektikten sonra, son olarak bir başka latîf manaya atf-ı nazarda bulunmak istiyoruz. Şöyle ki:
Âyet, aynı zamanda mü’minin kalbindeki imanı tasvir etmektedir. Mişkat, mü’min kişi, misbah ise onun imanıdır. Zücace ise o mü’minin kalbidir. Hüccet ve hikmet, kalpteki iman lambasını yandırır.80 Nur, zücace’nin (camın) zahirinden batınına, batınından zahirine geçiş yapar. Onun gibi, iman nuru mü’minin kalbinden diğer azalarına geçiş yapar. (Yani, iman amele, amel imana yansır.)
Keza, cam en edna bir afete karşı hemen kırılıverecek bir hassasiyettedir. Onun gibi, insanın kalbi de, ona arız olan en edna bir afete karşı hemen bozuluverecek bir özellik gösterir.81
Nuru’l- envarın isimlerine mazhariyetle zulmetli yokluk karanlıklarından ziyadar varlık nurlarına çıkan mü’minler, “insanları zulümattan nura çıkarmakla görevli” olan ve İlâhi beyanda “sirac-ı münir” (ışık saçan bir lamba) şeklinde nitelendirilen Hz. Muhammede (asm) kulak verirler. Böylece küfür karanlıkları yerine iman nurlarını elde ederler. Pek çok âyette “nur” olarak tavsif edilen Kur’an-ı Kerîme tabi olurlar. İman nuruyla âleme baktıklarından her şeyi ziyalı ve munis görürler. Bir nur asrı olan Asr-ı Saadeti model alırlar. Kendilerine verilen akıl nurunu ilim ve marifet nurlarını elde etmek için kullanırlar. Birbirlerine nurani bağlarla bağlanıp en güzel bir kardeşlik örneği sergilerler. İbadetle dopdolu nurlu bir hayat yaşayarak, bir çile yeri olan şu geçici dünya misafirhanesindeki günlerini tamamlarlar. Bir nur âlemi olan Cennete doğru ebed yolculuğuna çıkarlar. Bu dünyada gölgelerini ve numunelerini gördükleri nimetlerin asılları ve menbalarıyla iç içe, o mutluluk diyarında ebedi hayata mazhar olurlar.
Bu meyanda Peygamber Efendimizin şu duasını tezekkür edebiliriz:
“Allahım, kalbimi nurlandır, gözümü nurlandır, kulağımı nurlandır. Sağımı nurlandır, solumu nurlandır. Üstümü nurlandır, altımı nurlandır. Önümü nurlandır, arkamı nurlandır. Nurumu azim kıl.”82
Zulümat Âyeti
“(O kâfirlerin işi) derin bir denizdeki zulümat (karanlıklar) gibidir. Onu (denizi) bir dalga bürüyor, üstünden bir dalga, üstünden bir bulut! Birbiri üstüne karanlıklar. Öyle ki, elini çıkardığında neredeyse onu bile göremeyecek. Allah kime bir nur vermemişse, artık onun için hiç bir nur yoktur.”83
Âyetteki bahr-ı lücci (derin deniz), helak edici tehlikeleri, alçaltıcı meşguliyetleri ve basireti körleştirici tasalarıyla şu dünyadır.
Âyetteki birinci dalga: Hayvani sıfatlara, hissî lezzetlerle meşguliyete ve dünyevi ihtiyaçları elde etmeye sevk eden şehvet dalgasıdır. Bu dalgaya kapılanlar, hayvanlar gibi yerler, zevklenirler. Bu dalganın karanlık olması uygundur. Çünkü bir şeyi aşırı sevmek, insanı kör ve sağır eder.
İkinci Dalga: Gadap, düşmanlık, buğz, kin, haset, övünmek ve çokluk sevdasına sevkeden vahşi ve hayvanî sıfatlar dalgasıdır. Bunun da karanlık olması uygundur. Çünkü mesela, gadap aklın cadısıdır.84 Bu dalganın diğer dalganın üstünde olması uygundur. Çünkü çoğu kere gadap şehvete galip gelir. Gadap heyecana gelince şehveti dağıtır, arzu edilen lezzetleri unutturur. Şehvet ise, heyecana gelmiş gadaba asla direnemez.
Buluta gelince: Kâfirin imana gelmesine, hakkı bilmesine, akıl güneşinin nurundan istifadesine engel olan çirkin itikatlar, yalancı zanlar ve fasit hayallerdir. Çünkü bulutun özelliği, güneş nurunun parlaklığına engel olmaktır.
Bütün bunlar birer karanlık olunca “Birbiri üstüne karanlıklar” ifadesi münasiptir. Bu karanlıklar, değil uzaktakilerin, yakın şeylerin bile bilinmesine engel olmuştur. Mesela kâfirler en küçük bir düşünce ile kolaylıkla ulaşabilecekleri ve anlayabilecekleri Hz. Peygamberin hayret verici hallerini bilmekten perdeli kalmışlardır. Bundan “Öyle ki, elini çıkardığında neredeyse onu bile göremeyecek” şeklinde bahsedilmesi münasip olmuştur.
Daha önce geçtiği gibi, bütün nurların kaynağı, ilk nur olan Cenab-ı Hak olduğundan her mü’minin şuna itikat etmesi gerekir:
“Allah kime bir nur vermemişse, artık onun için hiç bir nur yoktur.”85
Evet, Kur’anın hitabı, evvela Mütekellim-i Ezelî’nin rububiyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev’-i beşer, belki kâinat namına muhatab olan zâtın geniş makamından, hem umum nev’-i benî-âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs’atli makamından, hem dünya ve âhiretin ve arz ve semavatın ve ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinat’ın rububiyetine ve bütün mahlûkatın tedbirine dair kavanin-i İlâhiyenin gayet yüksek ve ihatalı beyanatının geniş makamından aldığı vüs’at ve ulviyet ve ihata cihetiyle o hitab, öyle bir yüksek i’caz ve şümul gösterir ki; ders-i Kur’anın muhatablarından en kesretli taife olan tabaka-i avamın basit fehimlerini okşayan zahirî ve basit mertebesi dahi en ulvî tabakayı da tam hissedar eder.
Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor ve bilhâssa çok tekrarla اَلظَّالِمِينَ اَلظَّالِمِينَ deyip tehdidleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semud ve Firavun’un başlarına gelen azablar ile baktırıyor ve mazlum ehl-i imana İbrahim (as) ve Musa (as) gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor.
Zalimlerin helaki
Kur’anda pek çok âyet, zalimlerin helakiyle ilgilidir. Haddi aşanlara hadlerini bildirmek, Kur’anda sünnetullah tabir edilen ilâhî kanunlardandır. Misal olarak şu âyetlere bakalım:
“İnkârcılar, kendilerine gönderilen peygamberlere dediler: ‘Ya bizim dinimize dönersiniz, ya da sizi yurdumuzdan sürüp çıkartırız.’ Bunun üzerine onların Rabbi vahiyle bildirdi: Andolsun ki, biz o zalimleri helak edeceğiz ve onlardan sonra o yurda sizleri yerleştireceğiz.”86
“Şiddetli bir sayha o zalimleri yakaladı. Evlerinde yığılıp kaldılar. Sanki o diyarda bir şenlik kurmamışlardı…”87
“Allah’ı o zalimlerin yaptıklarından sakın gafil zannetme! Onları gözlerin dehşetten donakalacağı bir güne tehir etmektedir.”88
“Onlar yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin akıbetinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar bunlardan sayıca daha çok ve güçlü idiler. Yeryüzünde daha sağlam eserler yaptılar. Öyle iken, yaptıkları şeyler kendilerini kurtarmadı.
Peygamberleri onlara beyyinelerle/ açık delillerle geldikleri vakit kendilerindeki ilme güvendiler. Derken alay etmiş oldukları şey kendilerini kuşatıverdi. Azabımızı gördüklerinde ‘tek Allaha inandık ve Ona şerik kıldıklarımızı inkâr ettik’ dediler. Fakat şiddetimizi gördüklerinde iman etmeleri onlara bir fayda vermedi.
Bu, Allahın kulları içinde cari olan hükmü/yasasıdır. İşte kâfirler burada hüsrana uğramışlardır.”89
Âd, Semud, Lût kavimleri gibi kavimlerin zulmü ve isyanı Kur’anda sıkça nazara verilir. Bunlar taşkınlıkta çok ileri gitmişler, ama sonunda müstahak oldukları cezayı çekmişlerdir. Âyet, şöyle bildirir:
“Onların her birini günahıyla yakaladık. Kiminin başına taş yağdırdık. Kimini bir sayha/şiddetli bir gürültü alıverdi. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini suda ğarkettik. Allah onlara zulmetmiyordu, lakin onlar kendilerine zulmediyorlardı.”90
Pek çok âyette “İşte zalimleri böyle cezalandırırız”91 denilmesi, kıyas yoluyla bütün zamanlardaki zalimlerin akıbetine bakmaktadır.
Semavi ve arzî musibetler
Zalim fertlere ve topluluklara dünyada verilen ilâhi ceza, hem gökten hem de yerden gelebilir. İlgili bir âyet bunu şöyle bildirir:
“De ki: Allah size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeye veya grup grup birbirinize düşürmeğe ve kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya da kadirdir.“92
Âyette geçen “üstten ve alttan gelebilecek azap” olarak,
-üstten taş, alttan çöküntü;
-üstten kötü idareci, alttan ayak takımının musallat olması;
-üstten rüzgâr, alttan sel felaketi;
-üstten Nuh kavminde olduğu gibi helak edici bir su, Ebrehe ordusunu helak eden ebabil kuşları gibi felaketler, alttan ise deprem, kuraklık gibi musibetler nazara verilmiştir. Hamdi Yazır’ın da dediği gibi, “âyet hepsine muhtemildir.” 93
Evet, nazar-ı gaflet ve dalalette, vahşetli ve dehşetli bir ademistan ve elîm ve mahvolmuş bir mezaristan olan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırlar; canlı birer sahife-i ibret ve baştanbaşa ruhlu, hayatdar bir acib âlem ve mevcud ve bizimle münasebetdar bir memleket-i Rabbaniye sûretinde sinema perdeleri gibi, kâh bizi o zamanlara, kâh o zamanları yanımıza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i’caz ile ders veren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan aynı i’cazla, nazar-ı dalalette camid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinatı bir kitab-ı Samedanî, bir şehr-i Rahmanî, bir meşher-i sun’-i Rabbanî olarak o camidatı canlandırarak, birer vazifedar sûretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev’-i beşere ve cinn ve meleğe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur’an-ı Azîmüşşan elbette her harfinde on ve yüz ve bazan bin ve binler sevap bulunması ve bütün cinn ve ins toplansa onun mislini getirememesi ve bütün benî-âdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevkle yazılması ve çok tekrarla ve kesretli tekraratıyla usandırmaması ve çok iltibas yerleri ve cümleleriyle beraber çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi ve hastaların ve az sözden müteessir olan ve sekeratta olanların kulağında mâ-i zemzem misillü hoş gelmesi gibi kudsî imtiyazları kazanır ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirdlerine kazandırır. Ve tercümanının ümmiyet mertebesini tam riayet etmek sırrıyla hiç bir tekellüf ve hiç bir tasannu ve hiç bir gösterişe meydan vermeden selaset-i fıtriyesini ve doğrudan doğruya semadan gelmesini ve en kesretli olan tabaka-i avamın basit fehimlerini tenezzülât-ı kelâmiye ile okşamak hikmetiyle en ziyade sema ve arz gibi en zahir ve bedihî sahifeleri açıp o âdiyat altındaki hârikulâde mu’cizat-ı kudretini ve manidar sutur-u hikmetini ders vermekle lütf-u irşadda güzel bir i’caz gösterir.
Kur’anın dünyası
İnsan, gaflet ve dalaletle şu âleme bakarsa, geçmiş zamanı
-vahşetli ve dehşetli bir ademistan,
-elîm ve mahvolmuş bir mezaristan olarak görür.
-Kâinatı ise cansız, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olarak müşahede eder.
Kur’an ise ölmüş geçmiş zamanı
-canlı birer ibret sayfası
-ve baştanbaşa ruhlu, hayattar bir acib âlem
-ve mevcud ve bizimle münasebetdar Rabbani bir memleket sûretinde gösterir.
Kur’anî bakışla bakıldığında şu kâinat
– bir kitab-ı Samedanî,
-bir şehr-i Rahmanî,
-bir meşher-i sun’-i Rabbanî halini alır.
Yani her bir varlık mana yüklü bir kitaptır. Şu âlem her an ilahi rahmet tecellilerine mazhar bir şehirdir. Varlıklar ise o şehirde sergilenen antika eserlerdir.
Hz. Peygamberin ümmiyet mertebesi
Peygamber Efendimiz, Kur’anın ilk ve en büyük muhatabıdır. Kendisi ümmi idi, yani okuması ve yazması yok idi. Allah Onu insanlardan ders almaya muhtaç etmedi, ilâhî vahiyle terbiye etti, özel yetiştirdi.
Kur’an-ı Kerimdeki hitap, avamdan olan birinin de anlayacağı sadeliktedir. Ama bu sadelikle beraber manada derinlik vardır. Böyle olunca onun dersinden hemen her seviyede insan istifade eder, o sofradan tok olarak kalkar.
Âdiyat altındaki hârikulâde kudret mu’cizeleri
Âdiyat, “sıradan şey” anlamındaki “âdi” kelimesinin çoğuludur. Bizlerin sıradan gördükleri şeyler, aslında birer kudret hârikasıdır. Fakat devamlı bunlarla iç içe olmamız bu hârikalığı görmemize perde olmaktadır. Bu durum, “ülfet” kavramıyla ifade edilir.
Ülfet, şu muhteşem kâinatta sergilenen ve her biri bir kudret mu’cizesi olan mükemmel eserleri üstünkörü bir nazarla geçiştirme, onları bildiğini zannetme ve derinlemesine düşünmekten kaçınma hastalığıdır; insanın fikrini yanlış yollara sevk eden, vehimlere ve zanlara sürükleyen bir marazdır.
Kur’anın tefekkürü emreden âyetleri, o pek kalın gaflet ve ülfet perdelerini deler geçer, sıradan şeylerdeki hârikalığı muhataplarına hissettirir, onlarda bir farkındalık meydana getirir. Mesela:
“Bunların meyvesine, ilk meyve verdiği zaman, bir de olgunlaştığı zaman bakın.”94
Âyette “bunlar” ile işaret edilen hurma, üzüm, zeytin, nar gibi meyvelerdir. Kuru ağaçtan meyve çıkması son derece dikkat çekici bir durumdur. Bu meyveler, başlangıçta hamdır, tatsız ve lezzetsizdir. Ama yemeğin ısı ile pişmesi misali, bunlar da Güneş sobasıyla ısıtılır ve pişirilir. Dalların elleriyle Rahmanın misafirlerine takdim edilir.
Tekrarı iktiza eden dua ve davet, zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırrıyla güzel, tatlı tekraratıyla bir tek cümlede ve bir tek kıssada ayrı ayrı çok manaları, ayrı ayrı muhatap tabakalarına tefhim etmekte ve cüz’î ve âdi bir hâdisede en cüz’î ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyette ve tedvin-i Şeriatta sahabelerin cüz’î hâdiselerini dahi nazar-ı ehemmiyete almasında; hem küllî düsturların bulunması, hem umumî olan İslâmiyetin ve şeriatın tesisinde o cüz’î hâdiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi i’cazını gösterir.
Sahabelerin cüz’î hâdiseleri
Kur’an-ı Kerîm, Hz. Peygamber devrinde yaşanan olaylara hayli yer verir. Mesela, Enfal Sûresi, yetmiş beş âyetiyle Bedir Savaşını anlatır. Âl-i İmran Sûresinde, yüz yirmi birinci âyetten itibaren altmış âyet Uhud Savaşından bahseder. Ahzab Sûresinde dokuzuncu âyetten itibaren on dokuz âyet Hendek Savaşını tasvîr eder. Yirmi dokuz âyetten müteşekkil Fetih Sûresi, Hudeybiye Barışı münasebetiyle inmiştir. Tevbe Sûresinde otuz sekizinci âyetten sûre sonuna kadar doksan bir âyet Tebük Seferiyle alâkalıdır. Münafikun Sûresi, Hz. Peygamber zamanındaki Medine münafıklarının söz ve tavırlarını anlatır…
Peygamberimize kırk yaşında gelmeye başlayan Kur’an âyetleri, Onun vefatına kadar yirmi üç yıl boyunca inmeye devam eder. Bazı âyetler ve sûreler, hiç bir sebep olmaksızın doğrudan doğruya irşad gayeli gönderilmiştir. Bazıları ise, o zamanda yaşanmış bazı olaylar veya sorulmuş bazı sorulara cevap olarak gelmiştir. Buna “sebeb-i nüzûl” yani “iniş sebebi” denir. Mesela:
“İnsanlardan kimi de Allah’ın rızasını kazanmak için hayatını ortaya koyar.”95
Âyetin Suheyb-i Rûmî münasebetiyle indiği rivayet edilir. Müslümanların Mekkeden Medineye hicret ettiği günlerde, müşrikler Mekke’de kendisini yakalayıp dininden dönmesi için işkence yaparlar. O kendilerine şöyle der:
“Ben yaşlı bir insanım, sizinle beraber olsam size bir faydam olmaz, karşınızda olsam size bir zararım olmaz. Malımı alın, beni kendi hâlime bırakın.” Onlar da kabul ederler. Bunun üzerine Mekkeden Medineye hicret eder.96
Dikkat edilirse, âyette bu olaydan ve olayın kahramanından açıktan bir bahis yoktur. Ancak ilgili olayı bildiğimizde, âyet daha iyi anlaşılmaktadır.
Kur’an, pek çok âyetlerinde ilk bakışta tarihsel bir görünüm arzetse de, dikkatle bakıldığında evrensel hükümler ihtiva ettiği görülecektir. Suheyb-i Rûmî gibiler hemen her devirde vardır ve Kur’an böyle âyetleriyle onlar gibi olmaya teşvik etmektedir.
Bu durum Tefsir Usûlünde şöyle ifade edilir: “İtibar, sebebin hususiliğine değil, lafzın umumiliğinedir.”97 Yani, sebeb-i nüzûlün hususiliği, hükmün umumiliğine engel değildir.
Evet, ihtiyacın tekerrürüyle tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevab olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyâmette şeklini değiştirerek dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz’iyat ve külliyatı, tek bir zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu isbat edecek ve kâinatı ve arz ve semavatı ve anasırı kızdıran ve hiddete getiren nev’-i beşerin zulümlerine, kâinatın netice-i hilkati hesabına gazab-ı İlâhi ve hiddet-i Rabbaniyeyi gösterecek hadsiz hârika ve nihayetsiz dehşetli ve geniş bir inkılabın tesisinde binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek; değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i’caz ve gayet yüksek bir belâğat ve mukteza-yı hale gayet mutabık bir cezalettir ve fesahattir.
İhtiyacın tekerrürüyle tekrarın lüzumu
Durup dururken yapılan tekrar, muhatabı sıkar, rahatsız eder. Ama ihtiyaç olan hallerde tekrarda bulunmak belâğatın gereğidir.
Bediüzzaman Mesnevi’de bunu şöyle anlatır:
“Nasıl ki insan maddî hayatında ekseriyetle her an havaya, her vakit suya, her gün gıdaya ve her hafta ziyaya muhtaç olur. İhtiyacın tekerrüründen bunlar da tekrarlanır, dolayısıyla tekrar sayılmazlar.
Aynen öyle de ruhanî hayatı cihetiyle de insan Kur’andaki mes’elelerin envaına ihtiyaç duyar. Bazısına her dakika, hatta her an-ı seyyal muhtaçtır. “Hu, Allah” gibi. Çünkü ruh bununla nefes alır. Bazısına “bismillah” gibi her saat, bir kısmına her vakit, bir kısmına da ihtiyaç derecelerine göre kademeli olarak her zaman muhtaçtır. İşte Kur’an, kalbî hayatın tekrarını gerektirdiği şeyleri tekrar eder. Mesela bismillah hevây-ı nesîmî gibidir ki, bâtına girip orayı temizler, haricen de cismindeki nefesin gibi nefsinde meyve verir.”98
Gadab-ı İlâhi ve hiddet-i Rabbaniye
Allah’ın gadabı ve hiddeti, asi kimselerin veya kavimlerin helakinde bariz bir şekilde görülür. Bu gadapta ve hiddette bir terbiye vardır. Ziya Paşanın deyimiyle:
“Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir,
Tekdirden anlamayanın hakkı kötektir.”
Allah’ın gadabı ve hiddeti, Onun şuunatındadır. Esas olan Onun rahmeti olmakla beraber, gadabı ve hiddeti de olduğu Kur’anın âyetleriyle sabittir. Mesela:
“Eğer şükrederseniz mutlaka size artırırım ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”99
“Kullarıma haber ver ki, ben Ğafur – Rahîmim. Fakat azabım da, elem verici bir azaptır.”100
“Biliniz ki, Allah şedidü’l- ikaptır ve Allah Ğafur – Rahîmdir.”101
Cenab-ı Hakkın Ğafur ve Rahîm, yani affedici ve merhametli oluşu cemâliyle; şedidü’l- ikap yani cezası şiddetli olması ise celâliyle ilgilidir.
Allah’ın gadabına maruz kalan kavimlerden biri Âd kavmidir. Âd kavmi Hz. Hud’un kavmidir. Güçlü kuvvetli bu kavim şımarır, “bizden daha güçlü kim var?” diyecek kadar işi ileri götürür, Allah’ı unutur, isyana sapar. Sonunda sekiz gün ardarda esen şiddetli rüzgârla cezalandırılır.
Rastgele esiyor zannedilen rüzgâr, Allah’ın emrine göre eser. Kâh tatlı bir meltem olur, içimizi ferahlatır. Kâh dağlar gibi bulut kümelerini yüklenip muhtaç yerlere sevkeder, hayatın devamını sağlar. Bu şekilde İlâhî rahmetin tecellisinde kullanılan rüzgâr, bazan da İlâhi gadabın tecellisinde istihdam edilir, bir “azab kamçısı” olur.
Kur’an-ı Kerîm, helak edilen kavimlerin feci akıbetlerini hafızalarda iz bırakacak teşbihlerle anlatmaktadır. Âd kavmi ile ilgili olarak şöyle der:
“Âd kavmi (Allah’ın âyetlerini) yalanladı. Nasıl oldu azabım ve tehditlerim! Biz onların üstüne uğursuz mu uğursuz bir günde her şeyi söküp atan bir kasırga gönderdik. Öyle ki, insanları kökü sökülmüş, içi boş hurma kütükleri gibi fırlatıp atıyordu.”102
Âd, iri bedenli bir kavim oldukları için başları kopup kopup devrildikçe, bu teşbihe masadak olmaktaydı.103 Veya hurma kütükleri gibi büyük cüsseler halinde ölü olarak yere düşüyorlardı.104 Rivayetlere göre, Âd kavmi bu şiddetli rüzgârdan kurtulmak için çukurlara girmişler, bir kısmı birbirlerine tutunmuşlar, fakat hiçbiri kurtulamamıştı.105
Mesela: Bir tek âyet iken yüz ondört defa tekerrür eden “Bismillahirrahmanirrahîm” cümlesi, -Risale-i Nur’un Ondördüncü Lem’asında beyan edildiği gibi-; arşı ferşle bağlayan ve kâinatı ışıklandıran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakîkattır ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç var. Değil yalnız ekmek gibi her gün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyak vardır.
Besmelenin arşı ferşle bağlaması
Besmele, âlem sayfasında nurani bir satır teşkil eden üç ehadiyet sikkesinin kudsî unvanıdır, kuvvetli bir ipidir ve parlak bir hattıdır. Yani “Bismillâhirrahmânirrahîm” yukarıdan inerek ucu insana dayanır, ferşi arşa bağlar. İnsânî arşa çıkmağa bir yol olur.106 İnsan, yerde gezen küçük bir varlık olmakla beraber, Allah’ın adıyla hareket ettiğinde arş ile bağlantıya geçer, ayakları âdeta yerden kesilir; aklen, fikren, kalben yukarı âlemlerde dolaşmaya başlar, insanî arşa yükselir.
Hem mesela: Sûre-i طٰسٓمٓۜ de sekiz defa tekrar edilen şu اِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ âyeti, o sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azablarını, kâinatın netice-i hilkati hesabına ve rububiyet-i âmmenin namına o binler hakîkat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek, izzet-i Rabbaniye o zalim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlâhiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve i’cazlı ve îcazlı bir ulvî belâğattır.
İman – küfür mücadelesi ve Şuara Sûresi
Şuara Sûresinde iman – küfür mücadelesinden renkli tablolar sunulur. Bu meyanda Firavunun kavmi, Hz. İbrahimin kavmi, Hz. Nûh’un kavmi, Âd kavmi, Semud kavmi, Lût kavmi ve Hz. Şuaybın kavmi olan Eyke ashabının kendilerine gönderilen peygamberlere karşı muameleleri sırasıyla anlatılır. Her kısmın sonunda “Ve şüphesiz Rabbin, Azîz-Rahîm’dir” âyeti tekrar edilir.
Âyette “Rabbin” hitabı Hz. Peygamberedir. Yani, “ey Peygamber! Seni terbiye eden Rabbin, o zalim kavimleri cezalandırarak onları terbiye ile izzetini gösterdiği gibi, o kavimlerin peygamberlerini ve ehl-i imanı kurtararak dahi Rahîm olduğunu göstermiştir.”
Sûrede Cenab-ı Hakkın Azîz – Rahîm isimleri hem konuya girerken hem de konuyu bitirirken nazara verilir. Şöyle ki:
Sûrenin başında 7-9. âyetlerde şöyle bildirilir:
“Yeryüzüne bakmadılar mı, orada her türden hoş bitkiler bitirdik. Şüphesiz ki bunda bir âyet vardır. Ama onların çoğu mü’min olmadı. Ve şüphesiz Rabbin, Azîz-Rahîm’dir.”
Sûrenin son kısmında 217. âyette ise “Sen Azîz – Rahîm olana tevekkül et” denilerek sonuca ulaşılır.107
Hem mesela: Sûre-i Rahman’da tekrar edilen فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyeti ile Sûre-i Mürselât’ta وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ âyeti, cinn ve nev’-i beşerin, kâinatı kızdıran ve arz ve semavatı hiddete getiren ve hilkat-i âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlâhiyeye karşı inkâr ve istihfafla mukabele eden küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlûkatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arz ve semavata tehdidkârane haykıran bu iki âyet, böyle binler hakîkatlarla alâkadar ve binler mes’ele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli bir i’caz ve cemâlli bir îcaz-ı belâğattır.
Nimetleri yalanlamanın vebali
İnsan, fıtrat itibarıyla nimete mukabelede bulunmak ister. Öyle ki “bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” deriz. Bununla beraber, başkalarına teşekkür eden insanın, nimetlerin gerçek sahibi olan Allah’ı hatıra getirmemesi çok büyük bir çelişkidir. İşte Rahman Sûresinde otuz bir defa tekrar edilen “Ey insanlar ve cinler, Rabbinizin nimetlerinden hangi birini yalanlarsınız?” âyeti ile Mürselât Sûresinde on defa tekrar edilen “O hesap günü, yalanlayanların vay haline!” âyeti, şiddetli bir üslûbla insana şükür vazifesini hatırlatmaktadır.
Çünkü insanın küfür ve küfranı, zulüm ve taşkınlığı; kâinatı kızdıracak, arz ve semavatı hiddete getirecek, âlemin yaratılış neticelerini bozacak ve bütün mahlûkatın hukuklarına tecavüz edecek derecede ileri bir cürümdür. Muhatabımız basit bir hata işlediğinde “nasıl bunu yaptın!” deriz. Fakat işlediği hata çok büyükse, bir defa bunu söylememiz yetmez, tekrar be-tekrar “nasıl bunu yaptın! Nasıl! Nasıl!” diye sorar ve sorgularız.
Hem mesela: Kur’anın hakikî ve tam bir nevi münacatı ve Kur’andan çıkan bir çeşit hülâsası olan Cevşenü’l- Kebir namındaki münacat-ı Peygamberîde yüz defa سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ خَلِّصْنَا وَ اَجِرْنَا وَ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ cümlesinin tekrarında tevhid gibi kâinatça en büyük hakîkat ve tesbih ve takdis gibi, mahlûkatın rububiyete karşı üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli vazifesi ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev’-i insanın en dehşetli mes’elesi ve ubudiyet ve acz-i beşerînin en lüzumlu neticesi bulunması cihetiyle binler defa tekrar edilse yine azdır.
Cevşenü’l- Kebir ve Kur’an
Kur’an-ı Kerîm, bitmez tükenmez bir dua hazinesidir. Hemen her duruma uygun düşecek olan dua âyetleri Kur’anın her tarafına serpiştirilmiş durumdadır. Bir de âyetlerden iktibas şeklinde, yani âyette kullanılan ifadelerden yola çıkarak yeni yeni dualar yapılabilir. Peygamber Efendimizin “Cevşenü’l-Kebir” isimli duası, bunun en hârika bir örneğidir. Bu duasında Hz. Peygamber (asm) açıktan veya dolaylı bir şekilde Kur’anda geçen ifadeleri kullanarak Cehennem ateşinden korunmayı istemiştir.
Bu duada her birinde on isim olmak üzere yüz ayrı bölüm vardır. Şimdi bu bölümlerden birini örnek olarak veriyoruz. Cevşen’in 61. bölümünde şöyle denilir:
“Ey gece ve gündüzü çeviren.”
“Ey karanlıkları ve nuru yaratan.”
“Ey gölge ve sıcaklığı var eden.”
“Ey Güneş ve Ay’ı itaat ettiren.”
“Ey ölümü ve hayatı yaratan.”
“Ey yaratma ve emir kendisine ait olan.”
“Ey bir eş, bir çocuk edinmeyen.”
“Ey mülkünde hiç bir ortağı bulunmayan.”
“Ey zillet sebebi bir yardımcısı olmayan.”
“Ey havl ve kuvvet kendisinin olan.”
“Ey kendisinden başka ilâh olmayan Allahım, Seni tenzih ederiz. El-aman, el-aman. Bizleri Cehennem ateşinden koru.”
Peygamberimizin bu duasında yer alan ifadeler, sırasıyla şu âyetlerden alınmıştır:
“Allah gece ve gündüzü çevirir.”108
“Allah karanlıkları ve nuru yarattı.”109
“… Gölge ile sıcaklık bir değildir.”110
“Allah, Güneşi ve Ay’ı itaat ettirdi.”111
“O, ölümü ve hayatı yarattı.”112
“Dikkat edin yaratma ve emir O’na aittir.”113
“…Rabbimiz ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk.”114
“O’nun mülkünde hiç bir ortağı yoktur.”115
“O’nun zillet sebebi bir yardımcısı yoktur.”116
“Bütün kuvvet Allah’ındır.”117
Her bölüm sonunda “Ey kendisinden başka ilâh olmayan Allahım, Seni tenzih ederiz. El-aman. Bizleri Cehennem ateşinden halas eyle, koru, kurtar” kısmı vardır. Tekrar edilen bu kısımda:
-tevhid
-tesbih
– ebedi şekavetten kurtulmak
-ve beşerin aczinin itirafı gibi çok önemli esaslar vardır.
–“Ey kendisinden başka ilâh olmayan Allahım” kısmı tevhidi,
–“Seni tenzih ederiz” kısmı tesbihi,
–“Bizleri Cehennem ateşinden halas eyle” kısmı ebedi azaptan kurtulmayı
-ve “El–aman, el–aman” kısmı beşerin aczinin itirafını ifade eder.
Mahlûkatın rububiyete karşı üç muazzam vazifesi
Bediüzzaman, 9. Söz isimli risalede, mahlûkatın rububiyete karşı üç muazzam vazifesini şöyle nazara verir:
1-Tesbih
2- Tazim
3- Şükür.
“Yani, celâline karşı kavlen ve fiilen Subhanallah deyip takdis etmek. Hem kemâline karşı, lafzan ve amelen Allahu Ekber deyip ta’zim etmek. Hem cemâline karşı, kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdülillah deyip şükretmektir.”118 Bunlardan Subhanallah, Allahın yüceliğini, her türlü noksanlardan münezzeh oluşunu ifade eder. Allahu Ekber, Onun büyüklüğünü anlatır. Elhamdülillah ise Onu medh ü sena etmeyi ve nimetlerine mukabil şükredilmesi gerektiğini bildirir.
Tesbih ve takdis
Tesbih ve takdis mühim birer ubûdiyet görevidir. Hamdi Yazır bu ikisi arasında şöyle bir fark olduğunu nazara verir: “Tesbih, Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih; takdis ise O’nu kemâl sıfatlarıyla tavsiftir.”119
Mesela, İhlâs Sûresinde geçen “Allah, Sameddir” bir takdistir, “O’na denk hiç bir şey yoktur” ise bir tesbihtir.
Cenab-ı Hak yeryüzünde bir halife yaratacağını bildirdiğinde, meleklerin “Orada fesad çıkaracak, kan dökecek kimseler mi yaratacaksın? Hâlbuki biz, hamd ile sana tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz”120 demelerinde, tesbih ve takdisin farklı birer vazife olduğuna işaret vardır.
İşte tekrarat-ı Kur’aniye bu gibi metin esaslara bakıyor. Hattâ bazan bir sahifede iktiza-yı makam ve ihtiyac-ı ifham ve belâğat-ı beyan cihetiyle yirmi defa sarihan ve zımnen tevhid hakîkatını ifade eder. Değil usanç, belki kuvvet ve şevk ve halâvet verir. Risale-i Nur’da, tekrarat-ı Kur’aniye ne kadar yerinde ve münasib ve belâğatça makbul olduğu hüccetleriyle beyan edilmiş.
Bir sahifede yirmi defa sarihan ve zımnen tevhid hakîkatı
Kelâmın manaya delaletleri farklı mertebelerde olur. Eğer açıktan bir delalet varsa, buna “sarih mana” denilir. Eğer manaya delaleti açıktan olmamakla beraber, kelâm bunu tazammun ediyorsa, buna da “zımnî mana” denilir. Zımnî mana, bir lafzın (kelâmın) kastedilen mananın bir cüz’üne delaletidir. “O bir insandır” dediğimizde “yani düşünür” manası vardır. Çünkü insan olmak, düşünmeyi tazammun eder. Dolayısıyla, düşünme melekesini kullanmadığını gördüğümüz birisine “sen insan değil misin?” desek, “insan olduğuna göre, düşünmen lazım” manasını kastederiz. Örnek olarak, tefsirlerde Habib-i Neccara ait olduğu ifade edilen121 şu sözlere bakabiliriz. Kavmine Allah’ı anlatan elçiler gelmiş, onlar ise gönderilen elçileri dinlememektedir. Habib-i Neccar onlara şöyle der:
“…Bana ne oluyor ki beni yaratana ibadet etmeyeyim? Ve siz O’na döndürüleceksiniz.
Ben Allah’ı bırakıp başka İlâhlar mı edinirim? Öyle ki o Rahman bana bir keder murat ederse, o ilâhların şefaati bana hiç bir fayda veremez ve onlar beni kurtaramaz.
O zaman ben apaçık bir dalalet içinde olurum. Ben Rabbinize iman ettim, gelin beni dinleyin.”122
Görüldüğü gibi, Habib- i Neccar, gayet dokunaklı ve yer yer ta’rizli ifadelerle kavmine nasihat etmektedir. Mesela, “Bana ne oluyor ki beni yaratana ibadet etmeyeyim?” ifadesi, “size ne oluyor ki sizi yaratana ibadet etmiyorsunuz?” mesajını vermektedir. Nitekim sözün devamında “Ve siz O’na döndürüleceksiniz” demesi, buna bir işarettir.
“Ben Allah’ı bırakıp başka İlâhlar mı edinirim?” ifadesi, “Ne diye Allah’ı bırakıp bâtıl mabutlar ediniyorsunuz?” manasını bildirir. “…O zaman ben apaçık bir dalalet içinde olurum” sözü, “sizler apaçık dalalet içindesiniz” anlamını taşır.123
Bir de Hz. İbrahimin Şuara Sûresi 69- 83. âyetler arasında anlatılan şu kıssasına bakalım:
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ إِبْرَاهِيمَ
69-“Onlara İbrahim’in kıssasını da oku.”
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا تَعْبُدُونَ
70-“Hani O, babasına ve kavmine, ‘Neye tapıyorsunuz?’ demişti.”
“Neye tapıyorsunuz?” diye sorması, onların taptıkları şeylerin ibadet edilmeye layık olmadıklarını göstermek içindi.
قَالُوا نَعْبُدُ أَصْنَامًا فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِفِينَ
71-“Putlara tapıyoruz ve onlara tapmağa devam edeceğiz” demişlerdi.”
Sadece sualin cevabını vermekle yetinmediler, “tapmaya devam edeceğiz” diyerek bu yaptıklarıyla gururlandılar, iftihar ettiler.
قَالَ هَلْ يَسْمَعُونَكُمْ إِذْ تَدْعُونَ
72-“İbrahim dedi: Dua edip çağırdığınızda onlar sizi işitirler mi?”
أَوْ يَنْفَعُونَكُمْ أَوْ يَضُرُّونَ
73-“Veya size fayda veya zarar verirler mi?”
Onlara ibadetinizden dolayı size bir faydaları olur mu? Veya ibadet etmeyenlere zarar verebilirler mi?
قَالُوا بَلْ وَجَدْنَا آبَاءَنَا كَذٰلِكَ يَفْعَلُونَ
74-“Hayır, ama biz atalarımızı böyle yaparken bulduk, dediler.”
Sorulan soruya cevap vermek yerine taklide sığındılar, babalarının da böyle yaptığını söylediler.
قَالَ أَفَرَأَيْتُمْ مَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَ
75-“İbrahim dedi: Taptığınız şeyleri gördünüz mü?”
أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمُ الْأَقْدَمُونَ
76-“Sizin ve geçmiş atalarınızın.”
Çünkü bir şeyin eskiden beri yapılıyor olması onun sıhhatine delâlet etmez, bâtıl onunla hakka dönüşmez.
فَإِنَّهُمْ عَدُوٌّ لِي
77-“Şüphesiz onlar benim düşmanımdır.”
Hz. İbrahim “onlar benim düşmanımdır” demekle, o putların kendilerine ibadet edenlere düşmanlığını nazara verdi. Çünkü o putlara tapanlar, düşmanları cihetinden gelen zarardan çok daha fazlasını onlardan görmektedirler. “O putlar sizin düşmanlarınızdır” demek yerine “benim düşmanım” demesinde onlara bir tariz vardır. Bu tarz nasihat, açıktan söylemekten daha faydalıdır. Hz. İbrahim bunu söylerken önce nefsinden başlamasında, sözlerinin kabulünü kolaylaştıran bir durum söz konusudur.
إِلَّا رَبَّ الْعَالَمِينَ “Ancak âlemlerin Rabbi müstesna.”
Buradaki istisna munkatıdır. Ama muttasıl da olabilir. Çünkü onların ecdadı içinde Allah’a ibadet eden de vardı. Yani, sizin ve ecdadınızın ne kadar taptıkları varsa, -âlemlerin Rabbi müstesna- hepsi benim düşmanımdır.
İstisna munkatı olduğunda ise mana şöyle olur: “Sizin ve ecdadınızın ne kadar taptıkları varsa hepsi benim düşmanımdır. Ancak âlemlerin Rabbi benim düşmanım değildir.
اَلَّذِي خَلَقَنِي فَهُوَ يَهْدِينِ
78-“O ki, beni yarattı ve bana yolu gösterir.”
“O ki, takdir edip yol gösterdi.”124 âyetinin bildirdiği gibi Cenab-ı Hak her mahlûku, dünyevî ve uhrevî yaratılış gayesine uygun şeye sevk etmektedir. Bu hidayet, (sevk) yaratılışının başlangıcından eceli gelinceye kadar tedrici bir şekilde kendini gösterir. O mahlûk bütün hâllerinde ilâhî sevk sayesinde menfaatlerini celp eder ve zararlardan da kurtulur. Mesela insan açısından baktığımızda, ona yapılan ilâhî sevkin başlangıcı cenin hâlinden başlar. O cenin ana rahminde büyüyeceği yere sevk edilir. Bu ilâhî hidayet ve sevk, onu Cennet yoluna ulaştırmaya ve nimetleriyle lezzetlendirmeye kadar devam eder.
Âyetteki فَ “fe” harfi sebebiyet bildirir. Yani, o âlemlerin Rabbi beni yarattı, yarattığı için de bana hidayet ediyor, yol gösteriyor.125
وَالَّذِي هُوَ يُطْعِمُنِي وَيَسْقِينِ
79-“O beni yedirir ve içirir.”
Hz. İbrahimin Cenab-ı Hak ile ilgili nazara verdiği; yaratması, hidayet etmesi, yedirip içirmesi, şifa vermesi, öldürüp yeniden diriltecek olması hususları, Onun hak mabud olduğunun delilleridir.126
وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ
80-“Hastalandığım zaman O bana şifâ verir.”
“O beni yedirir ve içirir” dedikten sonra “hastalandığım zaman O bana şifa verir” demesi yeme-içmenin sıhhat ve hastalıkla alâkasından dolayıdır. Çünkü sıhhat ve hastalık genelde yeme-içmenin peşinde gerçekleşir. Hz. İbrahim “hastalandığım zaman …” ifadesinde hastalığı kendine nisbet etti, “Allah beni hasta ettiğinde” demedi. Çünkü maksadı nimetleri saymaktır.
Sözlerinin devamında ölümü Allah’a nisbet etmesi buna aykırı değildir. Çünkü ölümün bizzat kendisinde bir zarar yoktur, onun evvelindeki hastalıklar sebebiyle ölüm meydana gelmektedir. Öte yandan ehl-i kemâl için ölüm Allah’a kavuşmaktır. Bu ise öyle bir lezzettir ki, dünya hayatı bu nimetin yanında çok basit kalır.
Hz. İbrahimin hastalığı kendisine nisbet etmesi bir de şundandır: Hastalık çoğu zaman insanın yeme-içmesindeki aşırılıklardan ve dengesiz beslenmesinden kaynaklanır. Sıhhat ise, bunların tamamına dikkat etmekle ve bunların dengeli olmalarıyla gerçekleşir. Böyle olunca hasta olmak insanın fiili, ama sıhhatli olmak doğrudan Azîz- Alîm olan Allah’ın bir lütfudur.
وَالَّذِي يُمِيتُنِي ثُمَّ يُحْيِينِ
81-“O beni öldürür ve sonra da diriltir.”
Ahirette diriltecektir.
وَالَّذِي أَطْمَعُ أَنْ يَغْفِرَ لِي خَطِيئَتِي يَوْمَ الدِّينِ
82-“Hesap gününde hatalarımı bağışlamasını da Ondan umarım.”
Hz. İbrahimin, peygamber olarak masum iken Allah’tan bağışlanmayı umduğunu söylemesi,
-Bir nefis terbiyesidir.
-Ümmete günahlardan kaçınma dersi vermek ve dikkat etmelerini öğretmektir.
-Onların hatalarının bağışlanmasını taleptir.
-Kendisinden de sadır olmuş küçük günahlar varsa, bunların bağışlanması için bir istiğfardır.
رَبِّ هَبْ لِي حُكْمًا
83-“Ya Rab! Bana hikmet ver.”
İlim ve amelde bana hikmet ver, bununla Hakkın hilafetine ve halkın riyasetine müstaid hâle geleyim.
وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ “Ve beni salihler zümresine kat.”
Ve amelde kemâle beni muvaffak kıl. Böylece salahatlerine ne büyük ne de küçük günah şaibesi bulaşmayan kâmil salihler zümresine katılayım.127
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın Mekkiye sûreleriyle Medeniye sûreleri belâğat noktasında ve i’caz cihetinde ve tafsil ve icmal vechinde birbirinden ayrı olmasının sırr-ı hikmeti şudur ki:
Mekke’de birinci safta muhatab ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmileri olduğundan belâğatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve îcazlı, mukni’, kanaat verici bir icmal ve tesbit için tekrar lâzım geldiğinden ekseriyetçe Mekkî sûreleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i’cazlı bir îcaz ile ifade ve tekrar ederek mebde’ ve meâdi, Allah’ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede; belki bazan bir harfte ve takdim – te’hir, tarif – tenkir ve hazf – zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli isbat eder ki, ilm-i belâğatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar.
Risale-i Nur ve bilhâssa Kur’anın kırk vech-i i’cazını icmalen isbat eden Yirmibeşinci Söz, zeyilleriyle beraber ve nazımdaki vech-i i’cazı hârika bir tarzda beyan ve isbat eden Arabî Risale-i Nur’dan “İşaratu’l- İ’caz” tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkî sûre ve âyetlerde en âlî bir üslûb-u belâğat ve en yüksek bir i’caz-ı îcazî vardır.
Mekkî ve Medeni
Kur’an-ı Kerîm’in hicretten önce nazil olan âyet ve sûrelerine Mekkî ve hicretten sonra nazil olan âyet ve sûrelerine Medenî denilir. Tebliğ açısından da bu farklılığı görmek mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber, Mekke’de İslâm’ı yaymaya başlayınca, karşısında Mekke toplumunu bulmuştur. Mekke toplumu, alışmadığı, bilmediği yeni bir durumla karşılaşmış ve kendisine oldukça yabancı olan bu durumu kabullenmek istememiştir. Bunun yanında bu toplumun içinde son derece edebî açıdan üstün insanlar da vardı. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerîm bunlara da hitap edecekti. Fakat bu toplum aynı zamanda müşrik ve putperest bir toplumdu. Kur’an-ı Kerîm bunlara da hitab etme durumunda ve bu şirk ve putperestlikten onları temizleme mecburiyeti ile karşı karşıya idi. Bundan dolayı Mekkî âyetler kısa, ifadeler veciz, tabirleri hararetli ve vurguludur.
Medinede ise, Kur’anın muhatapları Müslümanlar ve Müslüman görünümünde münafıklar, ehl-i kitap olan Yahudiler ve Hristiyanlar olduğundan, âyetler onlara hitap eder bir şekilde geldi.
Mebde’ ve meâd
Kelâm ilmi; “Allah’ın zat ve sıfatlarından, mebde ve meâd itibariyle mümkinâtın hallerinden İslâm kanunu üzere bahseden bir ilimdir” diye tarif edilir.
Mebde’, başlangıç, meâd ise dönüş ve varış yeri anlamındadır. Her şeyi yaratan Allah’tır, ayrıca ölümle hayat bütünüyle son bulmayacak, dünyanın peşinden ahiret gelecektir.
Bütün mümkinatın (kâinatın) varlıklarında dayandıkları zât, varlığı zâtının muktezâsı ve vâcibü’l-vücûd (vücudu zorunlu) Allah olduğu için Cenab-ı Hakk’a “Mebdeü’l-mümkinât ve mebdeü’l- âlem” yani “varlıkların ve âlemin mebdei” denilmiştir.
Kur’an-ı Kerîm âyetlerinde mebde, meâda delil olarak zikredilir. Yani insanı ilk defa yaratmaya kadir olan Allah, elbette onu tekrar diriltmeye kadirdir. Mesela şu âyete bakalım:
“Başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu iade edecek olan O’dur. Bu, O’na daha kolaydır.”128
“Daha kolaydır” ifadesi, insanların kudretine ve usûllerine kıyasladır. Yoksa Allah için “daha kolay” yoktur, hepsi kolaydır.129
Tevhid ve haşri ifadede belâğat örnekleri
Tevhid ve haşir, Kur’anın en temel iki esasıdır. Bu iki esas, Kur’anın hemen her sayfasında yer alır. Kur’an, diğer meselelerini bunlar üzerine bina eder. Söz gelimi, tevhid inancı olmadan ibadet de olmaz. Allah korkusu yoksa, kamil manada bir ahlâk da olmaz. Ahiret inancı olmadan, insanda cömertlik, cesaret gibi insanî kemâlat vücut bulamaz…
Dolayısıyla, Kur’an tekrar be-tekrar bu iki esası nazara verir. Hatta bir harfte, takdim – te’hir, tarif – tenkir ve hazf – zikir gibi belâğat inceliklerinde tevhidin inceliklerine, haşrin nüktelerine dikkat çeker.
Bir harfte
Mesela Fatiha Sûresinde “yalnızca sana ibadet ederiz”130 denilmektedir. İbadeti yapan tek fert iken çoğul sığasıyla kullanılması, yani “yalnızca sana ibadet ederim” demek yerine “yalnızca sana ibadet ederiz” denilmesi, sadece bir harf değişikliğiyle muhteşem bir mana zenginliğine bizi ulaştırmaktadır. Bir de haşirle alâkalı şu âyete bakalım:
إِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتَى
“Gerçekten, ölüleri biz diriltiriz.”131
Âyette “ölüleri diriltiriz” denilmesi Allah’ın diriltmesini ifadede yeterli iken “Gerçekten… biz ” manalarını ifade eden kelimelerle vurgu yapılmış, meselenin ciddiyeti nazara verilmiştir.
Takdim – te’hir
Takdim – te’hir, öne veya geriye alarak kelime veya cümlelerin yerini değiştirmedir. Mesela şu âyete bakalım:
بَلِ اللّٰهَ فَاعْبُدْ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ
“Hayır! Öyle ise sadece Allah’a ibadet et ve şükredenlerden ol!”132
Arabça orijinal metinde normal şartlarda “Allah” lafzının fiilden sonra gelmesi gerekirken takdim yapılmış, yani öne alınmıştır. Bu da tahsis manası ifade eder. Yani “sen sadece Allah’a ibadet et, başkasına değil!”
Bir de şu âyete bakalım:
لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ
“Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah’ındır.”133
Âyette “lillahi” kelimesinin öne alınması, “yalnız Allah’ındır, başkasının değil” vurgusu yapmaktadır.
Tarif – tenkir
Tarif, bir kelimeyi tanımlı hale getirme, tenkir de tanımsız hale getirmedir. Arapçada bu harf-i tarif denilen elif-lam ile gerçekleştirilir. Eğer kelime başında elif-lam varsa o kelime marife olur, yoksa nekra olur. Mesela, “racul” dediğimizde her hangi bir adam anlaşılır. Ama “er-racul” dediğimizde belli bir adam kastedilir. Bunun İngilizcede karşılığı, “The” ön ekidir.
Misal olarak şu iki âyete bakalım:
وَلَهَا عَرْشٌ عَظِيمٌ “Onun çok büyük bir arşı var.”
اَللّٰهُ لآَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ “Allah, kendisinden başka hiç bir ilâh olmayandır. Büyük Arş’ın Rabbidir.”134
“Arş” kelimesi “taht” anlamındadır. Birinci âyette Sebe Melikesi Belkıs’ın büyük bir arş’ı (tahtı) olduğundan söz edilir. Ancak burada arş kelimesi elif-lamsız getirilmiştir. İkinci âyette ise, elif-lam ile büyük arş’ın Allah’a ait olduğu nazara verilir. İnsanların insanlar içinde bir saltanatı olur, ama asıl saltanat Allah’ındır. Çünkü görünüşte saltanat sahibi olanlara da hükmeden Odur. O, Meliku’l- müluktur ve Sultanlar Sultanıdır. Şu dünyada taht ve saltanat sahipleri olmakla beraber, onların taht ve saltanatları belli belirsizdir, ha var ha yoktur. Evveli yokluk ve sonrası zevaldir. Allah’ın tahtı ise ezeli ve ebedidir, layezâldir.
Hazf – zikir
Hazf ve zikr, birbirine mukabil iki Meânî ilmi terimidir. Hazf söylenilmesi icab etmeyen sözün ibarede zikredilmemesidir. Söz gelimi birini uğurlarken “güle güle…” deriz. Bu, “güle güle git” demektir. “Git” kelimesinin hazfı, mananın anlaşılmasına engel olmadığından hazfedilmiştir. Mesela, âyette حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ أُمَّهَاتُكُمْ “analarınız size haram kılınmıştır”135 buyrulur. Bununla kastedilen onlarla evlenmenin haram olmasıdır. Anlatılmak istenen husus açık olduğu cihetle, “nikâh” ibaresi hazfedilmiştir.
Hazfe misal olarak şu âyete de bakabiliriz. Kur’anda Cennet ehlinin mükâfatını beyan sadedinde şöyle buyrulur:
“Onlara orada ne isterlerse var…”136
“Mef’ulün terki tamim ifade eder” kaidesince, burada istedikleri şeylerin hazfedilmiş olması, o Cennette istedikleri her şeyi elde edeceklerini anlatır. Dolayısıyla, âyetin üslûbu, “Cennette acaba şu da var mı?” şeklinde hatıra gelebilecek bütün sorulara cevap niteliğindedir.
Zikir ise, söylenilmesi lazım gelen sözün ibarede bulundurulmasıdır.
Zikre misal olarak ise şu âyete bakabiliriz:
“Bugün mülk kimin? Vâhid – Kahhar olan Allah’ın”137
Pek çok tefsirde bu ilâhî hitabın kıyamet koptuğunda gerçekleşeceği ifade edilir. Artık dünyanın ömrü bitmiş, bütün saltanatlar sona ermiştir. Cenab-ı Hak “bugün mülk kimin?” dediğinde cevap verecek kimse kalmamıştır. Cenab-ı Hak kendisi “Vâhid-Kahhar olan Allah’ın” buyurur.
“Bugün mülk kimin?” sualine âyette “Allah’ın” denilmesi, cevap olarak kifayet ederdi. Bununla yetinilmeyip “Vâhid-Kahhar” isimlerinin de zikredilmesi, bir takım incelikleri ihtiva eder. Mesela
-O Vâhiddir, birdir. Mülk ve saltanatında şeriki yoktur.
-O Kahhardır, görünüşte mülk ve saltanat sahibi olanların mülklerini ellerinden alır, saltanatlarına son verir. Dünyada bunu peyder pey yapar, bundan dolayı hem mülk ve saltanat sahipleri, hem de onlara gıptayla bakanlar o mülk ve saltanatı gerçek zannederler. Ama kıyamet koptuğunda kimsenin ne mülkü kalır, ne de saltanatı…
Vakıa sûresindeki şu âyetlerde ise, zikir ve hazfın inceliklerinden birini birlikte görmek mümkündür. Şöyle ki: Cenab-ı Hak, tevhidi ifade sadedinde tohum ve yağmuru misal verip şöyle buyurur:
اَفَرَاَيْتُمْ مَا تَحْرُثُونَۜ ءَاَنْتُمْ تَزْرَعُونَهُٓ اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ
لَوْ نَشَٓاءُ لَجَعَلْنَاهُ حُطَامًا فَظَلْتُمْ تَفَكَّهُونَ اِنَّا لَمُغْرَمُونَۙ بَلْ نَحْنُ مَحْرُومُونَ
“Şimdi ektiğiniz tohumu gördünüz mü? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dilesek, elbette onu kuru bir çöp yapardık da şaşkınlık içinde şöyle geveleyip dururdunuz: Muhakkak biz çok ziyandayız! Daha doğrusu büsbütün mahrumuz!”
اَفَرَاَيْتُمُ الْمَٓاءَ الَّذ۪ى تَشْرَبُونَۜ ءَاَنْتُمْ اَنْزَلْتُمُوهُ مِنَ الْمُزْنِ اَمْ نَحْنُ الْمُنْزِلُونَ
لَوْ نَشَٓاءُ جَعَلْنَاهُ اُجَاجًا فَلَوْلاَ تَشْكُرُونَ
“Bir de içtiğiniz suyu gördünüz mü? Onu siz mi buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dilesek onu acı bir su yapardık. O halde şükretmeniz gerekmez mi?”138
Âyetlerin ilk kısmı, ekinden bahsetmektedir. Çiftçi, ekin için çalışır ve kendince çalışmasının karşılığında mahsûlü hak ettiğine inanır. Kendine düşen çalışmayı yapmış ve karşılığında kesin olarak hasat alacağını hesap etmektedir. Bir anlamda çalışmasının haklı gururu ile bekleme içinde olup, âdeta kimseye minneti yoktur. Oysa takdir her zaman Allah‘a aittir. Çalışma sadece bir sebeptir, sebeplerle yaratan ise ancak Allah’tır. Dolayısıyla havl ve kuvvetin ancak O’na ait olduğunu vurgulama gerekmektedir. Bundan dolayı bu kısımda meâlde “elbette” şeklinde ifade ettiğimiz (te’kid lâmı) gelmiştir. Bu harf tek başına yanlış bir inancı reddetme misyonu taşımaktadır.
Oysa âyetin ikinci kısmında durum farklıdır. Burası suyun indirilmesinden bahseder. İnsanoğlu da suya karşı daima acziyetini itiraf etmektedir. Yağmuru indirmek hakkında güçsüzlüğünü kendisi de bilir. Dolayısıyla bu anlayışı vurgulayacak (te’kid lâmına) gerek yoktur.139
Görüldüğü gibi, âyette bir tek harfin zikri veya hazfi nice belâğat nüktelerine ve mana ufuklarına bir pencere açmaktadır.
Amma Medine sûre ve âyetlerinin birinci safta muhatab ve muarızları ise, Allah’ı tasdik eden Yahudi ve Nasara gibi ehl-i kitap olduğundan mukteza-yı belâğat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan, sade ve vazıh ve tafsilli bir üslûbla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usûlünü ve imanın rükünlerini değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatın ve ahkâmın ve teferruatın ve küllî kanunların menşe’leri ve sebebleri olan cüz’iyatın beyanı lâzım geldiğinden, o sûre ve âyetlerde ekseriyetçe tafsil ve izah ve sade üslûbla beyanat içinde Kur’ana mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, birden o cüz’î teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz’î hâdise-i şer’iyeyi küllîleştiren ve imtisalini iman-ı billâh ile temin eden bir cümle-i tevhidiye ve esmaiye ve uhreviyeyi zikreder. O makamı nurlandırır, ulvîleştirir, küllîleştirir. Risale-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen
اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
اِنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ
وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ gibi tevhidi veya âhireti ifade eden fezlekeler ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâğat ve meziyetler ve cezaletler ve nükteler bulunduğunu Yirmibeşinci Söz’ün İkinci Şu’lesinin İkinci Nurunda o fezleke ve hâtimelerin pek çok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek, o hülâsalarda bir mu’cize-i kübra bulunduğunu muannidlere de isbat etmiş.
Âyet sonlarındaki “Muhakkak ki Allah, her şeye Kadîrdir.”140 “Muhakkak ki Allah, her şeye Alîmdir.”141 “O, Azîz – Rahîmdir.”142 “O, Azîz – Hakîmdir.”143 gibi fezlekelerde bulunan meziyetler, cezaletler ve nükteler Yirmi beşinci Söz’ün İkinci Şu’lesinin İkinci Nurunda ayrıntılarıyla beyan edilmiştir.
Kur’anın yaptırım gücü
Bediüzzamanın “cüz’î hâdise-i şer’iyeyi küllîleştiren ve imtisalini iman-ı billâh ile temin eden” ifadesinde çok önemli bir durum tesbiti vardır. Şöyle ki: Beşerî kanun maddelerinin yaptırım gücü olmaz, olsa olsa ceza kanunlarının caydırıcılık özelliği bulunur. Kanuna muhatap olan insanların o kadar da içten gelen bir coşkuyla kanunlara uydukları söylenemez. Pek çoğu “bazılarının yaptığı kanunlara niye uyayım ki?” bile diyebilir. Kur’andaki emirler ve yasaklarda ise durum farklıdır. Kur’anda kanun koyucu Allahtır. Allaha inanan biri açısından bu emir ve yasaklar bağlayıcıdır. “Rabbim böyle istiyor, başım gözüm üstüne” der, can u gönülden ilâhi kanunlara uyar. Oruç emrinde Müslümanların gün boyu yeme içmeyi terk etmeleri buna güzel bir misaldir. Keza samimi dindar kitlede içki ve uyuşturucu kullanımının olmaması, buna kuvvetli bir delildir.
Evet, Kur’an, o teferruat-ı şer’iye ve kavanin-i içtimaiyenin beyanı içinde birden muhatabın nazarını en yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirerek Kur’anı, hem bir kitab-ı şeriat ve ahkâm ve hikmet, hem bir kitab-ı akîde ve iman ve zikir ve fikir ve dua ve davet olduğunu gösterip her makamda çok makasıd-ı irşadiye ve Kur’aniyeyi ders vermesiyle Mekkiye âyetlerin tarz-ı belâğatlarından ayrı ve parlak mu’cizane bir cezalet izhar eder. Bazan iki kelimede mesela رَبُّ الْعَالَمِينَ ve رَبُّكَ de, رَبُّكَ tabiriyle ehadiyeti ve رَبُّ الْعَالَمِينَ ile vâhidiyeti bildirir. Ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder.
Şeriat dersinden tevhid dersine
Şeriat denildiğinde daha çok dinin ahkâm kısmı anlaşılır. Kur’an-ı Kerîm, dinin hükümlerini beyan ederken sadece “şu helaldir, bu haramdır” deyip bırakmaz, o hükümlerin beyanı içinde tevhid hakîkatini de ders verir. Örnek olarak, boşanma ile ilgili hükümlerin yer aldığı Talak Sûresinin ilk sayfasına bakalım:
يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ
1-“Ey Peygamber!”
إِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ فَطَلِّقُوهُنَّ لِعِدَّتِهِنَّ “Kadınları boşadığınızda onları iddetleri içinde boşayın.”
Âyette nida Hz. Peygambere, hitap ise hüküm itibarıyla umumadır. Çünkü O, ümmetinin önderidir, O’na olan nida, onlara yapılmış gibidir. Âyetteki “boşadığınızda” ifadesi, “boşamak istediğinizde” manasınadır.
وَأَحْصُوا الْعِدَّةَ “Ve iddeti de sayın.”
Bu, üç hayız müddetidir.144
وَاتَّقُوا اللَّهَ رَبَّكُمْ “Rabbiniz olan Allah’tan korkun.”
لَا تُخْرِجُوهُنَّ مِنْ بُيُوتِهِنَّ “Onları evlerinden çıkarmayın.”
İddetleri bitinceye kadar onları meskenlerinden çıkarmayın.
وَلَا يَخْرُجْنَ “Ve kendileri de çıkmasınlar.”
Ama karı-koca bu hususta aralarında anlaşırlarsa, kadın bu süreyi kocasının evi dışında da bekleyebilir. “Onları evlerinden çıkarmayın ve kendileri de çıkmasınlar” ifadesi, onların iddet müddetince kocalarının evinde durma hakları olduğuna delâlet eder.
إِلَّا أَنْ يَأْتِينَ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ “Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali müstesna.”
Bu, “çıkarmayın” hükmünden bir istisnadır. Böyle bir hâl, -serkeşlikte olduğu gibi- onların evde kalma haklarını ortadan kaldırır.
وَتِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır.”
İşte bu bahsi geçen hükümler, Allah’ın koyduğu sınırlardır.
وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللَّهِ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ “Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz nefsine zulmetmiş olur.”
Her kim Allah’ın koyduğu sınırları aşsa, kendini cezaya maruz bırakmakla nefsine zulmetmiş olur.
لَا تَدْرِي لَعَلَّ اللَّهَ يُحْدِثُ بَعْدَ ذٰلِكَ أَمْرًا “Bilemezsin, olur ki Allah bundan sonra bir durum ortaya çıkarıverir.”
Âyette “olur ki…” ile ifade edilen durum, kişinin boşamak istediği hanımına rağbetidir.145
فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ
2-“Sürelerinin sonuna vardıklarında onları güzelce tutun.”
Hanımlarınız iddetlerinin sonuna yaklaştıklarında ya güzel bir muaşeret ve uygun bir infakla onlara dönün.
أَوْ فَارِقُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ “Yahut güzellikle onlardan ayrılın.”
Veya haklarını vererek ve zarar vermekten kaçınarak güzellikle ayrılın, iddeti biterken kendileriyle beraber olup iddet müddetini uzatmak gibi hâllerden kaçının.
وَأَشْهِدُوا ذَوَى عَدْلٍ مِنْكُمْ “İçinizden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun.” Onlara dönmenizde veya evlilik bağını kesmenizde, şüpheden uzak kalmak ve çekişmeyi kesmek için içinizden âdil iki kimseyi şahit tutun.
وَأَقِيمُوا الشَّهَادَةَ لِلّٰهِ “Şahitliği Allah için yapın.”
Ey şahitler! İhtiyaç olduğunda Allah rızası için şahitlik yapın.
Bununla şahit tutmak ve şahitliği hakkıyla yapmak hususunda bir teşvik yapılmaktadır.
ذَلِكُمْ يُوعَظُ بِهِ مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ “İşte Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimseye öğütlenen budur.”
Bu öğüdün “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse için” olması, bundan faydalananın böyle kimseler olması ve âyetin onlara hitap etmesinden dolayıdır.
وَمَنْ يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًا “Kim Allah’tan korkarsa, ona bir çıkış yolu açar.”
وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ
3-“Ve ummadığı yerden onu rızıklandırır.”
Önceki âyetlerde sarih ve zımnî olarak bazı nehiyler yer almıştı. Hayız hâlinde iken hanımını boşamak, iddetini bekleyen hanımına zarar vermek, evden çıkarmak, Allah’ın koyduğu sınırları aşmak, şahitlikte bulunurken bazı şeyleri gizlemek, yapacağı şahitlikten dolayı menfaat teminine çalışmak gibi… Bu cümle ve evvelindeki cümle ile bunlardan sakınmaya bedel Allah’ın eşlere sıkıntı ve gamlardan bir çıkış yolu göstereceği ve sakınan kimsenin hatırına gelmez bir şekilde rızıklandıracağı vaat edildi.
Hz. Peygamberden bu âyetle ilgili şöyle rivayet edilir:
“Ben Kur’anda bir âyet biliyorum, şayet insanlar onu alsalar kendilerine yeter.” Hz. Peygamber bu âyeti okumuş ve ardından da tekrarlamıştır.
وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ “Kim Allah’a tevekkül etse, kendisine yeter.”
إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ “Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir.”
Allah’ın murat ettiği bir şeyin gerçekleşmemesi düşünülemez.
قَدْ جَعَلَ اللّٰهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا “Allah her şey için bir ölçü koymuştur.”
Âyet, tevekkülün vücubunu beyan eder ve daha önce nazara verilen boşamanın belli bir zaman dilimine yayılması ve bu müddeti sayma emrini de takrir eder. Bu âyetin devamında bildirilen miktarlara da bir hazırlık mahiyetindedir.
وَاللَّائِي يَئِسْنَ مِنَ الْمَحِيضِ مِنْ نِسَائِكُمْ إِنْ ارْتَبْتُمْ
فَعِدَّتُهُنَّ ثَلَاثَةُ أَشْهُرٍ وَاللَّائِي لَمْ يَحِضْنَ
4-“Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdetini görmemiş bulunanlardan eğer şüphe ederseniz (iddetlerinin nasıl olacağında tereddüt ederseniz), onların bekleme süresi üç aydır.”
Rivayete göre “Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hâli beklerler…”146 âyeti nazil olunca “hayız görmeyenlerin iddeti ne kadar?” diye soruldu, âyet bu münasebetle nazil oldu.
وَأُوْلَاتُ الْأَحْمَالِ أَجَلُهُنَّ أَنْ يَضَعْنَ حَمْلَهُنَّ “Hamile olanların bekleme süresi ise, doğum yapmalarıdır.”
Bu hüküm, hem boşanmış hanımlara, hem de kocası ölmüş hanımlara geneldir. “İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler.”147 âyetinde kocası ölmüş hanımların dört ay on gün beklemeleri nazara verilir. Buradaki âyeti geneli üzere değerlendirmek, diğerini geneli üzere değerlendirmekten daha evlâdır.148
وَمَنْ يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَلْ لَهُ مِنْ أَمْرِهِ يُسْرًا “Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.”
Her kim Allah’ın hükümlerinde O’ndan korkar ve o hükümlerin hukukunu gözetirse, Allah ona işini kolaylaştırır ve onu hayırda muvaffak kılar.
ذٰلِكَ أَمْرُ اللَّهِ أَنزَلَهُ إِلَيْكُمْ
5-“Bu, Allah’ın size indirdiği emridir.”
وَمَنْ يَتَّقِ اللَّهَ يُكَفِّرْ عَنْهُ سَيِّئَاتِهِ وَيُعْظِمْ لَهُ أَجْرًا “Kim Allah’tan korkarsa, onun kötülüklerini örter ve mükafatını büyütür.”
Çünkü başka bir âyetin bildirdiği gibi, “iyilikler kötülükleri giderir.”149
Görüldüğü gibi, boşanmayla alâkalı hükümlerin yer aldığı bu kısım, sadece emir ve yasakların ardarda sıralanması şeklinde olmayıp tevhid, tevekkül gibi çok önemli dersleri de ihtiva etmektedir.
Ehadiyet içinde Vâhidiyet
Allah, âlemlerin Rabbidir, yani her şeyi terbiye eden Odur. Üstte geçen “Âlemlerin Rabbi” ve “Senin Rabbin”150 ifadelerinde, “Senin Rabbin” tabiriyle ehadiyeti ve “Âlemlerin Rabbi” ile vâhidiyeti bildirir. Yani, “ey Peygamber! Seni terbiye eden kim ise, her şeyi ve bütün âlemleri terbiye eden de Odur.”
Benzeri bir manayı Ashab-ı Kehfin aşağıdaki ifadelerinde görürüz. Bu gençler putperest hükümdarın huzurunda, tevhid hakikatini şöyle haykırırlar: “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O’ndan başkasını asla ilâh olarak kabul etmeyeceğiz.”151
Yani, gökleri ve yeri terbiye eden kim ise, bizi terbiye eden de Odur. Her şeye Rab olmayan, bize Rab olamaz, “sizi ben terbiye ettim” diyemez. Allah’ın gökleri ve yeri terbiye etmesi Vâhidiyet, her bir varlık ile birebir ilgilenmesi ise Ehadiyet tecellisidir.
Keza, koca ağacın meyvesinde bütün özellikleriyle bulunması gibi, şu muhteşem kâinat ağacı her bir insan meyvesinde bulunmaktadır. Birincisi Vâhidiyet, ikincisi ise Ehadiyet tecellisidir. Hz. Peygamber (asm) en seçkin varlık olması itibarıyla, Ehadiyetin en parlak tecellisine mazhardır.
Hattâ bir cümlede; bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, Güneş’i dahi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar. Mesela: خَلَقَ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضَ âyetinden sonra يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَ يُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ âyetinin akabinde وَ هُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ der. “Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde kalbin dahi hatıratını bilir, idare eder.” der, tarzında bir beyanat cihetiyle o sade ve ümmiyet mertebesini ve avamın fehmini nazara alan o basit ve cüz’î muhavere, o tarz ile ulvî ve cazibedar ve umumî ve irşadkâr bir mükâlemeye döner.
Sadelik içinde derinlik
Kur’an, sadelik içinde bir derinliğe sahiptir. Vahidiyet ve Ehadiyet gibi derin konuları anlatırken, avamın da anlayabileceği tarzda anlatır. Mesela yerin ve göklerin yaratılışından bahsederken aynı âyette Allahın kalplerde olanları gayet iyi bilmesini de nazara verir:
هُوَ الَّذ۪ى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ ف۪ى سِتَّةِ اَيَّامٍ “O Allah ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı.”
Altı gün, yaratılışın altı merhalesini ifade eder.
ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ “Sonra arş’a istivâ etti.”
Arş, taht anlamında olup mecazen ilahi saltanat ve tasarrufu anlatır.
يَعْلَمُ مَايَلِجُ فِى اْلاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ ف۪يهَۜا“Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve onda yükseleni bilir.”
O, tohum gibi yere girenleri, ekin gibi topraktan çıkanları, yağmur gibi gökten inenleri ve buhar gibi göğe yükselenleri hep bilir.
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَاكُنْتُمْۜ “Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.”
وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ “Ve Allah yaptıklarınızı görendir.”
Önce göklerin ve yerin yaratılmasının nazara verilip, ardından Allahın her şeyi bilmesine geçilmesi, yaratmanın bilmeye delaleti yönündendir. Yaratan, bilir yaratır. Bir şeyin varlığı, her şeyden önce onunla ilgili bilmeyi gerektirir.
لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِۜ “Göklerin ve yerin mülkü (hâkimiyeti) O’nundur.”
Göklerin ve yerin mülkünün Allaha ait olduğu bu sûrenin ikinci âyetinde de geçmiş, orada hayatı vermesine mukaddime yapılmıştı. Burada da bütün işlerin Onda bittiğine mukaddime yapıldı. Yani, her şeye mâlik olmayan ve onlarda hükmetmeyen birisi, ne hayatı verebilir, ne de her şeye merci olabilir. Dolayısıyla her şey hem yaratılmasında, hem de devamında daima Ona muhtaçtır.
وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ اْلاُمُورُ “Ve bütün işler Allaha döndürülür.”
يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ “Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar.”
وَهُوَ عَل۪يمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ “Ve O, sadırlarda olanı bilendir.”152
Sinelerin derinliklerinde neler olduğunu bilir.
Ehemmiyetli Bir Sual: “Bazan bir hakîkat, sathî nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz’î ve âdi bir hâdiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm edilir. Mesela: “Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm, kardeşini bir hile ile alması” içinde وَفَوْقَ كُلِّ ذِى عِلْمٍ عَلِيمٌ diye gayet yüksek bir düsturun zikri, belâğatça münasebeti görünmüyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?”
Elcevab: Her biri birer küçük Kur’an olan ekser uzun sûre ve mutavassıtlarda ve çok sahife ve makamlarda yalnız iki-üç maksad değil, belki Kur’an mahiyeti, hem bir kitab-ı zikir ve iman ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek rububiyet-i İlâhiyenin her şeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebirinin bir nevi kıraatı olan Kur’an, elbette her makamda, hattâ bazan bir sahifede çok maksadları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve iman hakîkatlarından ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, mesela zahirce zaîf bir münasebetle, başka bir ders açar ve o zaîf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler. O makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâğatı yükseklenir.
Hîle-i şer’iyye
“Hazret-i Yusufun, kardeşini bir hile ile alması” olayı, Yusuf Sûresinde 69- 83. âyetler arasında anlatılır. Kardeşi Bünyamini yanında tutmak istemiş, ancak o zamanki Mısır kanunlarına göre yanında tutamayacağı için Kenan diyarında onların uygulamasını sormuş ve verdikleri cevaba göre işlem yapmıştır. Hz. Yusufun kardeşini bu şekilde yanında tutması anlatıldıktan sonra, Kur’an şu küllî düsturu ifade eder:
“Her bilenin üstünde bir bilen vardır”153
Bu ifade, Türkçede “akıl akıldan üstündür” diye anlatılan bir manayı ders verir. Veya âyet sonundaki “Alîm”den murat Allah olabilir. Yani Allahın verdiği akılla insanlar bazı şeyleri bilirler, ama Allah en iyi bilendir.
Hîle kelimesi Türkçede menfi bir anlamı çağrıştırır. Hâlbuki kelime olarak “çözüm, çare, beceriklilik, bir çıkış yolu bulmak” demektir. Hatta bu kelime, “hîle-i şer’iyye” şeklinde fıkhî bir kavramda da yer alır. “Hîle-i şer’iyye”, amel ve tasarrufları şekil ve dış görünüş bakımından fıkha uygun düşürmek için bulunan yollar, çâreler, çıkış noktaları demektir. Bu noktadan baktığımızda, farklı mezheplerin olması dinde bir kolaylık sebebi olmuştur. Öyle ki, bir mezhepte çıkış bulunamayan bir meseleye, bir başka mezhepte çözüm üretilebilmektedir. Bu konunun en meşhur misali, Hz. Eyyubun yaptığı yemine yönelik, taraf-ı ilâhîden gösterilen çözümdür. Şöyle ki: “Ve (Eyyuba dedik:) Eline bir demet sap al ve onunla vur. Yeminini bozma.”154
Rivayete göre, Hz. Eyyubun hastalık günlerinde hanımı bir ihtiyaç için dışarı çıkmış, ama geç gelmişti. Hz. Eyyub, şayet iyileşirse ona yüz sopa vuracağına yemin etti. Allah, yemini hususunda böyle bir çözüm gösterdi.155 Böyle haller, Kitapta olmayan meseleleri kitabına uydurmak değil, zor durumlarda bir çıkış yolu bulmaktır.
İkinci Bir Sual: “Kur’anda sarihan ve zımnen ve işareten, âhiret ve tevhidi ve beşerin mükâfat ve mücazatını binler defa isbat edip nazara vermenin ve her sûrede, her sahifede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?”
Elcevab: Daire-i imkânda ve kâinatın sergüzeştine ait inkılablarda ve emanet-i kübrayı ve hilafet-i arziyeyi omuzuna alan nev’-i beşerin şekavet ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehşetli mes’elelerinden en azametlilerini ders vermek ve hadsiz şüpheleri izale etmek ve gayet şiddetli inkârları ve inadları kırmak cihetinde elbette o dehşetli inkılabları tasdik ettirmek ve o inkılablar azametinde büyük ve beşere en elzem ve en zarurî mes’eleleri teslim ettirmek için Kur’an, binler defa değil, belki milyonlar defa onlara baktırsa yine israf değil ki, milyonlar kere tekrar ile o bahisler Kur’anda okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez.
İnsanın sorumluluğu
İnsan, unutkan bir varlıktır. Vazifelerinde genelde gevşektir. Bir defa söylenmesiyle görevini düzgün yapanlar sayıca çok değillerdir. Böyle olunca Kur’anda Allah’a iman ve ahirete iman konuları tekrar be-tekrar ele alınmış, çok farklı yönleriyle açıklamalar yapılmıştır.
Üstteki cevapta şu üç nokta öne çıkmaktadır:
1-İnsanın omzunda Allah’a muhatap ve arza halife olmak gibi büyük sorumluluklar vardır. Dolayısıyla meselenin azameti haysiyetiyle çok tekrarlar yapılmış, insanın sorumluluğunun büyüklüğü hissettirilmiştir.
2-Allah’a ve ahirete iman gibi konular, içinde pek çok soruları barındırır. Gaybî konular olması itibarıyla, muhatabın aklına çok sorular gelebilir. Bütün bu şüpheleri gidermek, bu konuların çeşitli yönleriyle ele alınmasıyla mümkündür.
3-İnsan, kendi mahiyetinde yer alan nefis itibarıyla hem inkârcı, hem de inatçıdır. Onun inkâr ve inadının kırılması; tevhid, haşir, insanın görevleri gibi konuların tekrarını gerektirir.
Mesela: اِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْكَب۪يرُۜ âyetinin gösterdiği müjde-i saadet-i ebediye hakîkatı, bîçare beşere her dakika kendini gösteren hakîkat-ı mevtin hem insanı, hem dünyasını, hem bütün ahbabını i’dam-ı ebedîsinden kurtarıp ebedî bir saltanatı kazandırdığından, milyarlar defa tekrar edilse ve kâinat kadar ehemmiyet verilse yine israf olmaz, kıymetten düşmez.
İşte bu çeşit hadsiz kıymetdar mes’eleleri ders veren ve kâinatı bir hane gibi değiştiren ve şeklini bozan dehşetli inkılabları tesis etmekte iknaa ve inandırmaya ve isbata çalışan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan elbette sarihan ve zımnen ve işareten binler defa o mes’elelere nazar-ı dikkati celbetmek; değil israf, belki ekmek, ilâç, hava, ziya gibi birer hacet-i zaruriye hükmünde ihsanını tazelendirir.
Cennet müjdesi
İnsan, şu dünya hayatında pek çok çilelere maruz kalır, sıkıntılar yaşar. Keza daima çevresinde ölüm olaylarıyla karşılaşır, sevdiklerinden ayrılır. Bundan dolayı Kur’an ölüm sonrasına sıkça dikkat çeker, ehl-i imanı ölüm sonrasında cennetin beklediğini anlatır. Mesela:
“İmân eden ve salih ameller yapanlar için, altından ırmaklar akan Cennetler vardır. İşte bu, pek büyük bir kurtuluştur.”156
Böyle hakikatlere insanın hava ve su gibi ihtiyacı vardır. Bu yüzden bu tür hakikatler Kur’anda sıkça tekrar edilmiştir.
Hem mesela: اِنَّ الْكَافِرِينَ فِى نَارِ جَهَنَّمَ ve اَلظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ gibi tehdid âyetlerini Kur’an gayet şiddetle ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise; -Risale-i Nur’da kat’î isbat edildiği gibi- beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlûkatın hukukuna öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anasırı hiddete getirip tufanlar ile o zalimleri tokatlıyor. Ve اِذَا اُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِىَ تَفُورُ تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ âyetinin sarahatıyla o zalim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor.
İşte böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasına değil, belki zalimane cinayetinin azametine ve kâfirane tecavüzünün dehşetine karşı Sultan-ı Kâinat kendi raiyetinin hukuklarının ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyarlar ile tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar her gün usanmadan kemâl-i iştiyakla ve ihtiyaçla okurlar.
Cehennemin öfkesi
Kur’an, cennet ile müjdelediği gibi, cehennem ile korkutur, onu netice verecek amellerden insanları sakındırır. Mesela:
“İnkâr edenler için şüphesiz Cehennem ateşi vardır”157
“Zâlimler için pek elim bir azap vardır”158
“O Cehenneme atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı korkunç uğultuyu işitirler. O (Cehennem), neredeyse öfkeden paramparça olacak!”159
Üstteki âyette “O (Cehennem), neredeyse öfkeden paramparça olacak!” denilirken, Cehenneme öfkelenme nisbet edilmiştir. Âyet, cehennemin kâfirlere karşı şiddetle yanıp tutuşmasını temsilî bir üslûbla ifade eder. Bundan murat, zebanilerin öfkesi olması da caizdir.
Âyet metninde geçen “şehîk” kelimesi, eşeğin nefesini içine alırken çıkardığı çirkin ses için de kullanılır. Bu şekilde iç ürperten nahoş bir ses, cehennem azabının unsurlarından biridir. Korku filmlerinde dev karakteri tasvîr edilirken sesinin korkunçluğu da göz ardı edilmez. Cehennem devi de, kendisine gönderilen inkârcıları âdeta sabırsızlıkla beklemekte, feveran ve galeyan hâlinde çıkardığı o korkunç sesle, kendisine gönderilenleri karşılamaktadır.
Cenab-ı Hak, kâfirler Cehenneme atıldığında sorar: “Doldun mu?” Cehennem cevap verir: “Daha yok mu?”160
Edebiyatta teşhis ve intak san’atları vardır. Teşhis, insan dışındaki varlıklara şahsiyet verip onları insan gibi duygulandırmak; intak ise, onları konuşturmaktır.
Üstteki birinci âyette teşhis san’atı vardır, Cehennem’e öfke nispet edilerek, insanların bir özelliğiyle anlatılmıştır.
İkinci âyette ise intak vardır, Cehennem konuşturulmuştur.
Evet, her gün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, o geçici her bir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla “Lâ ilâhe illallah” cümlesini binler defa tekrar ile o değişen perdelere ve âlemlere her birisine bir “Lâ ilâhe illallah”ı lamba yaptığı gibi, öyle de:
O kesretli, geçici perdeleri ve tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve âyine-i hayatında in’ikas eden sûretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde şahid olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelî’nin şiddetli ve inadları kıran tehdidlerini, her vakit Kur’anı okumakla tahattur edip, nefsin tuğyanından kurtulmaya çalışmak hikmetiyle, Kur’an gayet mu’cizane tekrar eder ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrarla tehdidat-ı Kur’aniyeyi hakîkatsız tevehhüm etmekten, şeytan bile kaçar. Ve “onları dinlemeyen münkirlere Cehennem azabı ayn-ı adalettir”, diye gösterir.
“Lâ ilâhe illallah” lambası
Zifiri karanlık bir odaya girdiğimizde, içerideki hiç bir şeyi göremeyiz. Lambayı açtığımızda ise, her şey karşımızda arz-ı endam eder, onları muhtelif renkleriyle rahatlıkla görürüz. İşte, kâinat o karanlık oda gibidir. “Lâ ilâhe illallah” ise bir lamba misalidir. Tevhidi ilan eden bu ibarenin nuruyla âleme baktığımızda, her şey aydınlanır. Bütün varlıklar Allah’ın birer memuru olarak vazifesinin başında görülür.
Nefsin tuğyanı
Denizin sularının kabarması gibi durumlar “tuğyan” kelimesiyle ifade edilir. Böyle hallerde deniz kabarır, tufan olur, tsunami olur, önüne geleni yıkar, devirir. Bu kelime insan için kullanıldığında onun taşkınlığını anlatır. Şehvet ve gadap gibi duyguları kabaran biri artık nefsine hâkim olamaz, dinin ölçülerini uygulayamaz.
Tağut ve tuğyan kelimeleri aynı kökten gelir. “Tağut” ifadesi Allah yerine ikame edilen her şeyi içine alır.161 Şeytan bir tağuttur. Şeytanın yolunda giden Firavun misali kişiler, birer tağuttur. Terbiye edilmemiş nefisler, birer tağuttur… Kur’an-ı Kerim, “hevâsını ilah edineni gördün mü…?”162 âyetiyle nefsin kötü arzularının putlaştırılmasına işaret eder.
İşte Kur’an nefsin tuğyanını, azgınlığını kırmak için devamlı ona uyarılar yapar, isyan ve tuğyanının vahim sonuçlarını gösterir, böylece o asi nefsi şeriatın hükümlerine boyun eğer bir hale getirmeye çalışır.
Hem mesela: Asâ-yı Musa gibi çok hikmetleri ve faideleri bulunan kıssa-i Musa’nın (as) ve sair enbiyanın kıssalarını çok tekrarında, risalet-i Ahmediyenin hakkaniyetine bütün enbiyanın nübüvvetlerini hüccet gösterip onların umumunu inkâr edemeyen, bu zâtın risaletini hakîkat noktasında inkâr edemez hikmetiyle ve herkes her vakit bütün Kur’anı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından her bir uzun ve mutavassıt sûreyi birer küçük Kur’an hükmüne getirmek için ehemmiyetli erkân-ı imaniye gibi o kıssaları tekrar etmesi; değil israf belki mu’cizane bir belâğattır ve hâdise-i Muhammediye bütün benî-Âdemin en büyük hâdisesi ve kâinatın en azametli mes’elesi olduğunu ders vermektir.
Peygamber kıssaları
Hz. Peygamber ilk defa nübüvvet iddiasında bulunan biri değildir. Hz. Âdemden beri insanlık âleminde hemen her toplumda Allahın elçisi olan peygamberler çıkmış, insanlara rehberlik yapmışlardır. Arılara ve karıncalara içlerinden lider çıkaran ilahi hikmet, insanlardan da bazılarının diğerlerine elçi olarak gönderilmesini gerektirmiştir. Kur’an, başından sonuna tevhidi anlattığı gibi, yine başından sonuna nübüvveti de anlatır. Yüzlerce Kur’an âyeti peygamberlere olan ihtiyacı, onlara yüklenen fonksiyonu ders verir, tek başına aklın metafizik meselelerde yeterli olmayacağını bildirir. Peygamberler gönderilmese insanlar vazifelerini bilemez, neyin helal neyin haram olduğunu ayırt edemez ve diğer âlemde “neden görevlerinizi yapmadınız?” diye sorulduğunda “ya Rabbi, sen bize görevlerimizi bildirmedin ki!” deme hakkına sahip olurlardı.
Dolayısıyla, tevhid ne kadar gerçekse nübüvvet de o kadar gerçektir. “Ben Allaha inanıyorum” diyen birisi “peygamberler ve mesajları beni ilgilendirmiyor, aklım bana yetiyor” deme lüksüne sahip değildir. Çünkü bozulmamış bir akıl “peygamberlere ihtiyaç yok” demez ve diyemez. Aksine “insanoğluna nübüvvet zorunludur” diye hükmeder.
İşte, Kur’an diğer peygamberleri anlatarak onların nübüvvetini Hz. Peygamberin nübüvvetine delil yapar.
Hâdise-i Muhammediye
Bu âlem yaratılmazdan önce her şey yokluk karanlığında idi. “Allah’ın ilk yarattığı, benim nurumdur.”163 hâdis-i şerifinin haber verdiği gibi, Cenâb-ı Hakk ilk mahlûk olarak Nur-u Muhammedîyi yarattı.
Nur-u Muhammedî, tabir caizse hilkat ağacının çekirdeği mesabesinde oldu. Hz. Peygamberin risaletiyle de en münevver meyvesini verdi.
Tabiatta pek çok İlâhî kanunlar vardır. Bu kanunlardan biri de, ıstıfadır. Yâni varlık âleminde devamlı bir seçilme, bir sâfileşme söz konusudur. Hamdi Yazır, bunu şöyle ifade eder: “Hilkat, mutlak bir ıstıfaya müteveccihtir.”164
Varlığı bir piramide benzetirsek, bu piramidin en geniş kısmında cansızlar yer alır. Bir üst kademede bitkiler, onların üstünde hayvanlar yer alır. Sonra insanlar gelir. İnsanlardan peygamberler seçilir. Peygamberler içinde beş tanesi “ulu’l-azm” tabir edilen daha üst kademede yer alır. Onlardan da Hz. Muhammed (asm) seçilmiştir. Peygamberimizin bir adı olan Mustafa, böyle bir seçilmişliği ifade eder. O, varlık piramidinin zirve şahsiyetidir. İşte böyle bir zatın âleme teşrifi, elbette âlemdeki en büyük bir olaydır.
Evet, Kur’anda Zât-ı Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi içine almakla “Lâ ilâhe illallah” rüknüne denk tutulan “Muhammedün rasulullah” ve risalet-i Muhammediye kâinatın en büyük hakîkatı ve Zât-ı Ahmediye, bütün mahlûkatın en eşrefi ve hakîkat-ı Muhammediye tabir edilen küllî şahsiyet-i maneviyesi ve makam-ı kudsîsi, iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makama liyakatına pek çok hüccetler ve emareleri, kat’î bir sûrette Risale-i Nur’da isbat edilmiş. Binden birisi şudur ki:
اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakîkatlarını, getirdiği nur ile nurlandırması, değil yalnız cinn, ins, melek ve zîhayatı, belki kâinatı, semavat ve arzı minnetdar eylemesi ve istidad lisanıyla nebatatın duaları ve ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanatın duaları gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle milyonlar, belki milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul olan suleha-yı ümmeti her gün o zâta salât ü selâm unvanıyla rahmet duaları ve manevî kazançlarını en evvel o zâta bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur’anın üçyüzbin harfinin her birisinde on sevaptan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden yalnız kıraat-ı Kur’an cihetiyle defter-i a’maline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle o zâtın şahsiyet-i maneviyesi olan hakîkat-ı Muhammediye, istikbalde bir şecere-i tûbâ-i Cennet hükmünde olacağını Allâm-ül Guyub bilmiş ve görmüş, o makama göre Kur’anında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyetle ve sünnetine ittiba ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mes’ele-i insaniye göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbânın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini arasıra nazara almasıdır.
“Muhammedün rasulullah” hükmünün dört iman rüknünü içine alması
Kelime-i şehadette “Muhammedün rasulullah” deriz. “Muhammed Allah’ın elçisidir” manası,
-Allah’a imanı,
-meleklere imanı,
-kitaplara imanı
-ve peygamberlere imanı tazammun eder.
Çünkü O, Allah’ın elçisidir. Kendisine vahyi getiren Cebrail, bir melektir. Elindeki Kur’an, ilâhî kitaplardan bir kitaptır ve kendisi, Allah’ın peygamberlerinden bir peygamberdir.
Sebep olan yapmış gibidir
Suçun ve mükâfatın şahsiliğini ifade babında söylenen “Her koyun kendi bacağından asılır” diye meşhur bir söz vardır. Kur’andaki “Hiç bir günahkâr başkasının günahını çekmez”165 âyetini de bu bağlamda evrensel bir düsturu beyan etmektedir. Ancak bazan bu mana ferdî mes’uliyet noktasında yanlış anlaşılabilmektedir. Hamdi Yazır, bu konuda şu açıklamayı yapar:
“Böyle demek, ‘günahın failinden başka kimseye zararı olmaz’ demek değildir. Ancak, ‘her fiil failine nisbet olunur ve her günahın alâkadar olanlara alâkaları nisbetinde taallûku bulunur’ demektir.”166
Meselenin her iki yönünün beraber anlatıldığı şu âyetlerde ise şöyle bildirilmektedir:
“İnkâr edenler iman edenlere, ‘Yolumuza uyun, sizin hatalarınızı yüklenelim’ derler.
Hâlbuki onların hatalarından hiç bir şey yüklenecek değillerdir.
Şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır.
Andolsun, onlar mutlaka kendi yüklerini ve kendi yükleriyle beraber nice ağır yükleri yükleneceklerdir.
Uydurmakta oldukları şeylerden de kıyamet günü şüphesiz sorguya çekileceklerdir.”167
Gerçek şu ki, onlar kendi yaptıkları hataların ağırlıklarını yüklenecekler. Ayrıca, yoldan saptırma ve günaha teşvik ile saptırdıkları kimselerin günah ağırlıklarını da yüklenecekler. Ama onların diğerlerinin günahlarını yüklenmesi, onlara uyan kimselerin günahlarından bir şey eksiltmeyecek. Kıyamet günü de kendisiyle yoldan saptırdıkları bâtıl şeylerden tek tek suale çekilecekler.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurur:
“Kim İslam’da iyi bir çığır açarsa açtığı çığırın ecri ve -sevaplarından hiç bir şey eksilmeksizin- kendisinden sonra onunla amel edenlerin ecirleri ona aittir. Kim de İslam’da (Müslümanlar içinde) kötü bir çığır açarsa, açtığı çığırın günahı ve -günahlarından bir şey eksilmeksizin- kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları ona aittir.”168
Hakîkat-ı Muhammediye
Hakîkat-ı Muhammediye, ilk yaratılan ve Allah’a en ziyade muhatap olan varlığın Hz. Muhammed (asm) olmasıdır. O, varlığın en esaslı özüdür ve Allah’a en sevgili bir kuldur. Bir kudsî hadiste Allah Teâlâ Hz. Peygambere hitaben şöyle buyurur: “Sen olmasaydın ben felekleri (âlemi) yaratmazdım.”169 Bir hadiste ise, ilk yaratılanın nur-u Muhammedî olduğu nazara verilir.170 Bu iki rivayet hadis kriterleri açısından zayıf görülmekle beraber, pek çok âlim tarafından sahih bir mananın tercümanı olarak değerlendirilmiştir.
Âlem bir ağaca benzetilirse, Hz. Peygamberin nuru bu hilkat ağacının çekirdeği mesabesinde olmuştur.
Bunu kabul etmenin Hz. Peygamberin “beşer peygamber” olmasına münafi olduğunu düşünenler varsa da, insanın ruh ve cesetten meydana geldiğini nazara alırsak, ruhu kabul etmenin cesedi inkâr anlamına gelmediğini hatırlayabiliriz.
Hz. Peygamberin sünnetine ittiba
Kur’anın bildirdiği en önemli hakikatlerden birisi, Hz. Peygamberin sünnetine uymaktır. Hz. Peygamber, Kur’anın ifadesiyle usve-i hasene’dir, yani örnek ve model insandır. Pek çok Kur’an âyeti, Ona itaati ve tabi olmayı gayet açık bir şekilde bizlere bildirir. Mesela:
“Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve kötülüklerden sakının.”171
“Kim Peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”172
“Peygamber size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının.”173
“Deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”174
“Hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”175
“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”176
Konumuz açısından şu âyete de dikkat çekmek istiyoruz:
“Ehl-i Kitaptan Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasulünün haram kıldıklarını haram kabul etmeyen ve Hak dini din olarak seçmeyenlerle, onlar zelil vaziyette kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”177
Burada âyetin “Allah ve Rasulünün haram kıldıklarını haram kabul etmeyen…” kısmı özellikle konumuza bakmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, Allah’ın haram kıldığı şeyler olduğu gibi, Peygamberin de haram kıldıkları vardır. Nitekim O şöyle buyurur: “Dikkat edin! Bana hem Kur’an verildi, hem de onun bir misli verildi.”178
Kur’anda yenilmesi yasak olanlara baktığımızda şu âyeti görürüz:
اِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْز۪يرِ وَمَٓا اُهِلَّ بِه۪ لِغَيْرِ اللّٰهِۚ “O (Allah), size ancak şunları haram kıldı: Meyte (boğazlanmadan ölen hayvan), kan, domuz eti, bir de Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar.”
Hz. Peygamber, burada bildirilenler dışında katır, merkep, köpek gibi hayvanlarla; kartal, atmaca, şahin ve doğan gibi yırtıcı kuşların etlerinin haram olduğunu da bildirmiştir.179
Şâri-i hakiki, Cenab-ı Hak’tır. Hz. Peygambere de mecazen “şâri” yani “hüküm koyucu” denilmektedir. Çünkü O da Allah’ın izniyle hüküm koymakta, “şu size helaldir, bu size haramdır” demektedir.
Buna göre, günümüzde bazılarının “Kur’an bize yeter” demeleri istikametli yolu yansıtmaz. Çünkü bunu söylerlerken “hadislerden pek de alacağımız bir şey yok” manasını kastederek söylemektedirler. Evet, Kur’an bize yeter, ama bu bizi Hz. Peygamberin sünnetinden müstağni kılmaz. Çünkü Kur’an elimizden tutar ve bizi Hz. Peygambere teslim eder.
Kur’anın bildirdiği üzere Hz. Peygamber hem tebliğ, hem de tebyin ile yani açıklamakla mükelleftir:
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.”180
“(Biz o peygamberleri) apaçık delillerle ve kitaplarla (gönderdik.) Sana da Zikri indirdik ki, insanlara indirileni açıklayasın.”181
Zikirden murat, Kur’andır. Kur’ana zikir denilmesi, bir öğüt ve tembih olmasındandır.
Hz. Peygamberin şefaatine mazhariyet
Şefaat kelimesi “aracı olmak, vasıta olmak” gibi anlamlarda kullanılır. Günümüzde İslâmi camiada hararetle tartışılan konulardan biridir. Aşağıdaki âyette şefaatin hem iyi, hem de kötü şekli nazara verilir:
“Kim güzel bir şefaatle şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap vardır. Kim de kötü bir şefaatle şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir günah vardır.”182
Şefaat-ı hasene, iyiliğe aracı olmaktır. Şefaat-ı seyyie ise kötülüğe aracı olmaktır. Burada şefaat kelimesi, lugat anlamı itibarıyla kullanılmıştır.
Istılah olarak ise, dünyada işlenen bazı günahların âhirette cezalandırılmasından vazgeçilmesi için Allah’tan talepte bulunmak, aracı olmak ve bunun için dua etmektir. Nitekim Hz. Peygamber, “Her Peygamberin bir duası vardır. Ben ise, inşaallah duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için saklamak istiyorum” buyurmuştur.183
Kur’an’da şefaati reddeden âyetler, müşriklerin tavırlarıyla ilgilidir. Şöyle ki: Arab müşriklerinde yaygın olan bir kanaate göre, kişinin doğrudan doğruya Rabbinden af dilemesi doğru olamazdı. Bu işe putların aracı olmaları gerekirdi. Yâni onlar, putları Allah katında şefaatçi kabul ediyorlardı. İşte şefaati reddeden âyetlerden bir kısmı bu bâtıl inancı yıkmak içindir. Mesela:
“Yoksa onlar Allah’tan başka şefaatçılar mı edindiler? De ki: Onlar hiç bir şeye güç yetiremez, akıl erdiremez olsalar da mı (onları şefaatçi edineceksiniz)!”184
Birçok âyetlerde ise şefaatin hak olduğu açıkça beyan edilir:
“O’nun huzurunda, kendisine izin verdiğinden başkasının şefaati fayda vermez.”185
“Göklerde nice melek vardır ki, Allah, dilediği ve razı olduğu kimseler için izin vermedikçe onların şefaati bir işe yaramaz.”186
Bu âyet-i kerîmelerin bildirdiği üzere, şefaat vardır, ama bu ancak Allah’ın izni ile ve O’nun razı olduğu kullara yapılabilir.
Kulun günahını ancak Allah affeder. Ama bu affı, dilediği seçkin kullarının hatırı için yapmakla onların şerefini bütün mahşer ehline ilân eder. Bu manaya en büyük mazhar Resulûllah Efendimizdir. Allah’ın O en sevgili kulu, mahşer meydanında Makam-ı Mahmud denilen ulvî bir makamda Allah’ın kendisine ilham ettiği ve o güne kadar duyulmamış hamd cümleleriyle O’nu tâzim edecek ve sonunda kendisine şefaat-i kübra izni verilecektir. O da Rabbinin affetmeyi dilediği kimselere şefaat edecektir.
Şefaatin olmayacağını söyleyenler, daha çok “kul ile Allah arasına aracı girmemesi” esasından yola çıkarlar. Kur’an âyetleri dikkatle okunduğunda, böyle bir görüşün isabetli olmadığı açıkça görülür. Şöyle ki:
Hz. Yakubun oğulları, kardeşleri Yusufa yaptıkları haksızlık sebebiyle pişman oldular, babalarına varıp “ey babamız, günahlarımız için Allah’a istiğfar eyle. Biz gerçekten büyük günah işlemiştik” dediler.
O da, “Sizin için daha sonra Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Şüphesiz O, Ğafur–Rahîm’dir” dedi.”187
Öte yandan Cenab-ı Hak Hz. Peygambere şöyle buyurur:
“Eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman sana gelip istiğfar ile Allah’tan bağışlanma dileyip istiğfar etselerdi ve peygamber de onlar için istiğfarda bulunsaydı, elbette Allah’ı Tevvab- Rahîm (tevbeleri kabul edici, merhametli) bulurlardı.”188
Görüldüğü üzere, hata ve günahlarla kendilerine yazık eden kimselerin Peygamberin yanına geldiklerinde istiğfarda bulunmaları, yani günahları için Allah’tan bağışlanma dilemeleri yanında Peygamberin de onlar için istiğfarda bulunması, yani bağışlanmaları için dua etmesi söz konusudur. Bu manada bir şefaat hiç de reddedilecek bir durum değildir.
Kaldı ki, Peygamberin ve kendisine şefaat yetkisi verilenlerin şefaati, kendilerinden olmayıp Allah’ın izniyledir. Hz. Azraile ölümle ilgili yetki verilmesi Onu Allah’a şerik kılmadığı gibi, Hz. Peygamberin ve kendisine şefaat yetkisi verilenlerin şefaati, onları günahları bağışlamada Allah’a şerik kılmaz. Bu meselede, yüce Allah’ın bildirdiği şu çizgiyi aşmamak gerekir:
“İzin vermesi dışında, Onun huzurunda kim şefaat edebilir?”189
Hz. Peygamberin beşeri ve manevi şahsiyeti
Kelime-i şehadette Hz. Peygamberin hem abd, hem rasul oluşuna şehadette bulunuruz. Bilsin veya bilmesin aslında her insan Allah’ın kuludur. Hatta “göklerde ve yerde olanların hepsi Rahman’a abd olarak varırlar”190 âyetinin hükmüyle, her varlık Allah’ın kuludur.
Kur’an-ı Kerîm, Hz. Peygamberin en ileri seviyede bir mazhariyeti olan miracı anlatırken, Hz. Peygamberden “abd” olarak bahseder: “Kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için, Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren (Allah), her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, Semi’- Basîrdir (işiten, görendir).“191
Âyette Hz. Peygamberin “abd” olarak nitelendirilmesi, ubudiyet makamıyla ulûhiyet makamının birbirine karıştırılmamasını ders verir.192 Yani, Hz. Peygamber en yüksek mertebeye bir kul olarak çıktı.
Bu yükseliş onu -hâşâ- İlâh yapmadı. O, miraçta da bir abd idi. Kur’anın başka âyetlerinde de Hz. Peygamberden abd olarak bahisler vardır. 193
Hz. İsanın ilk sözünün “ben Allah’ın kuluyum”194 olması, ubudiyetin şerefine delalet eder.195
Kur’an-ı Kerîm, bir şükür kahramanı olan Hz. Süleymanı ve bir sabır kahramanı olan Hz. Eyyubu “ne güzel kul” unvanıyla taltif eder.196
Müfessirlerin de dikkat çektikleri gibi, gerek Hz. Peygamberin, gerek diğer peygamberlerin “abd” olarak nitelendirilmeleri, “tekrim ve teşrif” içindir. Cenab- ı Hak bu ifade ile Allah’a kul olmanın mükerremiyetine ve şerefine dikkat çekmiştir.197
Hz. Peygamberin bu beşerî şahsiyeti, risaleti itibarıyla mazhar olduğu manevi şahsiyeti için bir çekirdek hükmündedir.
Hz. Peygamber beşeriyet yönüyle bizim gibi bir insandır. O da yer, içer, sıcaktan soğuktan etkilenir. Yarın ne olacak, ileride neler meydana gelecek, bilemez. Nitekim bir düğün esnasında cariyelerin “İçimizde yarın ne olacağını bilen bir peygamber var” şeklinde şiir okumalarına Hz. Peygamber müdahale etmiş, öyle demelerini menetmiştir.198
Bu noktada, Hz. Peygamberin zevcesi Hz. Aişe’nin şu hatırlatması da mühimdir:
“Kim, ‘peygamber yarın ne olacağını insanlara haber verir’ derse, Allah’a iftira etmiş olur.”199
Nitekim Hz. Peygamberin “Ben gaybı bilmem”200 şeklinde Kur’an’da yer alan ifadesi, bu hususu açık bir şekilde bildirmektedir. Bunu te’kiden, şunu söylemesi de bildirilir:
“De ki: Şayet gaybı bilseydim çokça hayır işlerdim ve bana bir kötülük de dokunmazdı.”201
Bi’r-i Maune ve Reci faciaları bunun bir delilidir. Bu iki olayda Hz. Peygamber, “Bize İslâmı anlatacak kişiler gönder” diyen kabilelerin istediğini yerine getirirken, ashabından pek çok değerli insanın suikasta kurban gideceğini bilmemiştir.202
Öte yandan şu olay, Hz. Peygamberin beşerî yönünü çok net bir şekilde ortaya koymaktadır:
Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde onların hurmaları aşıladığını görüp “Sanırım yapmasanız daha iyi olur” der. Onlar da aşılamayı bırakırlar; bunun üzerine verim düşer. Durum kendisine haber verilince şunları söyler:
“Ben ancak bir beşerim. Dininizden bir şey size söylediğimde yapın. Kendi reyimle bir şey emredersem, bilin ki, ben de bir insanım. Siz dünyanızın işini benden daha iyi bilirsiniz.”203
Fakat şunu unutmamak gerekir ki: Hz. Peygamberin beşerî yönü kendisi için bir noksanlık değil, aksine bir kemâldir. Yoksa bir beşer değil de, bir melek olsaydı, insanlara rehber olamazdı. Hz. Peygamberin şu hadisi, bunu açıkça ortaya koymaktadır:
“Siz bana davacı – davalı olarak gelirsiniz. Olur ki, bazınız davasını daha güzel anlatır, ben de (haksız olduğu halde) onun lehine hüküm veririm. İşte kime bu şekilde kardeşinin hakkından verirsem bilsin ki, ona ateşten bir parça vermiş olurum.”204
Demek ki, Hz. Peygamber iki kişi arasında hükmettiğinde, gaybî bilgiyle değil, eldeki delillere göre hareket etmektedir.
İşte Hz. Peygamber’in beşerî yönden gaybî boyutu bu şekilde iken, “Ben gaybı bilmem”205 tarzındaki âyetlerden hareketle, “Hz. Peygamber gaybdan haber vermemiştir” görüşü öne sürülmüştür.”206
Hâlbuki üstteki “ben gaybı bilmem” âyetini belli kayıtlarla anlamak gerekir. Nitekim tefsîri asırlarca medreselerde ders kitabı olarak okutulan Kadı Beydâvî, söz konusu âyeti “Bana vahyedilmedikçe ve kendisine bir delil bırakılmadıkça ben gaybı bilmem” şeklinde açıklamaktadır.207
Beşeriyet yönüyle gaybı bilmeyen Hz. Peygamber, risalet yönüyle pek çok gaybî sırlara mazhar olmuştur. Mesela:
Hudeybiye barışından Medine’ye dönerken nazil olan Fetih Sûresi,208 Medine’de kalıp sefere katılmayanlarla ilgili bazı haberler de vermektedir:
“Bedevîlerden geri kalmış olanlar ‘Mallarımız ve ailelerimiz bizi seferden alıkoydu. Allah’tan bizim için mağfiret iste’ diyecekler. Onlar, dilleriyle kalplerinde olmayanı söylüyorlar.”209
Bu âyette, Hz. Peygambere, daha Medine’ye dönmeden orada ne gibi bir durumla karşılaşacağı önceden haber verilmiştir.210
Münafıkların bir kısım halleri Hz. Peygamber’e haber verilmektedir. Mesela: “Onlar sana ‘baş üstüne’ derler. Yanından ayrıldıktan sonra bir kısmı gece senin dediğinden başkasını kurar.”211
Bu şekilde döneklik edenler, ikiyüzlü münafıklardır ki, Hz. Peygamber’in yanında “tamam” dedikleri halde, yalnız kaldıklarında başka planlar yapmaktadırlar.212
“Mescid-i Dırar” şeklinde meşhur olan olay da, Hz. Peygamber’in gaybî bilgiye mazhariyetini gösterir. Ebu Amir isminde bir rahip, Şam’dan Medine münafıklarına “Elinizden geldiğince silahlanın. Benim için de bir mabed yapın. Ben, Rum Kayserine gidiyorum. Oradan büyük bir ordu ile gelip Muhammed ve arkadaşlarını sürüp çıkaracağım” diye haber gönderir. Münafıklar böyle bir mescid yaparlar. Açılışına Hz. Peygamberi davet ederler.
Rasulullah gitmeye hazırlanırken, gelen şu âyetler işin iç yüzünü peygambere haber verir:213
“Onlar o kimselerdir ki, zarar vermek, küfrü yaymak, mü’minler arasına ayrılık sokmak ve daha önceden Allah ve Rasulü aleyhinde savaşmış olana yataklık etmek için bir mescid edindiler. ‘İyilikten başka bir kasdımız yok’ diye yemin de ederler. Fakat Allah şahittir ki, bunlar gerçekten yalancıdırlar. Orada asla namaz kılma.”214
Şu olay da, meselemiz noktasından manidardır: Rasulullah, zevcelerinden birine bir sır verir. O ise, bu sırrı tutamaz.215
Bununla ilgili âyetlerde şöyle denilmektedir:
“Peygamber, hanımlarından birine gizlice bir söz söylemişti. Hanımı bunu açığa vurunca, Allah da peygamberine sırrının açıklandığını bildirdi.
Peygamber o hanımına, açığa vurmuş olduğu şeyin bir kısmını bildirdi, bir kısmını da yüzüne vurmadı. Ona durumu anlatınca hanımı ‘Bunu sana kim bildirdi?’, diye sordu.
Peygamber de, ‘Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan bildirdi’ diye cevap verdi.”216
İşte Kur’anın tekrar edilen hakîkatları bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mu’cize-i maneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder. Meğer maddiyyunluk taunuyla maraz-ı kalbe ve vicdan hastalığına mübtela ola…
قَدْ يُنْكِرُ الْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ وَ يُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَاءِ مِنْ سَقَمٍ kaidesine dâhil olur.
İtibar selim fıtratadır
Görüldüğü üzere Kur’anda yer alan tekrarlar gayet güzel ve gayet yerindedir. Ama ön yargıyla ve tarafgir nazarla Kur’ana bakan biri, bu güzelliği göremeyebilir, bu belağat inceliğini anlamayabilir. Bu, -haşa- Kur’anda bir kusur olmasından değil, ona art niyetle bakan kimsenin kusurundandır.
“Bazan insan, gözü hasta olur, ışığı inkâr eder.
Bazan da ağız da tadı bozulur, tatlı suya ‘acı’ der.”217
1 Denizli hapsinin meyvesine Onuncu Mes’ele olarak Emirdağı’nın ve bu Ramazan-ı Şerifin nurlu bir küçük çiçeğidir. Tekrarat-ı Kur’aniyenin bir hikmetini beyanla, ehl-i dalaletin üfunetli ve zehirli evhamlarını izale eder.
2 Enfal, 60
3 Ebu Davud, Cihad, 23; İbn Mâce, Sünen, Cihad, 19
4 Müslim, Birr, 8; İbn Hanbel, II, 346
5 Bkz. Nursi, Şualar, s. 386
6 Gazzalî, İhya, I, 289; Kavaidu’l- Akaid, s. 112; Süyûti, Itkan, II, 1219; Zerkeşi, II, 169. Hadisin sıhhati hakkında tereddüdler dile getirilmişse de, sahih bir mananın tercümanı olduğunda şüphe yoktur.
7 Yazır, VIII, 5611- 5613
8 Nisa, 138
9 Fussilet. 40
10 Bakara, 233
11 Bakara, 228
12 Maide, 2
13 Cum’a, 10
14 Râzî, XI, 131; İbn Kesir, III, 9; Kurtubi, VI, 31; Ebu’s- Suud, III, 4; Süyûti, Dürrü’l- Mensur, II, 451
15 Bkz. Taftezani, s. 189.
16 Zerkani, II, 78
17 Taftezani, Şerhu’l- Akaid, s. 189
18 Süleyman Ateş, Sülemi ve Tasavvufi Tefsiri, s. 14
19 Vakıa, 79
20 Ebu Davud, Taharet, 89; Nesai, Taharet, 167; Abdurrahman Darimi, Sünen, İsti’zan, 34
21 İbn Teymiye, Takıyyüddin, et-Tefsiru’l – Kebir, II, 55
22 Age. II, 85
23 Zehebi, II, 377
24 Nesefi, II, 381; (Râzî, XXXII, 164’de ve Kurtubi, XX, 158-159’da Hz. Abbas ve oğlu İbn Abbas için aynı mana zikredilir.)
25 Bkz. Buhari, Menakıbu’l- Ensar, 45; Müslim, Fedailu’s- Sahabe, 2; Tirmizi, Menakıb, 15; İbn Hanbel, III, 18; Râzî, XXXII, 164
26 Maide, 3
27 Râzî, XI, 139
28 Bakara, 54
29 Bursevi, I, 139
30 Bakara, 67 ve devamı.
31 Zerkani, II, 82-83 (Nisaburi’nin Tefsirinden naklen.)
32 Bakara, 60
33 İbn Kesir, I, 143; Kurtubi, I, 286; Bursevi, I, 147
34 Alûsî, I, 273
35 Bakara, 114
36 Zerkani, II, 84
37 Ra’d, 17
38 Yazır, IV, 2975-2976
39 Gazzalî, Kavaidu’l- Akaid, s. 128-129
40 Zerkeşi, I, 493
41 Hicr, 22
42 Yazır, V, 3054-3055
43 İbrahim, 24-26
44 Şevkani, III, 106-107
45 İbn Kayyim Cevziye, İ’lamu’l- Muvakkiin an Rabbi’l – Âlemin, I, 132
46 Cevzi, Zâdu’l- Mesir, I, 134-135
47 Alûsî, XIII, 232
48 Alûsî, XIII, 232
49 Fetih, 29
50 Alûsî, XXVI, 129; Bursevi, IX, 60; Nursi, Lem’alar, s. 30
51 Nur, 35
52 Eser, tarafımızdan tercüme edilmiş olup, Diyanet Yayınları arasında basılmıştır.
53 Rahman, 29
54 İbn Manzur, V, 240
55 Bkz. Gazzalî, Mişkatu’l- Envar, s. 36
56 Yazır, V, 3516- 3521. Hamdi Yazır, Gazzalî’nin Mişkat’ından iktibas ettiği cümlelerden sonra “Gazzalî’nin bu nurlu sözleri hoştur” diye söze başlar, ardından Allah hakkında “nur” denilmesinin müteşabih bir mana olduğu şeklindeki kanaatini bildirir. Ayrıca bkz. Râzi, XXIII, 223- 224
57 Yazır, V, 3516
58 Bursevi, VI, 153
59 Beydâvi, II, 561. Ayrıca b.k.z. Bursevi, VI, 152; Gazzalî şöyle der: Vücudda ne varsa bunların Allah’a nisbeti, görünen nurun Güneşe nisbeti gibidir. Mişkat, s. 46
60 Yazır, V, 3315
61 Beydâvi, II, 561. Ayrıca bkz. Râzi, XXIII, 224. Râzi, âyetin sonundaki “Allah nuruna dilediğini hidayet buyurur” karinesinden hareketle “Allah, göklerde ve yerde olanlara hidayet eder, yol gösterir” manasını tercih eder. Bu mana, İbn Abbas’tan da nakledilmektedir.
62 Bkz. Zemahşeri, III, 68; Süyûti, Itkan II, 776; Nesefi, III, 145; Ebussuud, VI, 177; Cemâleddin Kasımi, Mehasinu’t- Te’vil (Tefsiru’l- Kasımi), XII, 4525
63 Yazır, V, 3523
64 Kurtubi, XII, 171
65 Bediüzzaman, nur âyetinin çok manalara işaretinin yanında maddi bir nur olan elektiriğe de işaret ettiğini söyler. Bkz. Şualar, s. 690. Gerçekten de âyetin meâline bile bakıldığında âdeta elektiriği tarif ettiği görülecektir. Mesela, elektriğin kaynağı ne şarkta, ne de garpta olmayıp semavi yağmurdur. Bir ateş dokunmadan sadece bir temasla ışığını vermektedir.
66 Kurtubi, XXII, 172; Alusi, XVIII, 165-166; Yazır, V, 3522; Alusi, XVIII, 165-166
67 Mesela, bkz. A’raf, 157; Teğabün, 8
68 Ahzab, 46
69 Yazır, VI, 3911
70 Zemahşeri, III, 266
71 Beydâvi, II, 561
72 Bursevi, VII, 197
73 Gazzalî, Mişkat, s. 78; Beydâvi, II, 564
74 A’raf, 157-158; Ankebut, 48
75 Alusi, XVIII, 170. Ayrıca bkz. Ebussuud, VI, 175; Kurtubi, XII, 172
76 Beydâvi, II, 564
77 Yazır, I, 566-567
78 Yazır, VII, 4868
79 Bedia Akarsu, Felsefi Terimler Sözlüğü, s. 158
80 Ebussuud, VI, 175; Kurtubi, XII, 172
81 Bursevi, VI, 156
82 Buhari, Daavat, 10
83 Nur, 40
84 İnsan bir cadıyı gördüğünde aklı başından gittiği gibi, öfkelendiğinde de aklı başından gider. Nitekim “öfkede akıl yoktur” denilir.
85 Gazzalî, Mişkat, s. 79-80
86 İbrahim, 13-14
87 Hûd, 67-68
88 İbrahim, 42
89 Mü’min, 82-85
90 Ankebut, 40
91 Mesela bkz. A’raf 41, Enbiya 29.
92 En’am, 65
93 Yazır, III, 1953
94 En’am, 99
95 Bakara, 207
96 Beydâvi, I, 212
97 Süyûti, İtkan, I, 95; Zerkani, I, 25; Sâbuni, Tibyan, s. 40
98 Nursi, Mesnevi (Arabî), s. 252
99 İbrahim, 7
100 Hicr, 49-50
101 Maide, 98
102 Kamer, 18-20
103 Yazır, VII, 4643. Ayrıca bkz. Ebussuud, VIII, 171
104 Zemahşeri, IV, 39
105 Zemahşeri, IV, 39; Beydâvî, II, 444
106 Bkz. Nursi, Sözler, s. 9
107 Ergun Çapan, Fezlekeler, Işık Yay. İst. 2015, s. 78
108 Nur, 44
109 En’am, 1
110 Fatır, 21
111 Ra’d, 2
112 Mülk, 2
113 A’raf, 54
114 Cin, 3
115 İsra, 111
116 İsra, 111
117 Bakara, 165
118 Nursi, Sözler, s. 41
119 Yazır, VII, 4954-4955
120 Bakara, 30
121 Beydâvi, III, 120
122 Yasin, 21-25.
123 Süyûtî, II, 794; Kazvini, s. 67.
124 Â’lâ, 3
125 Allah, hiç bir mahlûku kendi hâline bırakmaz, her mahlûka fayda ve zarar göreceği şeyleri de tanıttırır. İlhamlarla onları yönlendirir. İnsanlara peygamberler göndererek ve kitaplar indirerek hidayet eder.
126 Yani bunları yapan Zat, ibadet edilmeye layıktır. Ama onların taptıkları putlar, bunların hiçbirini yapamaz. Öyle ise onlar mabut olamazlar.
127 Beydâvi, II, 630-633
128 Rûm, 27
129 Beydâvi, II, 758
130 Fatiha, 4
131 Yasin, 6
132 Zümer, 66
133 Şûra, 49
134 Neml, 23 ve 26
135 Nisâ, 23
136 Bkz. Nahl, 31; Furkan, 16; Zümer, 34; Şûra, 22; Kaf, 35
137 Mü’min, 16
138 Vakıa, 63 – 70
139 Fadıl Hasan Abbas, İ’câzu’l-Kur’âni’l-Kerîm, Amman, 1991, s. 203. Ayrıca bkz. Cüneyt Eren, Belâğat Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yay. İst. 2014, s. 70-71
140 Bakara, 20.
141 Ankebut, 6
142 Rûm, 5
143 Rûm, 27
144 Bkz. Bakara, 228.
145 Yani, hanımı iddet süresini evde geçirirken, kocası fikir değiştirebilir, böylece evliliklerini devam ettirirler.
146 Bakara, 228
147 Bakara, 234
148 Çünkü kocası ölmüş bir hanım şayet hamile ise, bebeğinin dünyaya gelmesi dört ay on günü aşabilir.
149 Hûd, 114. Beydâvi, III, 537-541
150 Mesela bkz. Fatiha 1 ve Nahl 68.
151 Kehf, 14
152 Hadîd, 4-6
153 Yusuf, 76
154 Sad, 44
155 Beydâvi, III, 190
156 Bürûc, 11
157 Fâtır, 36
158 İbrahim, 22
159 Mülk, 7-8
160 Kaf, 30.
161 Beydavî, I, 135
162 Furkan, 43 ve Casiye 23
163 Aclûni, I, 265
164 Yazır, II, 1183
165 En’am, 164; İsra, 15; Fâtır, 18…
166 Yazır, III, 2115
167 Ankebut, 12-13
168 Müslim, Zekât 69. Ayrıca bkz. Nesâî, Zekât 64
169 Aclûni, II: 164; Hâkim, Müstedrek, II: 615
170 Aclûni, I, 265
171 Mâide, 92
172 Nisâ, 80
173 Haşr, 7
174 Âl-i İmrân, 31
175 Nisâ, 65
176 Ahzâb, 36
177 Tevbe, 29
178 Tirmizî, İlim 10
179 Bkz. Buhârî, Zebâih, 28; Müslim, Sayd, 15-16; Tirmizî, Sayd, 9-11
180 Maide, 67
181 Nahl, 44
182 Nisâ, 85
183 Buhârî, Daavât, I; Tevhid, 31
184 Zümer, 43
185 Sebe’, 23
186 Necm, 26
187 Yusuf, 97-98
188 Nisa, 64
189 Bakara, 255
190 Meryem, 93
191 İsra, 1
192 Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, IV, 2211
193 Mesela, Cinn Sûresi 19. âyette Hz. Peygamberden “abdullah”, yani Allah’ın kulu olarak bahsedilir. Bakara Sûresi 23 ve Enfal Sûresi 41. âyetlerde “kulumuz” denilir.
194 Meryem, 30
195 Râzi, age. I, 250
196 Sad, 30 ve 44
197 Bkz. Râzi, XXVI, 184- 185, I, 250; Kurtubi, XV, 104; Ebussuud, V, 202, V, 234; Sâbuni, Safvetu’t-Tefasir, II, 156
198 Buharî, Meğazî, 12; Tirmizî, Nikâh, 6
199 Buharî, Tevhid, 4; Taberî, XX, 5
200 En’am, 50
201 Araf, 188
202 Buharî, Meğazî, 28; İbn Hişam, III, 178-195
203 Müslim, Fedail, 140-141
204 Buharî, Mezalim, 16; Şehâdât, 27
205 En’am, 50
206 Mehmet Said Hatiboğlu, “Hz. Peygamberin vefatından Emevilerin sonuna kadar siyasi- içtimai hadiselerle hadis münasebeti” s. 1
207 Beydâvî, I, 380. İbn Kesir de benzeri bir yaklaşımla “Ancak Allah’ın beni muttali kıldığını bilebilirim” şeklinde âyeti tefsir etmektedir. II, 134
208 Ebu Huseyn Ali Bin Ahmed Vâhidî, Esbâbu’n – Nüzûl, s. 398; İbn Kesir, IV, 182
209 Fetih, 11
210 Cüheyne, Gıfar gibi bazı kabileler “O’nunla Medine’de savaşıp, pek çok ashabını öldüren bir kavme karşı biz nasıl gideriz?” deyip sefere katılmamıştı. İçlerinden, “Muhammed ve ashabı bu seferden asla geri dönemeyecek” diye düşünmekteydiler. Âlusî, XXVI, 98
211 Nisa, 81
212 Nesefî, I, 238
213 Vâhidî, s. 264; Taberî, XI, 24; Süyûtî, Lübabu’n-Nükûl s. 315
214 Tevbe, 107-108
215 Zemahşerî, IV, 562-563; Taberî, XXVIII, 156-158 İbn Kesir, IV, 386-389
216 Tahrîm, 3
217 Buna yakın bir ifade, Busayri’nin Kaside-i Bürdesinde 104. beyitte geçer.
