22. DERS: KUR’AN VE İSLÂM FELSEFECİLERİ

ÜÇÜNCÜ ZİYA

İkinci Ziya’da hikmet-i beşeriyenin hikmet-i Kur’aniyeye karşı sukûtuna ve hikmet-i Kur’aniyenin i’cazına işaret ettik. Şimdi şu ziyada, Kur’anın şakirdleri olan asfiya ve evliya; ve hükemanın münevver kısmı olan hükema-yı İşrakiyyunun hikmetleriyle Kur’anın hikmetine karşı derecesini gösterip, şu cihette Kur’anın i’cazına muhtasar bir işaret edeceğiz:

İşte Kur’an-ı Hakîm’in ulviyetine en sadık bir delil ve hakkaniyetine en zahir bir bürhan ve i’cazına en kavî bir alâmet şudur ki: Kur’an, bütün aksam-ı tevhidin bütün meratibini, bütün levazımatıyla muhafaza ederek beyan edip muvazenesini bozmamış, muhafaza etmiş. Hem bütün hakaik-i âliye-i İlâhiyenin muvazenesini muhafaza etmiş. Hem bütün esma-i hüsnanın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o ahkâmın tenasübünü muhafaza etmiş. Hem rububiyet ve ulûhiyetin şuunatını kemâl-i muvazene ile cem’etmiştir.

İşte şu muhafaza ve muvazene ve cem’, bir hâsiyettir. Kat’iyyen beşerin eserinde mevcud değil ve eazım-ı insaniyenin netaic-i efkârında bulunmuyor. Ne, melekûte geçen evliyaların eserinde; ne, umûrun bâtınlarına geçen İşrakiyyunun kitaplarında; ne, âlem-i gayba nüfuz eden ruhanîlerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güya bir taksim-ül a’mal hükmünde her bir kısmı hakîkatın şecere-i uzmasından yalnız bir-iki dalına yapışıyor. Yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok yahut bakmıyor.

Evet, hakîkat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur’an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihata etsin. Kur’andan başka çendan Kur’andan da ders alıyorlar, fakat hakîkat-ı külliyenin, cüz’î zihniyle yalnız bir-iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefrit ile hakaikın muvazenesini ihlâl edip tenasübünü izale eder.

Tevhidin kısımları

Tevhid, Allahın birliğini ifade eder. Tevhid, bütün peygamberlerin ortak davasıdır. Her peygamber, muhataplarını tek Allaha inanmaya ve Ona abd olmaya davet etmiştir.

Tevhid, şirkin mukabilidir. Tevhid ehline muvahhid, şirk ehline ise müşrik denilir.

Tevhidin başlıca üç kısmı vardır.

1- Tevhid-i ulûhiyet

2- Tevhid-i rububiyet

3- Tevhid-i zât ve sıfat

Tevhid-i ulûhiyet, Allahı tek İlâh, yani tek mabud olarak tanımaktır. “La ilâhe illallah” bu tevhidin en kısa ifade şeklidir. Bütün peygamberler, kavimlerine “Allah’a ibadet edin. Sizin ondan başka hiç bir ilâhınız yoktur”1 diyerek tevhide davet etmişlerdir.

Tevhid-i rububiyet, Allahı tek Rab olarak tanımaktır. O, âlemlerin Rabbidir, her şeyi terbiye edendir. Allahı kabulle beraber, bazı otoriteleri Rab yerine ikame etmek, halis tevhide aykırıdır. Kur’anın ehl-i kitaba yönelik Onlar hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yı Allah’ın yanı sıra rab edindiler. Oysa onlara emredilen sadece tek bir ilâha ibadet etmeleriydi. Ondan başka hiç bir ilâh yoktur. O, onların şerik kıldıkları şeylerden münezzehtir.” ifadeleri, konumuz açısından son derece manidardır.2

Seyyid Kutub, âyetin yorumunda şöyle der:

“Bütün beşerî sistemlerde insanların bir kısmı bir kısmını Allah yerine rab edinir. Bu durumu hem en ileri demokrasilerde, hem de en ilkel diktatörlüklerde görmek mümkündür. Çünkü rububiyetin ilk vasfı, insanların ona ibadet etmesi (boyun eğmesi) hakkıdır… Başkalarını kendi kanunları, değer ölçüleri ve tasavvurlarına boyun eğdirenler, muhatapları her ne kadar onlara rükû ve secde etmeseler de, onların “min dûnillah”3 rableri olurlar.4

Tevhid-i zât ve sıfat, Allah’ı zatında, isim ve sıfatlarında bir olarak tanımaktır. O, zatında bir olduğu gibi, isim ve sıfatlarında da birdir. Yaratan O olduğu gibi, rızık ve şifa veren de Odur. Kur’an-ı Kerîmin “Onların çoğu, ancak müşrik olarak Allah’a iman ederler”5 demesi, konunun hassasiyetini göstermesi bakımından çok manidardır.

Bediüzzaman şöyle der: Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar.6 Yani, kâfir denilen kimselerin çoğu, Allah’ın zatını inkârdan ziyade, Onun sıfatlarını bilmede ve tanımada büyük hatalara düşmüşlerdir. “Allah birdir” diyen biri, şifayı doktordan veya ilaçtan bilse, hakiki tevhide ulaşmamış olur.

Esma-i hüsnanın tenasübü

Esma-i hüsna, “En güzel isimler” demektir. Bununla Allah’ın isim ve unvanları kastedilir. Âlemin yaratıcısı, bir “mevcud-u meçhuldür.”7 Gündüz vakti her yeri ışığıyla dolduran ve aynalarda parıltıları görülen Güneşi, o ışıkla ve aynalardaki tecellileriyle tanımaya çalışmamız misali, o “Ezel Güneşini”, varlık aynalarındaki tecellileriyle bir derece tanıyabilmekteyiz. Ayrıca, Onun kendisini Kur’anda bildirdiği gibi bilebilmekteyiz. Yüce Allah Kur’anda kendisini esma-i hüsna ile tanıtır. Bu isimler, “Onun kemâlâtının unvanlarıdır.”8

Kur‘an-ı Kerîm’i okuduğumuzda, başından sonuna kadar Allah’ın isimleriyle dolu olduğunu görürüz. Kur’anda “En güzel isimler Allah’ındır. O halde Ona onlarla dua edin” buyrulur.9 Esma-i hüsna Kur’anda birbiriyle uyumlu, birbirini tamamlayacak ve teyit edecek bir şekilde yer almıştır. Misal olarak hırsızlık suçunun cezasıyla alâkalı şu âyetlere bakabiliriz:

Yaptıklarına bir ceza ve Allah’tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere, hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesin. Allah, Azîz-Hakîm’dir.”

Her kim zulmünün arkasından tövbe edip durumunu düzeltirse, şüphesiz Allah onun tövbesini kabul eder. Çünkü Allah, ĞafurRahîm’dir.”10

Meşhur luğat âlimi Esmaî, bu âyetlerle ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:

Bir gün, hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesin…”11 âyetini okuyordum. Yanımda bir bedevi vardı. Âyetin sonunu yanılgıyla “Allah Ğafûr-Rahîm’dir” şeklinde bitirdim.

Bedevi dedi: Bu kimin kelâmı?

Dedim: Allah’ın kelâmı.

Dedi: Bu Allah’ın kelâmı değil. Tekrar oku!

Doğrusu aklıma geldi. “Allah Aziz – Hakîm’dir” şeklinde okudum.

Dedi: İşte bu Allah’ın kelâmı.

Kendisine sordum: Kur’an’ın hâfızı mısın?

Dedi: Hayır.

Dedim: Öyleyse hata ettiğimi nereden anladın?

Dedi: Allah Azîz’dir, hükmeder ve eli keser. Şayet bağışlasa, merhamet etse elin kesilmesine hükmetmezdi.12

Bir de şu inceliğe bakalım:

Hz. İbrahim, bir duasında şöyle der:

Ya Rabbi, beni ve evlatlarımı putlara tapmaktan koru. Ya Rabbi, o putlar pek çok insanı yoldan çıkardı. Artık kim bana tabi olursa, o bendendir. Kim de bana isyan ederse, Ya Rabbi şüphe yok ki sen Ğafur-Rahîm’sin.”13

Hz. İsa ise, mahşerde tevhidden teslise sapan kendi ümmeti hakkında şöyle der: “…Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, yine şüphe yok ki sen Azîz-Hakîm’sin.”

Hz. İbrahim, duasının sonunu Ğafur – Rahîm isimleriyle bitirdiği gibi, Hz. İsa da bitirebilirdi. Ancak Hz. İsa’nın bu duası mahşerdedir ve orası ilâhi adaletin ve azametin tam bir tecelligahıdır. Bundan dolayı Hz. İsa’nın AzîzHakîm isimlerini zikretmesi hikmete daha muvafık olmuştur.

Rububiyet ve ulûhiyetin şuunatı

Şuunat, şe’n kelimesinin çoğuludur. Kur’anda şöyle buyrulur:

O (Allah), her zaman bir şe’ndedir.”14

O, her vakit, ezeli kader proğramına göre varlıklar meydana getirir, ayrıca önceden var ettiklerinin de hâllerini yeniler.

-Günahı bağışlaması,

-sıkıntıyı gidermesi,

-bir kavmi yükseltmesi,

-Bir başka kavmi alçaltması gibi ilâhî icraat O’nun şuunatındandır.”15

Şe’n kelimesinin Türkçe’de tam karşılığı yoktur. En yakın mana olarak hal, icraat denilebilir. Mesela “misafire ikramda bulunmak ev sahibinin şanındandır” deriz. Yani ev sahibi olmak, misafire ikramı gerektirir. Gerçi Allah’a vacip (zorunlu) bir şey yoktur, ama şanından olan bazı durumları kendisi bize bildirmiştir. Mesela şöyle der:

O, kendi nefsine rahmet etmeyi yazdı.”16

Âyetteki “yazdı” ifadesi, Kur’anda bir şeyin farz kılınmasında kullanılır. O zaman mana şöyle olur: “O, kendi nefsine rahmet etmeyi farz kıldı.” Demek ki, rahmetle tecelli etmek Onun şanındandır. Bundan dolayıdır ki, Onun rahmeti her şeyi kuşatmıştır.

Hâlık, Allah’ın bir ismidir, Hâlıkıyet ise şe’nidir. Yâni, yaratıcı olmak Allah’ın şânındandır. Bu hâlıkıyetini icra etmek dilediğinde halk (yaratma) fiiliyle mahlûku yaratır ve o mahlûkta Hâlık ismi tecelli eder.

Risale-i Nur Külliyatı’nda “zat, şuunat, sıfat, esma…” sıralaması vardır. Şuunat sıfattan önce zikredilmiştir. Çünkü sıfatları icraata sevk eden şuunattır. Mesela, merhamet etmek Allah’ın şe’nindendir. Bu merhamet ile kişiye nimet ihsan etmeği irade eder ve kudretiyle onun ihtiyacı olan şeyi yaratır. Merhamet etmek Allah’ın şuunatındandır, irade ve kudret ise Onun sıfatlarındandır.

Rububiyet ve ulûhiyetin şuunatı denildiğinde, “Allah’ın her şeyi terbiye etmesi ve her varlığın İlâhı olmasının gerektirdiği durumlar” manası anlaşılır. Elbette ve elbette Onun Rabb ve İlâh olmasının gerektirdiği durumlar vardır. Madem Rabbdır, elbette mahlûkatını terbiye edecektir; madem İlâhtır, mahlûkatının kendisine ibadet etmelerini isteyecektir. Bundan dolayıdır ki Kur’an-ı Kerîm şirkin her türlüsünü keskin ifadelerle reddetmekte, Allah’ın şerikten mukaddes ve münezzeh oluşunu ısrarla anlatmaktadır.

Allah’ın zâtı mukaddes olduğu gibi, şuunatı da mukaddestir. Yâni, beşer aklı bu hususta ne düşünse, ne tahmin etse, ne hayaller kursa Allah’ın şuunatı bunların hiçbirine benzemez.

Risale-i Nur külliyatında geçen “lezzet-i mukaddese, ferah-ı münezzeh, memnuniyet-i mukaddese”17 gibi tabirler de İlâhi şuunatı ders verirler.

Kur’anın küllî nazarı

Ömründe hiç fil görmemiş bir kısım insanlardan ka­ranlık bir odadaki fili tarif etmeleri istenir. Elleriyle fili yoklayarak tarife çalışırlar. Filin bacağını tutan onu bir sütun zanneder. Kulaklarını yoklayan yelpa­zeye benzetir. Hortumunu yakalayan onu hortumdan ibaretmiş gibi değerlendirir. Hâlbuki bir mum yaksa­lar, fili gerçekte olduğu gibi görebileceklerdir.18

Kâinatın sırlarını ortaya koymaya çalışan insanoğ­lunun tarih boyunca yapabildiği ancak, karanlıkta fi­l tarifi gibi olmuştur. Karanlıktaki fili her cihetten görmek için bir mum yeterlidir. Fakat şu âlemin bütün sırlarını yakalaya­bilmek, âlemi gerçekte olduğu gibi görebilmek için va­hiy güneşine ihtiyaç vardır. Bu güneşe gözünü kapa­yanlar maddede boğulmaya mahkûm olmuşlar, Kur’an’ın ifadesiyle, “Hayat ancak dünya hayatı­dır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman he­lak eder” demişlerdir.19

Her şeyi aklıyla bulmaya çalışanların hali, karanlıkta etrafını aydınlatmaya çalışan yıldız böceğine benzer. Kendi önünü bile aydınlatamayan bu böcek, nerede kaldı her tarafı aydınlatabilsin? Kur’an’ın ışığında gerçeklere yönelenler ise, Güneşin altında seyahat eden bal arısı gibidir.20 Kendinde bir nur olmasa bile, Güneşin ışığıyla her tarafı görebilir.

Şu hakîkat, Yirmidördüncü Söz’ün İkinci Dalında acib bir temsil ile izah edilmiştir. Şimdi de başka bir temsil ile şu mes’eleye işaret ederiz. Mesela:

Bir denizde hesabsız cevherlerin aksamıyla dolu bir definenin bulunduğunu farzedelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki; bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki; o cevherler, bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer; başkası, murabba bir kehribar bulur ve hâkeza… Her biri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu’zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevaid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüb de gider. Çok hakîkatın rengi değişir. Hakîkatın hakîkî rengini görmek için te’vilâta ve tekellüfata muztar kalır. Hattâ bazan inkâr ve ta’tile kadar giderler. Hükema-yı İşrakiyyunun kitaplarına ve Sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudatına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarına teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek hakaik-i Kur’aniyenin cinsinden ve Kur’anın dersinden aldıkları halde, – çünkü Kur’an değiller- böyle nâkıs geliyor.

Bediüzzaman, Kur’anın hakikatlerin tenasübünü gözeterek anlatmasını denize dalan dalgıçlar örneğiyle zihinlere yaklaştırır. Denizde hesapsız cevherlerin kısımlarıyla dolu bir define vardır. Dalgıçlar, gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla bu hazineyi bulmaya çalışırlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O dalgıç hükmeder ki; bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevherleri işittiği vakit hayal eder ki; o cevherler, bulduğu elmasın tâbileridir, füsus ve nakışlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer; başkası, dört köşeli bir kehribar bulur…21 Her biri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve en büyük kısmı itikat edip, işittiklerini o hazinenin ayrıntıları zanneder. O vakit hakikatlerin dengesi bozulur, tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için te’villere ve zorlamalı yorumlara mecbur kalır. Hatta bazan inkâr ve redde kadar giderler.

Hakîkatin renkleri

Suyun rengi, içinde bulunduğu kabın rengidir” denilir. İnsanlar gerçeği gerçekte olduğu gibi görmek yerine genelde kendi algılarına göre görürler ve yorumlarlar. Mesela, kırmızı camlı bir gözlük takan kimse, “her şeyi kırmızı olarak görüyorum” dese, bu hüküm kendisi açısından doğru olmakla beraber, gerçeğin ifadesi değildir. Hele hele, her şeyi kırmızı görmekten “her şey kırmızıdır” şeklinde bir genellemeye gitmek, gerçeğe büsbütün aykırıdır. Mesela, büyük bilim adamı Galile şöyle der:

“Gözlerimizin önünde serili bulunan tabiat, büyük bir kitap gibidir. Ancak yazıldığı dili bilirsek bu kitabı okuyabiliriz. Bu kitap, matematik diliyle yazılmıştır. Onun harfleri, üçgenler kareler, daireler ve öteki geometrik şekillerdir. Bu şekilleri bilmeden, doğanın hiç bir şeyini anlayamayız.”22

Bediüzzaman, bu konuda dikkat çekici yorumlar yapar. Şöyle ki: “Herkes kâinatı kendi aynasıyla görür…”23

O, harici âlemin bize yansımasını “ayna” misaliyle açıklar: “Herkesin her günde şu âlemden mahsus bir âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti o adamın kalbine ve ameline tâbidir. Nasıl ki ayinende görünen muhteşem bir saray, ayinenin rengine bakar. Siyah ise siyah görünür, kırmızı ise kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O ayine şişesi düzgün ise sarayı güzel gösterir. Düzgün değil ise çirkin gösterir…”24

Tasavvuf yolunda gidip vahdetü’l- vücud görüşünü benimseyenler olmuştur. İmam-ı Gazzalî, onların halini şöyle anlatır:

Arifler, hakikatin semasına yükseldikten sonra, vücutta Vâhid ve Hakk olan Allah’tan başkasını görmedikleri hususunda ittifak ettiler. Lakin bazısında bu hâl “ilmî bir marifet” olarak gerçekleşti. Bir kısmı ise, “zevkî bir hâl” olarak bunu yaşadı. Bunlardan kesret bütünüyle ortadan kalktı ve tamamen ferdaniyete müsteğrak oldular. Akılları buna tam kanaat getirdi. Mazhar oldukları bu halde, kendilerinden geçtiler. Kendilerinde Allah’tan başkasını zikre mecal kalmadı. Hatta kendilerini de unuttular. Onların nezdinde ancak Allah oldu. Akılları başlarından gidecek şekilde (manen) sarhoş oldular. Onlardan biri “Ene’l- Hak” dedi. Bir başkası “Kendimi tenzih ederim, şanım ne yüce!” dedi. Bir başkası ise, “cübbemde Allah’tan başkası yok” diye söyledi. Sekr halindeki sarhoşların sözlerini uzun uzun anlatmaya lüzum yok. Ancak bunların sarhoşlukları geçip Allah’ın arzda mizanı olan akıl sultanı kendilerine geri verildiğinde, bunun gerçekte bir “ittihat”25 olmayıp bir nevi ilhad olduğunu anladılar.26

Vahdetü’l- vücud yolunda gidenler, gayet samimi Müslümanlardır. Ama âlem onların gördüğü gibi değildir. Her ne kadar eşyanın bizatihi varlığı yoksa da Allah’ın yaratmasıyla bir varlığı olduğu göz ardı edilmemelidir. Cenab-ı Hak Fatiha Sûresinde kendini “âlemlerin Rabbi” olarak bize bildirir. Demek hem Allah var, hem de âlemler… Ve bizler Rabbimizi âlemler vasıtasıyla tanımaktayız.

İslâm âlimleri, bu konuda “Eşyanın hakîkati sabittir” esasını zikrederler. Yani, görmekte olduğumuz şeyler şahsî inanç bakımından değil, haricî vücut ve hüviyet bakımından bir gerçek olarak vardır. Eşyanın hakikati, evham ve hayalden ibaret değildir.27 Bizler sanal bir âlemde değil, gerçek bir âlemde yaşamaktayız.

Gerçekleri gerçekte olduğu gibi görebilmek için subjektiflikten sıyrılıp objektifliği elde etmek gerekir. Subjektiflik ve objektiflik, diğer bir ifadeyle öznellik ve nesnellik birbirine karşıt kavramlardır.

Objektiflik, olguları olmasını özlediğimiz gibi değil, gerçekte oldukları gibi görüp kabullenmektir. Subjektiflik ise, verilen hükmün, varılan sonucun kişinin şahsiyet yapısına, özlemlerine, değer yargılarına göre olması, bu ölçülere göre değerlendirilmesi ve nesnenin özellikleriyle gerçek ilgisi bulunmamasıdır.”28

İşte Kur’an, eşyayı yaratan zatın kelâmı olarak her şeyi objektif olarak beyan eder, eşyanın hakikatlerini bize bildirir.

İşrakiyyun hükeması

1153-1191 yılları arasında yaşayan Şehabeddin Sühreverdi’nin temsil ettiği felsefi ekole İşrakiyyun denilir. İşrak, “aydınlanma, Güneşin doğuşu, tan ağarması” anlamındadır. Bu felsefi ekolün mensupları, gerçeğe ulaşmayı akıl işi değil; keşif, ilham, hads (sezgi) şeklindeki ruhî ve kalbî kuvvetlerde görürler.

Sühreverdi, gerçeği önce keşfen gördüğünü, sonra bunların delillerini aradığını söyler. Bunların ehl-i tasavvuftan ayrıldığı nokta, sadece keşifte kalmayıp, aklı da devreye sokmalarıdır.

Bahr-i hakaik olan Kur’anın âyetleri dahi, o deniz içindeki definenin bir gavvasıdır. Lâkin onların gözleri açık, defineyi ihata eder. Definede ne var, ne yok görür. O defineyi öyle bir tenasüb ve intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakikî hüsn-ü cemâli gösterir. Mesela:

Âyet-i وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ

يَوْمَ نَطْوِى السَّمَاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ ifade ettikleri azamet-i rububiyeti gördüğü gibi,

اِنَّ اللّهَ لاَ يَخْفَى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَاءِ

هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ

مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا

وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ

ifade ettikleri şümul-ü rahmeti görüyor, gösteriyor.

Hem خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ ifade ettiği vüs’at-ı hallakıyeti görüp gösterdiği gibi,

خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ ifade ettiği şümul-ü tasarrufu ve ihata-i rububiyeti görüp, gösterir.

يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا ifade ettiği hakîkat-ı azîme ile

وَ اَوْحَى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ ifade ettiği hakîkat-ı kerîmaneyi

وَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ ifade ettiği hakîkat-ı azîme-i hâkimane-i âmiraneyi görür, gösterir.

اَوَ لَمْ يَرَوْا اِلَى الطَّيْرِ فَوْقَهُمْ صَافَّاتٍ وَيَقْبِضْنَ مَا يُمْسِكُهُنَّ اِلاَّ الرَّحْمٰنُ اِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ بَصِيرٌ ifade ettikleri hakîkat-ı rahîmane-i müdebbiraneyi

وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَلاَ يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا ifade ettiği hakîkat-ı azîme ile

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ ifade ettiği hakîkat-ı rakibaneyi

هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ ifade ettiği hakîkat-ı muhita gibi

وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ ifade ettiği akrebiyeti

تَعْرُجُ الْمَلئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ işaret ettiği hakîkat-ı ulviyeyi

اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ وَاِيتَائِ ذِى الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ ifade ettiği hakîkat-ı câmia gibi bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i imaniyenin her birisini tafsilen ve erkân-ı hamse-i İslâmiyenin her birisini kasden ve cidden ve saadet-i dâreyni temin eden bütün düsturları görür, gösterir. Muvazenesini muhafaza edip, tenasübünü idame edip o hakaikın heyet-i mecmuasının tenasübünden hâsıl olan hüsün ve cemâlin menbaından Kur’anın bir i’caz-ı manevîsi neş’et eder.

Kur’an zaviyesinden âlem

Bediüzzaman, bu kısımda âlemin keyfiyetini beyanda bazı âyetleri nazara verir:

“Kıyâmet gününde yeryüzü bütünüyle Onun kabza-i tasarrufundadır. Gökler de Onun kudret elinde dürülmüştür.”29

“O gün kitap sahifelerini dürer gibi semâyı düreriz”30

Bu iki âyette rububiyetin azameti gözler önüne serilmiştir.

Ne yerde ve ne de gökte hiç bir şey Allaha gizli kalmaz. Annelerinizin rahimlerinde size dilediği gibi bir sûret veren de Odur.”31

“Hiç bir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın.”32

Nice canlı var ki, rızkını taşıyamaz. Allah hem onları rızıklandırır, hem de sizi.”33

Bu üç âyette ilahi rahmetin şümulü anlatılmıştır.

“Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti.”34

Bu âyette, yaratmanın genişliği ifade edilmiştir.

“Allah hem sizi yarattı, hem de yaptıklarınızı.”35

Bu âyette ilahi tasarrufun şümulü ve rububiyetin ihatası gösterilmiştir. Yani insanı yaratan o olduğu gibi, onun fiillerini yaratan da Odur. Ama insan irade sahibi bir varlık olarak kendi fiillerine sebebiyet verdiğinden sorumluluk da kendine aittir.

“Ölümünün ardından yeryüzünü diriltir.”36

Bu âyet, öldükten sonra dirilme gibi büyük hakikati nazara verir. Her baharda bunun numunelerini gördüğümüz gibi, kıyamet sonrası da ahiret olarak dirilişi göreceğiz.

“Rabbin balarısına ilham etti.”37

Bal arısına ilham edilmesi kerîmane bir hakikattir. Akıllı insanlardan çok daha ileri derecede bir tatlı yapabilmesinin başka bir izahı yoktur.

“Güneş, ay ve yıldızlar emrine musahhardır.”38

Allah sultanlar sultanıdır. Güneş gibi en büyük cirimler de Onun emri altındadır.

Üstlerinde kanat süzüp yumarak uçan kuşlara bakmadılar mı? Onları tutan ancak Rahmândır. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla görendir.” 39

Kuşlar, başımızın üstünde uçup durmakta, bize “haydi, siz de bizim gibi uçun” mesajı vermektedirler. Neticede insanoğlu bu mesajı almış, kuşları taklit ederek uçabilmiştir.

O’nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır.”40

Allahın saltanatı bütün âlemi içine almıştır. Her varlık Onun tasarrufu ve idaresi altındadır.

“Nerede olsanız O sizinledir.”41

Allah bize bizden yakındır. Âlemde her şey Onun kontrolü altındadır. İnsan denizde nereye giderse onun sınırları dâhilinde kalmaya mahkûmdur. Onun gibi, nerede bulunursa bulunsun ilahi murakabe altında bulunmaktan hariç kalamaz.

“O Evveldir, Âhirdir, Zâhirdir, Bâtındır. O her şeyi hakkıyla bilendir.”42

Her şeyin evveli ve sonu, dışı ve içi, yani her şeyi daima Allahın murakabesi altındadır. Bedenimizi bildiği gibi, ruhumuzu da bilir. Bedenimizde deveran eden kanı bildiği gibi, kalbimizde cevelan eden arzuları da bilir.

“And olsun ki insanı yarattık; nefsinin ona ne vesvese verdiğini de biliriz. Çünkü Biz ona şahdamarından daha yakınız.”43

İnsanda yüz trilyon hücre olduğu söylenir. Bunların her birinde her an binlerce faaliyet olmakla beraber insan bunların hiç birinde gerçek fail değildir. Allah ise onun her bir hücresinde faaldir. Böyle olunca O, insana elbette can damarından daha yakındır.

“Melekler ve Rûh, elli bin sene uzunluğunda olan bir günde, O’na yükselirler44

Âlem, sınırlarını bilemeyeceğimiz kadar geniştir. Bu geniş âlemde meleklerin ve ruhun elli bin sene uzunluğunda olan bir günde Allaha yükselişi vardır. Görülen âlemde Apollo araçları aya doğru yükselirken, görmediğimiz âlemde meleklerin ve ruhların miracı olmaktadır.

“Şüphesiz Allah adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya ikram etmeyi emreder; fuhşiyâtı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar.”45

Kur’an, âlemlerle ilgili bu şümullü bilgileri bize verdiği gibi, imtihan olan kimseler olarak bizlere helal ve haramları da bildirir, helalleri yapmaya, haramlardan kaçınmaya sevkeder.

Hakîkatler denizi

Şair Eşref,

Eski eş’arda dürbin ile mana görülür.

Yeni eş’arda mana gibi külfet yoktur.”

diyerek eski şiirlerde an­cak dürbünle mana gö­rüldüğünü, yeni şiirlerde ise mana gibi bir endişe olmadığını alaycı bir üslûbla ifade eder. Gerçekten de gerek manzum gerek mensur bir kısım yazılarda derinlemesine bir mana görülmez. Allah’ın her şeyi kuşatan ilminden gelen Kur’an ise bir mana denizidir.

Onun derin manalarını görebilmek için tefsir kitaplarına müracaat etmek ve dikkatle okumak gerekir, yoksa meâlinden okuyanlar onun bir mana denizi olduğunu görmeyebilirler. Bu münasebetle tercüme, meâl ve tefsir kavramlarına kısaca temas etmekte yarar görüyoruz:

Tercüme, bir kelâmın manasını diğer bir dilde dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir. Edebî özelliği olmayıp sırf akıl ve mantığa seslenen eserler, gelişmiş bir başka dile aynen tercüme edilebilir. Ancak zevk ve duygulara hitap eden edebî eserlerin bir başka dile aynen tercümesi mümkün değildir. Olsa olsa o eserin muhtevası ana hatlarıyla verilebilir.46

İşte bu gerçekten hareketle, Kur’anın başka dillere çevrilmesine “Kur’an tercümesi” değil, “Kur’an meâli” denilmiştir.

Kur’an âyetlerinin açıklanmasına ise, Tefsir denilir. On dört asır boyunca binlerce âlim Kur’anı tefsir etmişler, manalarını açıklamışlardır. Mesela Fahreddin Razi, Kur’anı 32 ciltlik Mefatihu’l-Gayb isimli tefsiriyle açıklamaya çalışır. Bu 32 ciltten bir cildi, sadece Fatiha Sûresinin açıklanmasına ayrılmıştır.

Kur’anın meâli, denizin dış yüzeyine, tefsiri ise aynı denizin derinliğine benzer. Denizin sathında sadece mavilik ve dalgalanmalar görülür. Derinliğinde ise sayısını bilemediğimiz canlılar, nice kıymettar mücevherler gizlidir.

Misal olarak her gün Fatiha Sûresinde okuduğumuz “Rabbi’l-âlemin” ifadesine bakalım. Bunun meâli “âlemlerin Rabbi” demektir. Bu âlemlerin neler olduğunu, Allah’ın bu âlemleri nasıl terbiye ettiğini açıklamak ise, bir tefsirdir. Bütün ilimler bize “âlemlerin Rabbi” manasını açıklar. Mesela Astronomi ilmi Allah’ın uzayı nasıl terbiye ettiğini, Biyoloji ilmi Allah’ın canlıları nasıl terbiyeden geçirdiğini, Jeoloji ilmi yerin altındaki madenlerin, taşların, katmanların İlâhi terbiyeden ne şekilde pay aldıklarını gösterir.

Uzayda milyarlarca galaksi (yıldız toplulukları) var. Bunların her biri, hatta her bir yıldız bir âlemdir. Yeryüzü, pek çok âlemleri içinde barındıran hârika bir âlemdir. Bitkiler ve hayvanların her biri birer âlemdir. Bitkiler âleminde her bir çiçek türü ayrı bir âlemdir. Beşeriyet de bir âlemdir. Her insan tek başına farklı bir âlemdir; sesiyle, simasıyla, karakteriyle, kabiliyetiyle, hatta parmak izleriyle diğer insanlardan farklıdır… İşte “âlemlerin Rabbi” ifadesi, bütün bunları terbiye edenin Allah olduğunu bildirir, ders verir.

Saadet-i dâreyn

Kur’an, dünya ve ahiret saadetini esas alır. Felsefî sistemler ve beşerî düşünceler dünya saadeti hedefine yönelirler. Kur’an ise, hem dünyada hem de ahirette mutlu edecek esasları, kendine tabi olanlara gösterir.

İmanın ve İslâmın her bir rüknü, dünyada da insanı mutlu edecek neticeleri havidir. Mesela ahirete iman insanların en ziyade korktukları ölümü güzel gösterir, kabir tünelinden geçip ahirete gideceklerini, ebedi saadete nail olacaklarını bildirir. Namaz ibadeti, insanı günde beş defa âlemlerin Rabbinin huzuruna çıkartır, huzuru kazandırır.

Öte yandan Kur’anın düsturları da mutluluk yollarına sevkeder. Mesela “Hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de hakkınızda şer olabilir”47 âyeti, insanı dünyada mutlu edecek güzel bir esası bildirir. Bunu bilen biri, bir kısım zorluklar ve musibetlerle karşılaştığında, onlardaki güzellikleri görmeye çalışır, başkasının yıkıldığı yerde yıkılmaz, belki güç ve kuvvet alarak yoluna devam eder. Keza, “Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul”48 âyeti, insanı tembellikten kurtarır, daimî bir şevk ve faaliyet hali yaşatır.

İşte şu sırr-ı azîmdendir ki; ulema-i ilm-i Kelâm, Kur’anın şakirdleri oldukları halde, bir kısmı onar cild olarak erkân-ı imaniyeye dair binler eser yazdıkları halde, Mu’tezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için Kur’anın on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve kat’î isbat ve ciddî ikna edememişler. Âdeta onlar, uzak dağların altında lağım yapıp, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i esbab ile gidip orada silsileyi keser. Sonra âb-ı hayat hükmünde olan marifet-i İlâhiyeyi ve vücud-u Vâcib-ül Vücud’u isbat ederler. Âyet-i kerîme ise, her birisi birer asâ-yı Musa gibi her yerde suyu çıkarabilir, her şeyden bir pencere açar, Sâni’-i Zülcelâl’i tanıttırır. Kur’anın bahrinden tereşşuh eden Arabî “Katre” risalesinde ve sair Sözlerde şu hakîkat fiilen isbat edilmiş ve göstermişiz.

İşte hem şu sırdandır ki: Bâtın-ı umûra gidip, Sünnet-i Seniyeye ittiba etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden fırak-ı dâllenin bütün imamları hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid’aya, dalalete düşüp bir cemaat-ı beşeriyeyi yanlış yola sevketmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur’aniyenin i’cazını gösterir.

Allahı bulmada Kelâm ilmi ve Kur’anî metot

Kelâm ilmi, âyet ve hadislere dayanarak İslâmın inanç esaslarını ele alır. Meseleleri değerlendirirken farklı görüşlere yer verir, o sahada görüş beyan edenlerin görüşlerini tartışmalı bir şekilde ortaya koyar. Bunu yaparken zaman zaman felsefî fikirlere de yer verir. Bu ilme “Kelâm ilmi” denilmesinin bir sebebinin, ele aldığı hemen her konuda sözün çokça uzaması olduğu da söylenmiştir. Gerçi Kelâm ilmi âlimleri meseleleri ele alırken Kur’an referanslı hareket ederler. Fakat diğer görüşleri de uzun uzun anlattıkları cihetle irşat noktasında çok da yararlı olamamışlardır. Hatta İmam Şafi gibi bazı âlimler, bu ilimle meşguliyeti uygun görmemişlerdir. İmam Şafi’nin uygun görmediği, kendi devrindeki Kelâm ilmidir. Çünkü o zamanda Kelâm ilmi Mu’tezilenin hâkimiyeti altında idi.

Kelâm ilminde isbat-ı vacib (Allah’ın varlığını isbat) en temel meseledir. Bunu yaparken başlıca

1-“İmkân ve hudus delili”

2-“Devir ve teselsülün muhaliyeti” esaslarından hareket etmişlerdir.

Bunlar, esas itibarıyla Kur’an âyetlerine dayanmakla birlikte, ayrıntılarında hayli mantıkî ve felsefî esaslar bulunduğundan, bunların geniş halk kitleleri tarafından anlaşılması hayli müşkil hale gelmiştir. Hatta bunu vaaz kürsülerinden yıllarca anlatan birinden şöyle dinlemiştim: “Kürsülerden bunları anlatıyordum, ama başta kendi gönlüm kendi anlattıklarıma kanaat getirmiyordu.”

Kur’anın aynı konulardaki beyanı ise, hem havas hem avam herkese hitap eder özelliktedir. Böyle olduğundandır ki, bir cilt Kelâm ilmi kitabından elde edilen bir marifeti, Kur’an-ı Kerîm birkaç âyetiyle kolayca verebilmektedir. Kelâm ilmi âlimlerinin metodu, borularla uzaklardan su getirmeye benzer. Hem zordur, hem de ciddi arızalar meydana gelebilir. Kur’anın metodu ise, Hz. Musanın asası gibi, nereye vurulsa su çıkarabilecek bir hasiyete sahiptir.

Hâtime

Kur’anın lemaat-ı i’cazından iki lem’a-i i’caziye, Ondokuzuncu Söz’ün Ondördüncü Reşhasında geçmiştir ki; bir sebeb-i kusur zannedilen tekraratı ve ulûm-u kevniyede icmali, her biri birer lem’a-i i’cazın menbaıdır.

Hem Kur’anda mu’cizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an, Yirminci Söz’ün İkinci Makamında vâzıhan gösterilmiştir.

Peygamberlerin mu’cizeleri

Peygamberlere bir ikram olarak verilen mu’cizeler de, bir yönüyle gaybî işaretler taşımaktadır. Şöyle ki:

Peygamberler, manevî birer önder oldukları gibi, maddî sahada da önder durumundadır. Onlara verilen mu’cizeler, insanlık için âdeta birer modeldir. Yani, Cenab-ı Hak Kur’an’da bunları zikretmekle, bunların benzerlerini yapmaya insanları teşvik etmektedir.49

Mesela, Hz. Süleyman’ın iki aylık mesafeye sabah akşam gidip gelmesi,50 uçak gibi hızlı ulaşım vasıtalarına;

Hz. Musa’nın asasıyla taştan su çıkarması,51 sondaj aletlerine;

Hz. İsa’nın en amansız dertlere şifa bulması, hatta ölüleri diriltmesi,52 tıbbın son sınırına, yani âdeta ölüleri diriltir gibi hârikalar gösterip, en müzmin dertlere derman bulmasına;

Hz. Davud için demirin yumuşatılması,53 demir çeliğe bağlı sanayinin demirin yumuşatılmasıyla gerçekleşeceğine;

Hz. İbrahim’in ateşte yanmaması,54 ateşin yakmayacağı maddeler bulunup yangınlarda kullanılabileceğine işaret eder.

Hz. Süleyman’ın Yemen’deki Belkıs’ın tahtını bir anda Şam’a getirtmesi ise, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir olaydır.55

Günümüz insanı sesi ve görüntüyü nakletmiş, fakat henüz eşyanın kendisini nakledememiştir. Üstteki âyet, böyle bir şeyin mümkün olduğuna işaret etmektedir. Nitekim bilim kurgu uzmanları “ışınlama” adını verdikleri böyle bir hârikayı, şimdilik hiç olmazsa hayal âlemlerinde gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Kim bilir, belki de uzak olmayan bir gelecekte bunun da ilmen gerçekleşebileceğini göreceğiz ve Kur’an’ın gaybî haberlerinden birinin daha çıktığını görüp “Yüce Allah elbette doğru söylemiştir” diyerek imanımızı daha da kuvvetlendireceğiz…

Kur’an’ın fennî sırlara işaretini farkeden Fransız bilim adamı Maurice Bucaille şu değerlendirmede bulunur:

Kur’an’da bilimsel türden öyle açıklamalar bulunur ki, Hz. Muhammed’in çağında yaşamış herhangi bir insanın, onun yazarı olabileceğini düşünmek mümkün değildir.”56

Daha bunlar gibi sair Sözlerde ve risale-i arabiyemde çok lemaat-ı i’caziye zikredilip onlara iktifaen yalnız şunu deriz ki:

Bir mu’cize-i Kur’aniye daha şudur ki:

Nasıl bütün mu’cizat-ı enbiya, Kur’anın bir nakş-ı i’cazını göstermiştir; öyle de Kur’an bütün mu’cizatıyla bir mu’cize-i Ahmediye (asm) olur ve bütün mu’cizat-ı Ahmediye (asm) dahi, Kur’anın bir mu’cizesidir ki, Kur’anın Cenab-ı Hakk’a karşı nisbetini gösterir ve o nisbetin zuhuruyla her bir kelimesi bir mu’cize olur.

Çünkü o vakit bir tek kelime, bir çekirdek gibi bir şecere-i hakaikı manen tazammun edebilir. Hem merkez-i kalb gibi hakîkat-ı uzmanın bütün âzasına münasebetdar olabilir. Hem bir ilm-i muhite ve nihayetsiz bir iradeye istinad ettiği için, hurufuyla, heyetiyle, vaziyetiyle, mevkiiyle hadsiz eşyaya bakabilir.

Kur’an ve Hz. Peygamber

Kur’an Hz. Peygamberin mu’cizesi olduğu gibi, Hz. Peygamberin bütün mu’cizeleri dahi, Kur’anın bir mu’cizesidir.

Kur’an Hz. Peygamberin mu’cizesidir. Çünkü bu kitabın başından beri anlatılanların da şehadetiyle, böyle bir kitap insan sözü olamaz. Hz. Peygamber, Kur’anın bize ulaşmasında sadece bir elçi durumundadır.

Mevlâna, bunu şöyle anlatır:

Kur’ân, lisan-ı peygamberîden sudur etmekle beraber; her kim ‘onu Hak söylemedi, Allah kelamı değildir’ diyecek olursa, o kâfirdir.”57

Ağaçların dallarıyla insanlara meyve gönderen İlahî rahmet, Resulünün diliyle de Kur’ân’ı göndermiş­tir. Dallar meyveleri kendileri vermediği gibi, Hz. Peygamberin dili de Kur’ân’ın gerçek menbaı değildir. Hem meyve, hem de Kur’ân İlahî cânipten gönderilmiştir.

Öte yandan Hz. Peygamberin bütün mu’cizeleri dahi, Kur’anın bir mu’cizesidir. Çünkü böyle mu’cizelere sahip olan biri Allah’ın teyidine mazhardır. Allah’ın teyidine mazhar birinin Allah adına iftirada bulunması, yani kendi sözlerine “bunlar Allah’ın kelâmıdır” demesi hayal bile edilemez.

İşte şu sırdandır ki; ulema-i ilm-i huruf, Kur’anın bir harfinden bir sahife kadar esrar bulduklarını iddia ederler ve davalarını o fennin ehline isbat ediyorlar.

Risalenin başından şuraya kadar bütün şu’leleri, şuaları, lem’aları, nurları, ziyaları nazara topla; birden bak. Baştaki dava, şimdi kat’î netice olarak, yani قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا i yüksek bir sadâ ile okuyup ilân ediyorlar.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz yoktur. Muhakkak ki Sen Alîm- Hakîmsin.”58

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا

“Ya Rabbena, unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesaba çekme.”59

وَيَسِّرْلِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى

“Ya Rabbi, gönlüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Dilimdeki tutukluğu çöz, tâ ki sözümü iyice anlasınlar.”60

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ اَفْضَلَ وَ اَجْمَلَ وَ اَنْبَلَ وَ اَظْهَرَ وَ اَطْهَرَ وَ اَحْسَنَ وَاَبَرَّ وَ اَكْرَمَ وَ اَعَزَّ وَ اَعْظَمَ وَ اَشْرَفَ وَ اَعْلَى وَ اَزْكَى وَ اَبْرَكَ وَ اَلْطَفَ صَلَوَاتِكَ وَ اَوْفَى وَ اَكْثَرَ وَ اَزْيَدَ

وَ اَرْقَى وَ اَرْفَعَ وَ اَدْوَمَ سَلاَمِكَ صَلاَةً وَ سَلاَمًا وَ رَحْمَةً وَ رِضْوَانًا وَ عَفْوًا وَ غُفْرَانًا تَمْتَدُّ وَ تَزِيدُ بِوَابِلِ سَحَائِبِ مَوَاهِبِ جُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ تَنْمُوا وَ تَزْكُوا بِنَفَائِسِ شَرَائِفِ لَطَائِفِ جُودِكَ وَ مِنَنِكَ اَزَلِيَّةً بِاَزَلِيَّتِكَ لاَ تَزُولُ اَبَدِيَّةً بِاَبَدِيَّتِكَ لاَ تَحُولُ عَلَى عَبْدِكَ

وَ حَبِيبِكَ وَ رَسُولِكَ مُحَمَّدٍ خَيْرِ خَلْقِكَ النُّورِ الْبَاهِرِ اللاَّمِعِ وَ الْبُرْهَانِ الظَّاهِرِ الْقَاطِعِ

وَ الْبَحْرِ الذَّاخِرِ وَ النُّورِ الْغَامِرِ وَ الْجَمَالِ الزَّاهِرِ وَ الْجَلاَلِ الْقَاهِرِ وَ الْكَمَالِ الْفَاخِرِ صَلاَتَكَ الَّتِى صَلَّيْتَ بِعَظَمَةِ ذَاتِكَ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ كَذٰلِكَ صَلاَةً

تَغْفِرُ بِهَا ذُنُوبَنَا وَ تَشْرَحُ بِهَا صُدُورَنَا وَ تُطَهِّرُ بِهَا قُلُوبَنَا وَ تُرَوِّحُ بِهَا اَرْوَاحَنَا

وَ تُقَدِّسُ بِهَا اَسْرَارَنَا وَ تُنَزِّهُ بِهَا خَوَاطِرَنَا وَ اَفْكَارَنَا

وَ تُصَفِّى بِهَا كُدُورَاتِ مَا فِى اَسْرَارِنَا وَ تَشْفِى بِهَا اَمْرَاضَنَا وَ تَفْتَحُ بِهَا اَقْفَالَ قُلُوبِنَا

Allahım!

-En üstün, en güzel, en yüce, en zâhir, en tahir, en güzel, en iyi, en değerli, en aziz, en büyük, en şerefli, en yüksek, en pâk, en mübârek ve en latîf salâvatın ve en mükemmel, en fazla, en ziyâde, en yüksek, en yüce ve en devamlı selâmın

-cûd ve kereminin ihsan bulutlarından sağanak yağmurları gibi devam edip artan,

-cömertlik ve in’amlarının değerli, hoş ve latîf tecellileriyle büyüyüp çoğalan,

-ezeliyetine münasip tarzda hiç zeval bulmayan ve ebediyetine lâyık şekilde hiç sona ermeyen bir salât ü selâm, bir rahmet ve rıza, bir af ve mağfiret olarak kulun, habîbin ve resulün olan Muhammed’in üzerine olsun.

Ki O,

-Mahlûkatın en hayırlısıdır.

-Göz kamaştıran parlak nurdur.

-Pek kesin bürhandır.

-Coşkun deryâdır.

-Her şeyi bürüyen aydınlıktır.

-Pek parlak cemâldir.

– Çok yüce celâldir.

– Gayet haşmetli kemâldir.

İşte zâtının azametine yaraşır şekilde Ona ve aynı şekilde Onun âl ve ashâbına salât et.

Allahım!

Bu salâvat sebebiyle

-günahlarımızı bağışla

-gönüllerimize ferahlık ver

-kalplerimizi tertemiz kıl

-ruhlarımızı rahatlat

-derûnumuzu arındır

-kalbimizden geçenleri ve düşüncelerimizi nezih kıl

-sırlarımızdaki bulanıklığı safileştir

-hastalıklarımıza şifa ver

-kalplerimizin kilitlerini aç.

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ

“Ey Rabbimiz! Bizi hidayete eriştirdikten sonra kalplerimizi sapıklığa meylettirme. Yüce katından bize bir rahmet ihsan et. Muhakkak ki Vehhâb olan ancak Sensin.”61

وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

آمِينَ آمِينَ آمِينَ

“Onların dualarının sonu şudur: Elhamdülillahi Rabbi’l- âlemîn (âlemlerin Rabbi olan Allaha hamd olsun).”62

Amin… Amin… Amin…

1 A’raf, 85

2 Tevbe, 31

3 Âyetlerde de geçen bu ifade, “Allah’ın dışında” manasına geldiği gibi, “Allah’ın dûnunda, yani aşağısında” manasına da gelir. Böyle olunca, bunun şümulü hem kâfirleri, hem de “Allah’a inanıyorum” diyenleri içine alır. Mesela, Arab müşrikleri Allah’ı inkâr etmiyor, ama putları araya aracı olarak koyuyorlardı.

4 Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, I, 407

5 Yusuf, 106

6 Nursi, Şualar, s. 584

7 Nursi, Mesnevi, s. 258

8 Nursi, Sözler, s. 682

9 A’raf, 180

10 Maide, 38-39

11 Maide, 38-39

12 Sabûnî I, 342

13 İbrahim, 36

14 Rahman, 29

15 Beydâvi, III, 456

16 En’am, 12

17 Nursi, Mektubat, s. 286

18 Mevlâna, X, 328-29.

19 Casiye, 24

20 Bkz. Nursî, Sözler, 196-197.

21 Üstteki ifadelerde, İbn Arabînin “Füsus-ı Hikem”ine ve İmam-ı Şaranînin “Ya­va­kit” isimli eserine telmih vardır.

22 Gökberk, s. 239

23 Nursi, Lem’alar, s. 182

24 Nursi, Sözler, s. 253

25 Yaratılmış insanın yüce Yaratıcı ile ittihat etmesi elbette hiç bir cihetle düşünülemez. Maneviyat sarhoşları sekr halinde iken ittihadı hatırlatır sözler söylemişlerse de, akılları başlarına geldiğinde o sözlerinden dolayı istiğfar etmişlerdir.

26 Gazzalî, Mişkat, s. 42

27 Taftezanî, Sa’duddîn, Şerhu’l-Akaid, s. 5; Aydın, Ali Arslan, İslâm İnançları ve Felsefesi, s. 111

28 Sabri Akdeniz, Eğitim Sosyolojisi, s. 17-18

29 Zümer, 67

30 Enbiyâ, 104

31 Âl-i İmrân, 5-6

32 Hûd, 56

33 Ankebut, 60

34 En’âm, 1

35 Sâffât, 96

36 Rûm, 50

37 Nahl, 68

38 A’râf, 54

39 Mülk, 19

40 Bakara, 255

41 Hadid, 4

42 Hadid, 3

43 Kaf, 16

44 Meâric, 4

45 Nahl, 90

46 Yazır, I, 9-10

47 Bakara, 216

48 İnşirah, 7

49 Nursî, Sözler, s. 235

50 Sebe, 12

51 Bakara, 60

52 Âl-i İmran, 49

53 Sebe, 10

54 Enbiya, 69

55 Neml, 38-40

56 Bucaille, s. 371

57 Mevlana, VII, 553.

58 Bakara, 32

59 Bakara, 286

60 Tâhâ, 25-28

61 Âl-i İmrân, 8

62 Yunus, 10

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir