BİRİNCİ ZİYA
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın büyük bir vech-i i’cazı Onüçüncü Söz’de beyan edilmiştir. Kardeşleri olan sair vücuh-u i’caz sırasına girmek için bu makama alınmıştır. İşte Kur’anın her bir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi i’caz ve hidayet nurunu neşr ile küfür ve gaflet zulümatını dağıttığını görmek ve zevketmek istersen; kendini Kur’anın nüzûlünden evvel olan o asr-ı cahiliyette ve o sahra-yı bedeviyette farzet ki, her şey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümud-u tabiata sarılmış olduğu bir anda birden Kur’anın lisan-ı ulvîsinden
سَبَّحَ لِلّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
يُسَبِّحُ لِلّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ gibi âyetleri işit bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem سَبَّحَ يُسَبِّحُ sadâsıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat, تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ sayhasıyla işitenin nazarında nasıl gökyüzü bir ağız; bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nüma, birer nur-u hakîkat-eda ve arz bir kafa ve berr ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih-feşan sûretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa bu zamandan tâ o zamana bakmakla, mezkûr zevkin dekaikini göremezsin.
Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla ulûm-u mütearife hükmüne geçen ve sair neyyirat-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’anın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile veyahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan; elbette her bir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok enva’-ı i’cazı içinde bu nevi i’cazını zevkedemezsin.
Mahlûkatın tesbihatı
Kur’an, bütün varlıkların Allaha tesbih ettiklerini bildirir:
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O, Azîz- Hakîmdir.”1
“Göklerde olan ve yerde olan her şey, Melik, Kuddüs, Azîz, Hakîm olan Allah’ı tesbih eder.”2
Kâinatta gördüğümüz bu varlıkların ne vazife gördükleri eskiden beri insanların merak konusu olmuş, düşünen zihinler olan felsefeciler bu konularda hayli fikirler beyan etmişlerdir. Kur’an ise üstte nazara verilen âyetlerinde ve emsallerinde bütün her şeyin kendine mahsus dillerle yüce yaratıcıya tesbih ettiklerini bize ders verir. Yani her biri kendisine tevdi edilen görevi yerine getirmekte, bununla da “beni yaratan aczden, kusurdan ve benzeri noksanlardan münezzehtir” gibi manaları terennüm etmektedir.
Küfür ve gaflet karanlıkları
Küfür kelimesi, bir şeyin üzerini örtüp gizlemeyi ifade eder. Kâfir, hem Allahın varlığını hem de nimetlerini inkâr ve küfran perdeleriyle örttüğü cihetle kendisine “kâfir” denilmiştir. İman bir nur olduğu gibi, küfür dahi bir karanlıktır. Siyah gözlük takan birinin etrafı siyah görmesi misali, kâfir de âlemi karanlıklar içinde görmektedir.
Mesela böyle bir kâfir, varlıkların gerçekte var olan tesbihatlarını göremez. Keza ölümden sonra devam eden hayatı göremez, ömrü karanlıklar içinde geçer.
Bir de gaflet karanlıkları vardır. Gafil insan etrafında olup biten şeylerden habersizdir, “farkındalık” özelliğini kaybetmiştir. Kâfir zaten gaflet içindedir, ama mü’minlerin de farklı derecelerde gafletten payları vardır. Oyun ve eğlenceye dalmak, gafletin tezahürlerinden biridir. Asli yaratılış gayesinden uzak kalmak, lüzumsuz, âfâkî, boş işlerle oyalanmak da yine gaflet göstergelerindendir. Kur’an şöyle bildirir:
“İnsanların hesaba çekilmeleri yaklaştı. Onlar ise gaflet içinde yüz çevirmekte.”3
Cahiliyet asrı
Kur’an-ı Kerîm, İslâm öncesi zihniyetlerden “cahiliyye” şeklinde bahseder. Allah’ı çok ötelerde tasavvur edip, “artık bu âleme karışmaz, olaylara müdahalesi yoktur” şeklindeki bir zan cahiliyye zannı; Allah’ın hükümleri yerine beşerî kanunlar cahiliyye hükmü; Hak din namına değil, bâtıl şeyler uğruna gayrete gelmek cahiliyye hamiyetidir.4
“İlk cahiliyye gibi açılıp saçılmayın!”5 şeklindeki İlâhî hitap, sonraki bir cahiliyyeyi çağrıştırır. İlk cahiliyye, İslâm öncesi küfür cahiliyyesidir. Günümüzün günahlarla dolu fısk u fücur cahiliyyesine “ahir zamanın modern cahiliyesi” diyebiliriz.
İlim ile cehalet, gece ve gündüz gibi birbirine zıddır. Birinin var olduğu yerde diğeri yoktur. İslâm Dini, nuruyla cahiliyye karanlıklarını ortadan kaldırmıştır. Böylece, cahiliyye zannı, cahiliyye hükmü, cahiliyye hamiyeti gibi bâtıl haller izale edilmiştir. Fakat İslâm güneşine perde çekildiğinde, aynı cahiliyye halleri tekrar ortaya çıkmaktadır.
Toplum yönünden böyle olduğu gibi, fert yönünden de durum aynıdır. Bir fert, ya İslâmî esasları ruhuna sindirmiş, münevver olmuştur, ya da bu nurları söndürmüş, cahiliyyede kalmıştır.
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en yüksek derece-i i’cazına bakmak istersen, şu temsil dûrbîniyle bak. Şöyle ki:
Gayet büyük ve garib ve gayetle yayılmış acib bir ağaç farzedelim ki, o ağaç geniş bir perde-i gayb altında bir tabaka-i mesturiyet içinde saklanmıştır. Malûmdur ki, bir ağacın insanın âzaları gibi onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüb, bir muvazenet lâzımdır. Her bir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir sûret verilir.
İşte hiç görülmeyen -ve hâlâ görünmüyor- o ağaca dair biri çıksa, perde üstünde onun her bir âzasına mukabil bir resim çekse, bir hudud çizse; daldan meyveye, meyveden yaprağa bir tenasüble bir sûret tersim etse ve birbirinden nihayet uzak mebde ve müntehasının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve sûretini gösterecek muvafık tersimat ile doldursa; elbette şüphe kalmaz ki, o ressam bütün o gaybî ağacı gayb-aşina nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.
Aynen onun gibi, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan dahi hakîkat-ı mümkinata dair -ki o hakîkat, dünyanın ibtidasından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve arştan ferşe, zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatın hakîkatına dair- beyanat-ı Kur’aniye o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve her bir uzva ve meyveye lâyık bir sûret vermiştir ki; bütün muhakkikler nihayet-i tahkikinde Kur’anın tasvirine “Mâşâallah, Bârekâllah” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muamma-yı hilkati keşf ve fetheden yalnız sensin ey Kur’an-ı Kerîm!” demişler.
Kâinatın tılsımı ve yaratılışın muamması
Yüzlerce sembolden oluşan Mısır hiyeroglif yazısı, 1799’da tılsımı çözülene kadar insanlara bir muamma idi. Bu muamma binlerce yıl insanlara gizli kaldı, bu yazıların neleri ifade ettiği bilinemedi, 700’den fazla işaretle yazılan bu yazı, sadece hayranlıkla seyredildi.
İşte, kâinat Allahın telif ettiği ve her harfine nice manaları yüklediği büyük bir sembol kitabıdır. Varlıklar bu kitabın harfleri gibidir. Allah namına tefekkürle bu kitaba bakmak, manalarını okumak, tesbihatlarının ve vazifelerinin ne olduğunu fark etmek ise, onun tılsımını çözmek, muammasını açmak demektir. Kur’an-ı Kerîm, eşyanın hakîkatlerini beyan eden âyetleriyle bu muhteşem kitabın manalarını bize ders verir.
Kâinat, dallarının budaklarının nerelere uzandığını bilmediğimiz muhteşem bir ağaca benzer. Bizler dünya gezegeninde bu ağacın bir dalındayız. Sadece içinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisinde en az iki yüz milyar güneşimiz gibi yıldız bulunduğu ve tüm evrende en az yüz milyar galaksi bulunduğu nazara alınırsa bu ağacın ihtişamı anlaşılacaktır.
İşte Kur’an, bu ağacın görünen ve görünmeyen dallarını budaklarını bize anlatmakta, şu dünyadaki bitkilerden hayvanlardan anlattığı gibi görülmeyen âlemlerin sakinleri olan meleklerden, ruhanilerden, cinlerden de bahsetmektedir. Fen bilimlerinin gözlüğüyle âleme baktığımızda “evrende dünyamız dışında bir hayat var mı?” sorusuna tatmin edici bir cevap bulamayız. Ama Kur’anın gösterdiği zaviyeden âleme baktığımızda onun her tarafının canlılarla dopdolu olduğunu görürüz.
Kaldı ki Kur’an sadece bu görülen âlemden de bahsetmez, cennet ve cehennem gibi beka yurdunun âlemlerinden de söz eder, iman gözlüğüyle bize oraları da gösterir.
وَ لِلّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى temsilde kusur yok. Esma ve sıfât-ı İlâhiye ve şuun ve ef’al-i Rabbaniye, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edilmekle; o şecere-i nuraniyenin daire-i azameti ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyası, gayr-ı mütenahî feza-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor. Hudud-u icraatı يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَى hududundan tut,
tâ خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ
وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ hududuna kadar intişar etmiş o hakîkat-ı nuraniyeyi bütün dal ve budaklarıyla, gayat ve meyveleriyle o kadar tenasüble birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir sûrette o hakaik-i esma ve sıfâtı ve şuun ve ef’ali beyan eder ki; bütün ehl-i keşf ve hakîkat ve daire-i melekûtta cevelan eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o beyanat-ı Kur’aniyeye karşı “Subhanallah” deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık” diyerek tasdik ediyorlar.
İlahi hakikatler
Kur’anın en bariz bir yönü, Allahın kendini kendi kelamında şanına layık bir şekilde anlatmasıdır. Allahın zatının misli ve misali yoktur, ama “En yüce mesel, Allah içindir”6 âyetinin bildirdiği gibi, temsillerle Onun icraatına, isim ve sıfatlarına bakılabilir. Onun icraatının sınırları “Allahın habbe ve çekirdekleri yarması,” “kişiyle kalbi arasına girmesi”7 sınırından tut, tâ “gökleri ve yeri altı günde yaratması”, “göklerin kudret elinde dürülü olması”8 sınırına kadar yayılmıştır. Yani gökleri ve yeri yaratan O olduğu gibi, yerin altındaki tohumların sümbüllenmesi gibi ayrıntı sayılabilecek icraatlar da Onundur. O, eşyayı yaratmış, sonra da kendi haline bırakmış değildir. Öyle ki kişiyle kalbi arasına girmesine kadar âlemde bütün fiiller Onun havl ve kuvvetiyle meydana gelmektedir.
Mesela: Bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan, hem o iki şecere-i azîmenin bir tek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın dal ve budaklarının en ince meyve ve çiçekleri aralarında o kadar bir tenasüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvazenet sûretinde tarif eder ve o mertebe bir münasebet tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden âciz ve hüsnüne karşı hayran kalır.
Ve o iman dalının budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın tâ en ince teferruatı, en küçük âdâbı ve en uzak gayatı ve en derin hikemiyatı ve en cüz’î semeratına varıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenasüb ve kemâl-i münasebet ve tam bir muvazene muhafaza ettiğine delil ise, o Kur’an-ı câmiin nusus ve vücuhundan ve işarat ve rumuzundan çıkan şeriat-ı kübra-yı İslâmiyenin kemâl-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve rasaneti; cerhedilmez bir şahid-i âdil, şüphe getirmez bir bürhan-ı katı’dır.
Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’aniye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bahusus bir ümminin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhite istinad ediyor ve cemi’ eşyayı birden görebilir, ezel ve ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir zâtın kelâmıdır. Âmennâ…
İmkân dairesi ve vücub dairesi
İmkân, var olmakla olmamanın eşit olmasıdır. Yaratılan her şey imkân dairesinde yer alır. Yani var olarak gördüklerimiz olmayabilirlerdi veya çok daha farklı özelliklerde olabilirlerdi.
Eşyanın varlık veya yokluğu kendi zatından olmayıp Allahın yaratmasıyladır. Bediüzzamanın ifadesiyle, “imkândan vücub görünür.”9 Bir şey varlık sahasına çıkmışsa, onun var olması yoklukta kalmasına tercih edilmiş demektir. Bu tercih ise ancak varlığı vâcip olan Allah’ın iradesiyle gerçekleşir.
Vücub ise imkânın mukabilidir. Allah Vacib-ül Vücuddur, yani Onun varlığı zatından olup yokluğu imkânsızdır. Vücub dairesi denildiğinde zâtı, şuunatı, sıfatları, isimleri ve fiilleri anlaşılır.
İmanın altı rüknü arasındaki tenasüp
İmanın altı rüknü, Allaha, Onun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere iman etmektir.
Bu esaslar, inananları huzurlu, dengeli, itidalli bir ruh haline ulaştırır. Böyle fertlerden meydana gelen toplum, huzurlu ve dengeli olur. Mesela, Allah’a iman, kişiyi sahipsizlikten, başıboşluktan kurtarır. Şu dünya hanında Kerîm bir zâtın misafiri olduğunu gösterir. Kâinatın ve kâinattaki varlıkların ne görev yaptıklarını bildirir. İnsana, muazzam bir dayanak noktası olur.
Malumdur ki, insan kuvvetli bir dayanak noktası bulunca, boyundan büyük işler yapabilir. Mesela, bir asker, orduya dayanarak şahsi kuvvetinden binlerce defa daha büyük işlere girişebilir. Onun gibi, “Âlemlerin Rabbine inanıyorum” diyen bir mü’min, Ona istinatla büyük işlere cesaretle girer.
Meleklere iman, insanın varlık âlemini genişletir. Meleklere inanan mü’min, kâinatı büyük bir vahşet mekânı değil, her tarafı meleklerle şenlenmiş muhteşem bir mescit olarak görür. Amelleri yazan Kiramen Kâtibini düşününce, hal ve hareketlerine daha çok dikkat eder. “İnsanın sağında ve solunda oturan (meleklerin) onun amellerini yazdıklarını hatırla. İnsan, ne konuşursa, muhakkak yanında hazır bir murakebe eden vardır”10 âyetinin hükmünü hatırından hiç çıkarmaz. Yalnız kaldığında bile, dinin “günah” olarak nitelediği, ferde ve topluma zararlı hareketleri yapamaz.
Kabirde insana soru soracak Münker – Nekir meleklerini hatırladığında, yalnız, kimsesiz, tek başına bırakılacağı kabirde bu meleklerle yalnızlıktan kurtulacağını düşünür, mesrur olur.
Kitaplara iman vasıtasıyla, Allah’a muhatap olmanın huzur ve mutluluğunu yaşar. Okyanusta yol alanlara pusulanın lüzumu gibi, şu hayat okyanusunda yol alan insanlığa, Kur’an gibi bir pusulanın ne derece önem taşıdığını anlar. Keza, yaratılışın sırlarını, insanın görevlerini öğrenir. Bu konulara ilgi duyan felsefecilerin tarih boyunca insanı tatmin eden açıklamalar getiremeyişleri, kitaplara imanın fert ve toplum hayatında ne büyük bir önem taşıdığını açıkça isbat eder.
Peygamberlere iman, insanı rehbersizlikten kurtarır. Malumdur ki, uzun, tehlikeli yollar rehbere ihtiyaç hissettirir. İnsanın ruhlar âleminden başlayan ve ta ebede kadar sürecek olan seyahatinin en mühim bölümünü teşkil eden şu dünya hayatında, seçkin insanların rehberliğine ihtiyaç vardır. Bu seçkin insanlar, başta Peygamberlerdir. Kur’an-ı Kerîm, Hz. Peygamber hakkında şöyle der: “Şüphesiz size, Allah Rasulünde ‘usve-i hasene’ vardır.”11
“Usve-i hasene”, güzel örnek anlamındadır. “Rabbim beni edeplendirdi ve edebimi güzel kıldı”12 diyen Hz. Peygamber, elbette bütün insanlığa en güzel modeldir, en büyük rehberdir.
İnsan, Hz. Peygamberin hayatını örnek almakla, kendi hayatında karşılaştığı durumlarda ortaya koyması gereken tavrı belirler. “Acaba şöyle mi yapsam, yoksa böyle mi yapsam?” şeklindeki tereddütlerden kurtulur.
Ahirete iman, kişiye muazzam bir istimdad noktası olur. Zira her insanın en büyük bir meselesi, ölüm olayıdır. Her faninin mahkûmu olduğu ölüm, ilk bakışta çok korkunç bir olaydır. Ruhunda ebedilik hisleri taşıyan insan, ölümle her şeyin bitmesini istemez. Beşerî düşünce sistemleri, bu güne kadar ölümün muammasını çözebilmiş ve onun yüzündeki siyah peçeyi kaldırabilmiş değildir.
İşte, ahirete iman, ölümün muammasını çözer, yüzündeki siyah peçeyi kaldırıp, ardında tebessüm eden güzel çehreyi gösterir ve bildirir ki, ölüm son değildir, yeni bir hayatın başlangıcıdır. Kabir korkunç bir kuyu ağzı değil, nurani âlemlerin kapısıdır. Ana rahminden ayrılarak bu dünyaya gelen insanlar, kabir tüneliyle de yeni bir âleme geçiş yapacaklardır.
Keza, ahirete iman, toplumu meydana getiren fertleri kötülüklerden alıkor, iyiliklere ise sevk ve teşvik eder. “…(Yapılan iyi veya kötü iş) bir hardal tanesi kadar da olsa, bir kayada, göklerde veya yerde gizlense de, Allah onu karşına koyar. Çünkü Allah, Latîftir, Habîrdir” gibi nice âyetler bu manayı dile getirir.13 Halkımız arasında şöhret bulmuş “iyilik yap denize at. Balık bilmezse Halık bilir” sözü böyle bir inancın halkın diline yansımış şeklidir.
İslâm âleminde meydana getirilen vakıf eserler, genelde ahirete imanın bir meyvesidir. Hz. Peygamber şöyle der:
“İnsan öldüğünde ameli kesilir. Ancak üç amel ona sevap kazandırmaya devam eder:
1- Sadaka-i cariye.
2- Kendisinden faydalanılan ilim.
3- Ona dua eden salih bir evlat.”14
Bu hadis, ehl-i imanı, ölümden sonra kendilerine sevap kazandıracak medrese, hastane, çeşme gibi vakıf eserler yapmaya teşvik etmiştir.
Kadere iman, insanı gam ve kederlerden emniyete kavuşturur, gururdan kurtarır. “Biz her şeyi bir kaderle yarattık”15 âyetini bilen mü’min, belâ ve musibetler karşısında çökmez, yıkılmaz. Gemiye binen insanın, sırtındaki yükü gemiye bırakarak rahat etmesi misali, şahsının ve toplumun üstesinden gelemediği problemlerde, “Allah’a tevekkül ettim” diyerek rahat eder. Faraza, elim bir ölüm olayında “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” yani “biz Allaha aidiz ve O’na döneceğiz”16 âyetinden hareketle, kaderin bu hükmüne rıza gösterir. Böylece bunalımdan, sıkıntılardan kurtulur.
Keza, iflas etmiş bir tacir veya imtihanı kaybetmiş bir genç, kadere iman vasıtasıyla, intihara sürükleyebilen streslerden necat bulur. Yeni bir şevk, taze bir zevkle işe yeniden başlar.
Hz. Ali şöyle der: “Zühdün tamamı Kur’anda iki cümlede özetlenmiştir: “…Ta ki elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Onun size verdikleriyle şımarmayasınız.”17 Her kim geçmişte kaçırdığına üzülmese, gelecek olanla da şımarmasa zühdün her iki tarafını da almış olur.”18
Zühdde esas olan, elinden kaçanlara üzülmemek, gelecek nimetlerle de şımarmamaktır. “Küfür ve dalâlet dışında her hâle Elhamdülillah” diyebilmek, böyle bir zühdün sonucudur.
Dikkat edilirse, üstteki âyet kaderle alâkalıdır. Öyle görülüyor ki, istikametli bir kader anlayışı zühd, sabır ve tevekkül gibi kemâl vasıflarını elde etmede en önemli esaslardan biridir.
Hayat inişler çıkışlarla doludur. Normal şartlarda inişler insanı çökertir, çıkışlar onu gurura sevk eder. Kadere iman, insanı mutedil bir tabiata sevk eder. Sağlam bir kader inancına sahip olanlar inişlerde çökmezler, çıkışlarda gururlanmazlar, zirvelere yükseldiklerinde başları dönmez, bunu Allah’ın bir lütfu olarak görürler. Hz. Süleyman gibi, “bu Rabbimin fazlındandır” derler.19 Belâ ve musibetler, muvaffak olamamak gibi durumlarda ise, Hz. Eyyüb misali sabırla mukabele ederler. Allah’a dua ve iltica edip, o durumdan kurtulmak için sebeplere yapışırlar.
Hz. Peygamber, bu duruma işaret olarak şöyle der:
“Mü’minin hali ne güzeldir! Eğer bir nimete mazhar olsa şükreder, sevap kazanır. Bir musibete maruz kalsa sabreder, yine sevap kazanır.”20
İslâmiyetin beş rüknü arasındaki tenasüp
İnsan, takva ile kötü amellerden uzak kalmalı, ayrıca salih ameller ile de süslenmelidir. Bunlar:
-Ya kalp ile,
-ya beden ile,
-ya mal ile,
– ya da hem beden hem mal ile olur.
Kalbî amellerin güneşi, imandır. Bunun en güzel ifadesi, kelime-i şehadettir. Bedenle yapılan amellerin en kapsamlı olanı, dinin direği olan namazdır. Mal ile yapılan amellerin kutbu, İslâmın köprüsü olan zekâttır. Hem beden hem mal ile yapılan en büyük ibadet, Müslümanların yıllık kongreleri hükmünde olan hacc’dır.
Bütün bu ibadetleri düzgün yapabilmek için ciddi bir nefis terbiyesine ihtiyaç vardır. Bunun da en güzel ve etkili bir vesilesi, oruçtur.
İslâm şeriatının bütünlük ve uyumu
Kur’an kendi içinde bir bütünlük gösterdiği gibi, Kur’ana ve hadislere, bir de bunların yorumuna dayanan İslâm şeriati de bir bütünlük arzeder. Bunu, bir ağacın dal ve budakları, meyve ve yaprakları arasında tam bir bütünlük ve uyum olması veya merkezi nakşı olan bir halıda bütün desen ve nakışların bu merkezle bağlantılı olması misalleriyle zihnimizde canlandırabiliriz. Mesela, din temizliği bir esas olarak ortaya koyar. Böyle bir hüküm,
-hem Allahın isimlerinden Kuddüs ismiyle,21
-hem Kur’anın temizliği teşvik eden âyetleriyle22
-hem insanın temizliğe meyyal tabiatıyla
-hem Hz. Peygamberin hadisleriyle23
-hem manen ve maddeten tertemiz yaşayan Hz. Peygamberin uygulamalarıyla irtibat halindedir. Bunların her biri, diğerini tekmil ve teyit eder.
Öte yandan, “temizlik” başlığı altında bir araştırma yaptığımızda konunun pek çok dalları ve budakları, meyveleri ve yaprakları karşımıza çıkacaktır. İslâmla ilgili bir konuya yönelik çalışmaların “içindekiler” bölümüne baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliriz.
Böyle olunca, elbise ve eşyalarımızın temizliğinden tutun, aklımızın güzel fikirlerle, hayalimizin güzel ideallerle, kalbimizin güzel niyetler ve duygularla dopdolu olmasına kadar temizlik konusunun şümulü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Keza din, tekebbürü (büyüklenmeyi) yasaklar. Böyle bir hüküm,
-hem Allahın büyüklüğüyle24
-hem Kur’anın tevazuu emreden âyetleriyle25
-hem kadere imanla26
-hem Hz. Peygamberin fiili tatbikatıyla27 irtibat ve uyum halindedir.
Öte yandan, tekebbür ile ön plana çıkan Nemrut ve Firavun gibilerin hayat felsefeleri ve icraatları, halka zulümleri, sonunda dünyada dahi tekebbürlerinin cezasını çekmeleri; insanı tekebbüre sevkeden sebepler; tekebbürden kurtulma yolları gibi başlıklar âyet ve hadisler ışığında ve ulemanın değerlendirmeleri çerçevesinde uzun uzun ele alınabilecek durumdadır ve zaten ele de alınmış, şeriatın hemen her meselesi için müstakil eserler yazılmıştır.
1 Hadid, 1
2 Cum’a, 1
3 Enbiya, 21
4 Bkz. Âl-i İmran, 154, Mâide, 50; Fetih, 26
5 Ahzab, 33
6 Nahl, 60.
7 Bkz. En’âm, 95 ve Enfâl, 24
8 Bkz. Hûd, 7 ve Zümer, 67
9 Nursi, Sözler, s. 678
10 Kaf, 17-18
11 Ahzab, 21
12 Aclûnî, I, 70
13 Lukman, 16
14 Nesai, Vesaya, 8
15 Kamer, 49
16 Bakara, 156
17 Hadîd, 23
18 Şerif Radî, Nehcül-Belâğa, s. 780
19 Neml, 40
20 Müslim, Zühd, 64
21 Kuddüs, Allah’ın isimlerinden olup, Onun zâtında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde, hükümlerinde her türlü lekeden, eksiklikten uzak olmasını ifade ve yarattıklarının da temiz olmasını iktiza eder.
22 Mesela bkz. Hacc 26, Müddessir 4, Tevbe 108, Bakara 222.
23 Mesela, “Temizlik imandandır.” “Temizlik imanın yarısıdır.” Bkz. Aclûni, I, 33; Müslim, Taharet 1.
24 Çünkü gerçek büyük Odur. İnsan ise nelerle büyüklenmek isterse, bunların tamamı Allah’tandır.
25 Mesela: “Yeryüzünde çalımla yürüme! Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara varamazsın.” İsra, 37.
26 Çünkü “bütün iyilikler Allah’tan, kötülükler ise nefistendir.” Bkz. Nisa, 79.
27 O, en büyük insan ve en büyük peygamberdi, ama tevazuun da zirvesindeydi. “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki…” ifadesini çok sık kullanır, yaptıklarını Allah’ın tevfikiyle yaptığını nazara verirdi. Mesela bkz. Buhari, Ezan, 29.
