19. DERS: KELÂMIN KUVVETİ VE HÜSNÜ

ÜÇÜNCÜ NUR

İkinci Şu’lenin Üçüncü Nuru şudur ki: Kur’an, başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünkü kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn ü cemâl cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?” ise bak. Yalnız söze bakıp durma.

Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur’anın menbaına dikkat edilse, Kur’anın derece-i belâğatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır.

Evet, madem kelâm, mütekellime bakıyor. Eğer o kelâm emr ve nehy ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemet-sûz olur, maddî elektrik gibi tesir eder, kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder.

Mesela: يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى yani “Ya arz! Vazifen bitti, suyunu yut. Ya sema! Hacet kalmadı, yağmuru kes.”

Söze güç veren unsurlar

Sözün kendisi önemli olduğu gibi, kimin söylediği, kime söylediği, ne için söylediği ve ne makamda söylediği de önemlidir. Bu zaviyeden baktığımızda Allahın kelamının dengi olamaz. Çünkü onu söyleyen Allahtır, muhatap olarak insanları seçmiş, onları dünya ve ahiret mutluluğuna sevketmek için irşat makamında söylemiştir.

Özellikle kelam emir ve yasaklama makamında ise, söyleyenin kim olduğu daha da önem arzeder. Mesela şu âyete bakalım:

“Ey arz! Vazifen bitti, suyunu yut. Ey sema! İhtiyaç kalmadı, yağmuru kes.”1

Âyet, Nuh Tufanının son sahnesini anlatır. Yerin ve göğün orduları emrinde olan Allah, o asi kavmi helak etmek için yerin ve göğün sularına emretmiş, yerden sular fışkırarak ve gökten devamlı yağmur yağarak bu emir yerine getirilmiştir. İş bitirildiğinde ise, yere ve göğe emredilerek sularını çekmeleri istenmiştir.

Mesela: فَقَالَ لَهَا وَ لِلاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَا اَتَيْنَا طَائِعِينَ yani “Ya arz! Ya sema! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Ademden çıkıp, vücudda meşhergâh-ı san’atıma geliniz.” dedi. Onlar da: “Biz kemâl-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi senin kuvvetinle göreceğiz.” İşte kuvvet ve iradeyi tazammun eden hakikî ve nafiz şu emirlerin kuvvet ve ulviyetine bak.

Sonra insanların اُسْكُنِى يَا اَرْضُ وَانْشَقِّى يَا سَمَاءُ وَقُومِى اَيَّتُهَا الْقِيَامَةُ gibi sûret-i emirde cemadata hezeyanvari muhaveresi, hiç o iki emre kabil-i kıyas olabilir mi?

Evet, temenniden neş’et eden arzular ve o arzulardan neş’et eden fuzuliyane emirler nerede? Hakîkat-ı âmiriyetle muttasıf bir âmirin iş başında hakîkat-ı emri nerede? Evet, emri nafiz büyük bir âmirin muti’ ve büyük bir ordusuna “Arş” emri nerede? Ve şöyle bir emir, âdi bir neferden işitilse; iki emir sûreten bir iken, manen bir neferle bir ordu kumandanı kadar farkı var.

Vücuda çıkış emri

Bir zamanlar Allah var, başka bir şey yoktu. Allah ezeli inayetiyle şu âlemi yaratmayı murat etti, ilminde belirlediği şekilde onlara vücut verdi. Kur’an bunu şöyle anlatır:

(Allah) semaya ve arza ‘ister istemez gelin’ dedi. Her ikisi de ‘isteyerek geldik’ dediler.”2

Âyette emri nafiz bir zatın emretmesi ve o emrin yerine getirilmesi anlatılmaktadır. Ama insanların “Ey arz, sakin ol! Ey sema, yarıl! Ey kıyâmet, sen de kop!” gibi emirleri, karşılığı olmayan birer emirden ibarettir.

Burada “eşya yoktu ki onlara emir verilsin?” diye bir vehim hatıra gelmemelidir. Zira eşya gözle görülür bir vücuda sahip olmazdan önce, Allahın ilminde ilmî bir vücuda sahip idi. Yunus Emre “ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” der. Bunun bir ciheti şudur: Yunus Emre bundan sekiz yüz yıl önce gözle görülür bir varlık değilken de Allahın ilminde var idi. Tıpkı bilgisayarda yazdığımız bir yazının yazıcıdan çıktı alınmadan da var olması gibi…

Mesela: اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

Hem mesela: وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلئِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ

Şu iki âyette iki emrin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra beşerin emirler nev’indeki kelâmına bak. Acaba yıldız böceğinin Güneş’e nisbeti gibi kalmıyorlar mı? Evet, hakikî bir mâlikin iş başındaki bir tasviri ve hakikî bir san’atkârın işlediği vakit san’atına dair verdiği beyanatı ve hakikî bir mün’imin ihsan başında iken beyan ettiği ihsanatı, yani kavl ile fiili birleştirmek, kendi fiilini hem göze, hem kulağa tasvir etmek için şöyle dese: “Bakınız! İşte bunu yaptım, böyle yapıyorum. İşte bunu bunun için yaptım. Bu böyle olacak, bunun için işte bunu böyle yapıyorum.”

Sözün nafiz oluşu

Allahın bir şeyi dilemesi, o şeyin meydana gelmesi için yeter sebeptir. Bu hakikat Kur’anda pek çok âyette ifade edilmiştir. Mesela:

Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye sadece ‘Ol!’ demektir. O da hemen oluverir.”3

Konunun bir başka örneğini şu âyette görebiliriz:

Hani meleklere: Âdem için secdeye varın, demiştik, onlar da hepsi secdeye vardı…”4

Bu iki âyette emrin kuvvet ve ulviyeti açık bir şekilde görülmektedir. Onun istediği olmakta, “secde edin” dedikleri secdeye varmaktadır. İnsanın emirleri ise nafiz değildir, kâh yerine getirilir, kâh getirilmez.

Mesela:

اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ

وَاْلاَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَ اَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ وَ اَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ

تَبْصِرَةً وَ ذِكْرَى لِكُلِّ عَبْدٍ مُنِيبٍ

وَ نَزَّلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً مُبَارَكًا فَاَنْبَتْنَا بِهِ جَنَّاتٍ وَ حَبَّ الْحَصِيدِ

وَالنَّخْلَ بَاسِقَاتٍ لَهَا طَلْعٌ نَضِيدٌ

رِزْقًا لِلْعِبَادِ وَ اَحْيَيْنَا بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ

Kur’anın semasında şu sûrenin burcunda parlayan yıldız-misal Cennet meyveleri gibi şu tasviratı, şu ef’alleri içindeki intizam-ı belâğatla çok tabaka haşrin delailini zikredip neticesi olan haşri كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ tabiri ile isbat edip sûrenin başında haşri inkâr edenleri ilzam etmek nerede? İnsanların fuzuliyane onlarla teması az olan ef’alden bahisleri nerede? Taklid sûretinde çiçek resimleri; hakikî, hayatdar çiçeklere nisbeti derecesinde olamaz. Şu اَفَلَمْ يَنْظُرُوا dan tâ كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ a kadar güzelce meâli söylemek çok uzun gider. Yalnız bir işaret edip geçeceğiz. Şöyle ki:

Sûrenin başında, küffar haşri inkâr ettiklerinden Kur’an onları haşrin kabulüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemat eder. Der: “Âyâ, üstünüzdeki semaya bakmıyor musunuz ki, biz ne keyfiyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir sûrette bina etmişiz.

Hem görmüyor musunuz ki; nasıl yıldızlarla, Ay ve Güneş ile tezyin etmişiz, hiç bir kusur ve noksaniyet bırakmamışız.

Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz. O yerde dağları tesbit etmişiz, denizin istilâsından muhafaza etmişiz.

Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk her bir cinsten çift hadrevatı, nebatatı halkettik; yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik.

Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyette sema canibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O su ile bağ ve bostanları, hububatı, yüksek leziz meyveli hurma gibi ağaçları halkedip ibadıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum.

Hem görmüyor musunuz; o su ile ölmüş memleketi ihya ediyorum. Binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebatatı, kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurucunuz da böyledir. Kıyâmette arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız.”

İşte şu âyetin isbat-ı haşirde gösterdiği cezalet-i beyaniye -ki, binden birisine ancak işaret edebildik- nerede; insanların bir dava için serdettikleri kelimat nerede?

Mesela:

Onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı?

Biz onu nasıl bina ettik ve süsledik?

Onun hiç bir çatlağı yoktur.

Yeryüzünü de yaydık.

Ve orada sabit dağlar yerleştirdik.

Ve onda her türden iç açıcı çift bitkiler bitirdik.

(Bütün bunlar), içtenlikle Allah’a yönelen her kulun gönül gözünü açmak ve ona öğüt vermek içindir.

Bir de gökten bereketli bir su indirdik.

Onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik.

Tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik.

Kullara rızık olarak (yaptık). Onunla ölü bir beldeye hayat verdik. İşte (kabirlerden) çıkış da böyledir.”5

Bu âyetlerde önce ilahi icraat anlatılmış, devamında “İşte (kabirlerden) çıkış da böyledir” denilerek bu icraatların haşre olan delaleti zikredilmiştir. Âyetler haşmetli bir şekilde şu âlemdeki ilahi tasarrufları anlatmaktadır. Bu anlatım, bir başkasının fiillerini değil, bizzat Allahın fiillerini bize anlatmaktadır.

Şu risalenin başından şimdiye kadar tahkik namına bîtarafane muhakeme sûretinde, Kur’anın i’cazını muannid bir hasma kabul ettirmek için Kur’anın çok hukukunu gizli bıraktık. O güneşi, mumlar sırasına getirip muvazene ediyorduk. Şimdi tahkik, vazifesini îfa edip parlak bir sûrette i’cazını isbat etti. Şimdi ise tahkik namına değil, hakîkat namına bir-iki söz ile Kur’anın muvazeneye gelmez hakikî makamına işaret edeceğiz:

Evet, sair kelâmların Kur’anın âyâtına nisbeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle yıldızların aynına nisbeti gibidir.

Evet, her biri birer hakîkat-ı sabiteyi tasvir eden, gösteren Kur’anın kelimatı nerede? Beşerin fikri ve duygularının âyineciklerinde kelimatıyla tersim ettikleri manalar nerede?

Evet, envâr-ı hidayeti ilham eden ve Şems ve Kamer’in Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olan Kur’anın melaike-misal zîhayat kelimatı nerede? Beşerin hevesatını uyandırmak için sehhar nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimatı nerede?

Evet, ısırıcı haşerat ve böceklerin, mübarek melaike ve nuranî ruhanîlere nisbeti ne ise; beşerin kelimatı, Kur’anın kelimatına nisbeti odur. Şu hakîkatları Yirmibeşinci Söz ile beraber geçen Yirmidört aded Sözler isbat etmiştir. Şu davamız mücerret değil; bürhanı, geçmiş neticedir.

Evet, her biri cevahir-i hidayetin birer sadefi ve hakaik-i imaniyenin birer menbaı ve esasat-ı İslâmiyenin birer madeni ve doğrudan doğruya Arş-ür Rahman’dan gelen ve kâinatın fevkınde ve haricinde insana bakıp inen ve ilim ve kudret ve iradeyi tazammun eden ve hitab-ı ezelî olan elfaz-ı Kur’aniye nerede? İnsanın hevâî, hevâperestane, vâhî, hevesperverane elfazı nerede?

Evet, Kur’an bir şecere-i tûbâ hükmüne geçip şu âlem-i İslâmiyeyi bütün maneviyatıyla, şeair ve kemâlâtıyla, desatir ve ahkâmıyla yapraklar sûretinde neşredip asfiya ve evliyasını birer çiçek hükmünde o ağacın âb-ı hayatıyla taze, güzel gösterip bütün kemâlât ve hakaik-i kevniye ve İlâhiyeyi semere verip meyvelerindeki çok çekirdekleri amelî birer düstur, birer proğram hükmüne geçip yine meyvedar ağaç hükmünde müteselsil hakaikı gösteren Kur’an nerede? Beşerin malûmumuz olan kelâmı nerede?

اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا

Kur’an lafızlarının zenginliği

Bediüzzaman, bu kısımda Kur’an lafızlarının zenginliğini şöyle nazara verir:

Kur’anın lafızları,

-hidayet cevherlerinin birer sadefi

-ve iman hakîkatlerinin birer kaynağı

-ve İslâmi esasların birer madenidir.

Bunları kısaca şöyle ele alabiliriz:

Kur’anın lafızları, hidayet cevherlerinin birer sadefidir.

Sadefin içinde inci bulunur. Kur’anın lafızları sadef misali olup, içlerinde nice hidayet cevherlerini barındırır. Hidayet, yol göstermektir. Yani Kur’an bütün kelimeleriyle yol gösterir. Mesela Hz. Lokman, oğluna hitap ederken “ya büneyye: yavrucuğum” der. Kur’anın bunu nakletmesinde “siz de evlatlarınızla böyle nazik konuşun” mesajı vardır.

Kur’anın lafızları, iman hakikatlerinin birer kaynağıdır.

Mesela, bizler rüzgârın estiğini görürüz. Kur’an ise bize rüzgârın estirildiğini anlatır.6 Rastgele esiyor zannedilen rüzgâr, Allah’ın emrine göre eser. Dağlar gibi bulut kümelerini yüklenip muhtaç yerlere sevkeder. İlâhî rahmetin tecellisinde kullanılan rüzgâr, bazan da İlahî gadabın tecellisinde istihdam edilir, bir “azab kamçısı” olur. Meselâ, Âd Kavmi sekiz gün ardarda esen şiddetli rüzgârla cezalandırılır. Evleri harabeye dönerken, kendileri de içi boş kof hurma kütükleri haline getirilirler.7

Kur’anın lafızları, İslâmi esasların birer madenidir.

Mesela Kur’an Hz. İsanın -haşa- bir ilah olmadığını beyan sadedinde “İsa İbn Meryem: Meryem oğlu İsa” der.8 Başka bir peygamber için “falanın oğlu” tarzında vurgu yapılmazken Hz. İsa hakkında böyle denilmesi, Hristiyanların düştüğü en büyük yanılgılardan birini düzeltmeye yöneliktir.

İşte böyle bir kelamla beşerin kelamı elbette mukayeseye girmez. “Zemin nerede, Süreyya takımyıldızı nerede?” Aralarında yerden göğe fark var!

Bin üç yüz elli senedir Kur’an-ı Hakîm, bütün hakaikını kâinat çarşısında açıp teşhir ettiği halde; herkes, her millet, her memleket onun cevahirinden, hakaikından almıştır ve alıyorlar.

Hâlbuki ne o ülfet, ne o mebzuliyet, ne o mürur-u zaman, ne o büyük tahavvülâtlar; onun kıymetdar hakaikına, onun güzel üslûblarına halel verememiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, kıymetten düşürmemiş, hüsnünü söndürmemiştir. Şu halet tek başıyla bir i’cazdır.

Şimdi biri çıksa, Kur’anın getirdiği hakaikten bir kısmına kendi hevesince çocukça bir intizam verse, Kur’anın bazı âyâtına muaraza için nisbet etse, “Kur’ana yakın bir kelâm söyledim” dese, öyle ahmakane bir sözdür ki; mesela taşları muhtelif cevahirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde umum sarayın nukuş-u âliyesine bakan mizanlı nakışlar ile tezyin eden bir ustanın san’atıyla; o nukuş-u âliyeden fehmi kasır, o sarayın bütün cevahir ve zînetlerinden bîbehre bir âdi adam, âdi hanelerin bir ustası, o saraya girip o kıymetdar taşlardaki ulvî nakışları bozup çocukça hevesine göre âdi bir hanenin vaziyetine göre bir intizam, bir sûret verse ve çocukların nazarına hoş görünecek bazı boncukları taksa, sonra “Bakınız! O sarayın ustasından daha ziyade meharet ve servetim var ve kıymetdar zînetlerim var” dese; divanece bir hezeyan eden bir sahtekârın nisbet-i san’atı gibidir.

Eskimez gerçekler

Bazı şeyler zamanla rağbetten düşer, yıpranır ve ortadan kalkar, bazıları ise âdeta zamana meydan okur, bütün zamanlarda tazeliğini korur, gündemde kalır. Kur’anın gerçekleri bu türdendir. Mesela hava, su, güneş nasıl bütün zamanlarda insanlar için en temel ihtiyaçlar ise, Kur’anın gerçekleri de öyledir. Aklı başında olan kimseler manevi ihtiyaçlarını temin için ona müracaat ederler ve gıdalarını alırlar.

Bediüzzaman, bazı şeylerin zamanla ihtiyarlama sebebi olarak şu dört şeye dikkat çeker:

Ülfet: Ülfet, bir şeye zamanla alışmayı ifade eder. Mesela, bir meyve turfanda olarak ilk çıktığında çok lezzetli gelir, ama zamanla kendisine alışılır, artık eski lezzeti farkedilmez olur.

Mebzuliyet: Mebzuliyet, bir şeyin bol olmasını, kendisine kolayca ulaşılmasını ifade eder. Kur’an on dört asırdır hemen her Müslümanın evinde vardır.

Mürur-u zaman: Mürur-u zaman, zaman aşımını ifade eder. Bir şey aradan zaman geçmesiyle yıpranır, eski tazeliğinden çok şey kaybeder. Nice dikkat çekici şiir ve şarkı sözlerinin zamanla unutulup gitmesi bunu gösterir. Kur’an ise, aradan o kadar uzun zaman geçmiş olmasına rağmen ter ü taze olarak devam etmektedir.

Büyük tahavvülâtlar: Büyük tahavvülat, büyük değişim ve dönüşümleri ifade eder. Edebiyatta nice akımın zamanla demode olması, rağbetten düşmesi buna bir misaldir. İslam dünyasında on dört asır boyunca meydana gelen kuvvetli akımlar toplumda nice değişikliklere yol açmışken Kur’anın hep merkezde kalması ve referans alınması Onun ilahi kaynaklı olduğuna en büyük delillerden biridir.

1 Hûd, 44

2 Fussilet, 11

3 Yasin, 82

4 Bakara, 34

5 Kaf, 6-11

6 Mesela bkz. A’raf, 57

7 Hâkka, 6-7

8 Mesela bkz. Bakara 253, Âl-i İmran 45, Nisa 157, 171, Maide 17, 75, 78, 110, 112, 114, Zuhruf 57, Saff 6, 14…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir