Mukaddime
Bil ki: Meleklerin varlığını tasdik, imanın rükünlerinden biridir. Bu meselede, bizim için bazı makamlar olacaktır.
Birinci Makam
Arza bakıp, (uzaydaki ecram içinde) küçük olmakla beraber ruh sahibi varlıklarla dolu olduğunu gören ve âlemin intizamını ve mükemmelliğini düşünen kimse, semadaki yüksek burçların da sakinleri olduğuna hemen intikal eder.
Meleklerin varlığını kabul etmeyen, şöyle birine benzer:
Bu kişi büyük bir şehre girer, orada müzahrefatla mülevves, insanlarla dolu, eski, küçük bir eve rastlar. Evin etrafında farklı hayat şartlarında bitkiler ve balıklar gibi canlılar olduğunu görür.
Daha sonra uzakta binlerce yeni âli saraylar ve bunların aralarında tenezzüh yerleri görür, o evdeki hayat şartlarının olmaması sebebiyle, bu sarayların sakinlerden boş olduğuna itikat eder.
Meleklerin varlığına inanan ise, şu kimseye benzer: Bu küçük evin ruh sahibi varlıklarla dolu olduğunu ve şehrin intizamını görür, ilerdeki süslü sarayların da onlara münasip sakinleri olduğuna, onların kendilerine has hayat şartları bulunduğuna kat’i hükmeder. Mesafenin uzaklığı ve yüksekte olmaları sebebiyle görülmemeleri, onların olmamalarına delalet etmez.
Aynen öyle de, şu arzın canlılarla dolu olması, muttarid intizam üzere bina edilen kıyas-ı hafi üzere kurulan tarîk-ı evla ile ve kıyas-ı evlevi ile bu geniş fezanın burçlarıyla, yıldızlarıyla, semalarıyla ruh sahibi varlıklarla dolu olmasını intaç eder.1 Şeriat bunlara melaike der. Bu meleklerin muhtelif cinsleri vardır. Buna dikkat et!
İkinci Makam
Daha önce geçtiği gibi, hayat mevcûdatın keşşafıdır, hatta onların neticesidir.2 Öyleyse bu geniş fezanın sakinlerden hâli olması, bu semaların onlarla mamur kılınan varlıklardan boş kalması nasıl düşünülebilir?
Her ne kadar ifade yollarında ihtilafları olmuşsa da-, akıl sahipleri, manevi bir icma’ ile melaike manasının varlığı ve hakîkatleri hususunda ittifak etmişlerdir. Mesela Meşşailer3 meleklerden “her nev’in mücerret, ruhani mahiyetleri” şeklinde bahsetmişler. İşrakîler4 ise “ukul-u aşere”5 ve “erbabü’l-enva” namıyla ele almışlar.6 Semavi din mensupları ise, mesela “dağlar meleği, denizler meleği, yağmur meleği” şeklinde ifade etmişlerdir. Hatta akılları gözlerinde olan maddeci felsefe mensupları, melek manasını inkara bir mecal bulamayıp, onlara fıtrat kanunlarındaki “kuvay-ı sariye” nazarıyla bakmışlardır.7
Eğer desen: Kâinatın irtibatı ve hayattarlığı için hilkatte cari olan bu nevamis ve şu kanunlar yetmez mi?
El-cevap: Cari olan bu nevamis ve sâri olan şu kanunlar, ancak itibari hatta vehmî emirlerdir, onların muayyen bir vücutları yoktur, gözle görülür bir hüviyetleri söz konusu değildir. Taayyün ve hüviyetleri ancak onları temsil eden, onları aksettiren ve iplerinin ucunu ellerinde tutanlarla gerçekleşir. Bunlar da ancak meleklerdir.
Ayrıca, hükema, akıl ve nakil, vücudun şehadet âlemine münhasır olmadığına ittifak etmişlerdir.8 Çünkü şu maddî âlem cansızdır ve ruhların teşekkülüne muvafık değildir. Bundan anlaşılıyor ki, balığın yaşaması için suyun uygun olması misali, ruhlara münasip âlemleri içine alan gayb âlemi meleklerle doludur ve şehadet âlemi gibi hayata mazhardır.
Bu dört durum, melek manasının varlığına sana şahitlik yaptığında,9 selim akılların razı olacağı şekilde onların vücutlarının en güzel sûreti, şeriatın açıkladığı şekildir ki, “onlar mükerrem kullardır, emredilenlere asla muhalefet etmezler. Keza onlar latîf, nurani cisimlerdir, muhtelif cinslere ayrılırlar.”
Üçüncü Makam
Melaike meselesi bir cüz’ün sübûtuyla küll tahakkuk eden ve birinin görülmesiyle nev’i bilinen meselelerdendir. Çünkü inkâr eden bütününü inkâr eder.
Ey muhatap! Allah seni uyandırsın! Bunlardan bir ferdi hatta fertleri görmeden, onlardan bir şahsın hatta şahısların zarureti söz konusu olmadan ve zaruri olarak onların varlıklarını hissetmeden, Hz. Âdem’den bu güne kadar bütün asırlardaki bütün din mensuplarının,
-meleklerin varlığında,
-onlarla konuşmanın sübûtunda,
-onları görmenin gerçekleşmesinde,
-bir taife başka bir taifeden nakilde bulunmaları gibi onlardan rivayet konusunda ittifak etmeleri senin nezdinde imkânsız olduğu gibi; sümbülleneceği bir hakîkate dayanmadan ve böyle umumi itikadı meydana getiren zaruri esaslar olmadan bir vehmin bu şekilde beşer akidesinde yer alması ve devam etmesi, ayrıca inkılâplar içinde varlığını devam ettirmesi imkânsızdır.
Öyleyse, böyle bir icma’nın senedi, çeşitli emarelerden meydana gelen bir sürat-i intikaldir. Bu emareler ise, zaruri esaslardan kaynaklanan müşahede vakıalarından hâsıl olur. Bu umumi itikadın sebebi ancak tevatür-ü manevi kuvvetini ifade edecek şekilde defalarca meleklerin görülmesi ve müşahede edilmesi olaylarından meydana gelen zaruri esaslardır. Bu kabul edilmediğinde, beşerin yakînî bilgilerine olan emniyet de ortadan kalkar. Ruhanilerden birinin herhangi bir zamanda vücudu tahakkuk ettiğinde, bu nev’in vücudu tahakkuk etmiş olur. Bu nev’ tahakkuk edince de, elbette şeriatın zikrettiği ve Kur’ân-ı Kerimin beyan ettiği gibidir.
Bu ayetin öncesiyle nazmı dört cihetledir
1–Bu ayetler büyük nimetleri nazara vermektedir. Önceki ayet “insan hilkatin neticesidir ve arzda olan her şey ona itaatkârdır, onlarda dilediği gibi tasarrufta bulunabilir” şeklinde bunların en büyüğüne işaret etti. Bu ise, beşerin arza halife ve hâkim olduğuna işaret etti.
2–Bu ayet, önceki ayette bildirilen “arzda olan silsilelerin dizginleri insanın elinde olduğu” manasının beyanı, tafsili, izahı, tahkiki, delili ve tekididir.
3–Önceki ayet, arz ve sema meskenlerini beyan edince, bu ayet de o meskenlerin sakinleri olan insan ve meleğe işaret etmiştir.
Önceki ayet, hilkatin (arz ve sema şeklinde) iki silsilesine remzetti, bu ise ruh sahiplerinin silsilesine imada bulundu.
4-Önceki ayet, “hilkatten maksat insandır ve Hâlık’ı nezdinde insanın büyük bir mevkii vardır” manasını sarih olarak ifade edince, muhatabın zihni heyecana geldi, “bu kadar şer ve fesadı varken, insan için böyle bir kıymet nasıl olur? Hikmet; ibadet ve Allah’ı takdis için onun yaratılmasını gerekli kılar mı?” diye sordu. Bu ayet ise, insanda emanet bırakılan bir sır sebebiyle, bu şerlerin ve mefasidin göz ardı edildiğine, Allah’ın insanın ibadetine ihtiyacı olmadığına işaret etti. Çünkü Allah’ı tesbih ve takdis eden hasra gelmez melekler vardır. Doğrusu, insanın yaratılışı, Allâmu’l-guyubun ilmindeki bir hikmet sebebiyledir.
Cümlelerin Birbiriyle Nazmı
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً “Hani Rabb’in meleklere: ‘Gerçekten Ben yeryüzünde bir halife kılacağım’ demişti.”
Ayet, “O, her şeyi bilendir” ayetine atfedilmiştir. Allah’ın her şeyi bilmesiyle insanın halife olarak yaratılması arasında açıktan alâka olmayınca, şunları takdir etmek iktiza eder: Allah yarattığı her şeyi böyle muntazam, mükemmel olarak yarattı. Sonra da meleklere böyle dedi.
إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً “Gerçekten Ben yeryüzünde bir halife kılacağım”
Allahu Teâlâ’nın meleklere böyle hitap etmesi, sırr-ı hikmetini araştırmaları ve meşveret yolunu onlara öğretmek içindir.
Üslûp karşılıklı konuşma tarzında olunca, muhatabın zihni “acaba melekler ne dedi?” diye sordu.
قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا Melekler, böyle diyerek hayretle hikmetini sordular.
İnsan, daha önce yaratılan ve ortalığı ifsat eden cinlerin yerine arza halife kılınacaktır. Hâlbuki bu insanda gadab ve şehvet kuvveleri vardır. Melekler bunu مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا diyerek insanın şehvet kuvvesinin tecavüzü ile ortalığı karıştıracağını, وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ diyerek de gadap kuvvesinin tecavüzü ile haksız yere kan akıtacaklarını ifade ettiler.
Meleklerin bu sual, açıklama talebi ve hayretinden sonra muhatabın zihni, Allah’ın cevabını bekliyor:
قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ “Şüphesiz Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.’ dedi.”
Yani, “eşya sizin malûmatınıza münhasır değildir. Sizin bilmeyişiniz o şeyin olmamasına emare olamaz. Ben Hakîmim, hikmetle iş yaparım. Onları yaratmamdaki hikmet, fesatlarını ve haksız yere kan dökmelerini göz ardı ettirir.”
Her Cümlenin Kelimeleri
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً “Hani Rabb’in meleklere: ‘Gerçekten Ben yeryüzünde bir halife kılacağım’ demişti.”
وَ Bu ayetteki ve وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ى خَالِقٌ بَشَرًا مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَ۬أٍمَسْنُونٍ “Ve Rabbin meleklere şöyle demişti: Ben, balçıktan şekillendirilmiş kuru bir çamurdan bir beşer yaratacağım.” (Hicr, 28) ayetindeki bu atıf harfi, atıftaki münasebet sırrıyla, -daha önce geçtiği gibi- “şu şu merhaleleri tezekkür et” manasını ifade eder. Ayrıca vahyin, “bunu onlara hatırlat” manasını tazammun etmesi sırrıyla “Onlar için zikret. Hani şöyle şöyle olmuştu…” manasına bir işarettir.
إِذْ Geçmiş zamanı ifade eder, insan zihnini geçmiş zamanın silsilelerinde seyeran ettirir, orada olup bitenleri zihne sunar, celb ve ihzar eder. Ta ki zihin o zamanda olanlara bakıp, meyvesini koparsın.
رَبُّكَ “Senin Rabbin”
Bu ifade, meleklere karşı bir delile işarettir. Yani, “(Ey Peygamber) Rabbin Seni terbiye etti, Seni kemâle erdirdi ve onların fesadını izale için Seni mürşid olarak gönderdi…”
Yani, “Sen, bu mefsedetlere üstün gelen ve onları örttüren en büyük hasenesin.”
لِلْمَلٰٓئِكَةِ “Meleklere”
Allah’ın meleklere insanı yaratacağını müşavere üslûbuyla haber vermesi, göklerin sakinlerinin yani meleklerin yerin sakinleriyle yani beşerle çokça irtibat ve alâkası ve ziyade münasebeti olmasına bir işarettir.
Çünkü onlardan bir kısmı bu insanlara müvekkeldir; bazısı onları muhafaza eder, bazısı amellerini yazar. Dolayısıyla, insanla alâkalı durumlara ihtimam göstermek onların hakkıdır.
إِنِّي “Gerçekten Ben”
Meleklerinأَتَجْعَلُ diye sormalarından anlaşılan tereddütlerini red için, Cenab-ı Hakkın te’kid ifade eden إِنَّ ile cevap vermesi, meselenin azamet ve ehemmiyetine bir işarettir.
Bu ayette Allahın mütekellim vahde olarak “ben” derken, gelecek ayetlerde “biz” demesi, hitab ve kelâmında vasıta olmakla beraber icadında ve yaratmasında vasıta olmadığına bir işarettir. Bu nükteye delâlet edenlerden biri şu ayettir:
إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللّٰهُ “İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiğiyle hükmetmen için Biz sana Kitabı hak üzere indirdik.” (Nisa, 105)
Bu ayette, vahiyde vasıta olduğu için nun-u azamet ile “biz indirdik” dedi.10 Manayı ilhamda vasıta olmadığı için ise, müfred olarak “Allah’ın sana gösterdiği ile” dedi.
جَاعِلٌ “…kılacağım”
“Halife yaratacağım” yerine “halife kılacağım” denilmesi, medar-ı şüphe ve istifsarın insanın yaratılışı ve icadı değil, halife kılınması ve arzın imareti için tahsisi olduğuna işarettir. Çünkü vücut bütünüyle hayırdır ve yaratmak Allah’ın zâtî fiilidir, ondan sual sorulmaz.
فِي الْأَرْضِ “Yeryüzünde”
Beşer arzın üzerinde yaşıyorken ayetteعَلٰى denilmeyip فِي harf-i ceriyle “arzda, arzın içinde” denilmesi şöyle bir imadan hâli değildir: “Beşer, arz cesedine üflenmiş bir ruh gibidir. Ne zaman beşer arzdan çıksa, arz harap olur, ölür.”
خَلِيفَةً “Halife”
“Halife” ifadesi, arzın insanın hayat şartlarına müheyya olmadan önceki hâlinde, bu ilk devir hayat şartları ona müsait olan idrak sahibi bir varlığın bulunduğuna bir işarettir. Bu, İlâhî hikmete en muvafık olandır. Meşhur olan görüşe göre, bu idrak sahibi varlık cinlerin bir nev’idir. Bunlar fesat çıkarınca, yerlerine halef olarak insan getirilmiştir.
قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ “Melekler dedi: Orada fesad çıkaracak ve kan dökecek birisini mi (halife) kılacaksın?”
Ayetin bu kısmının parçaları
قَالُوا “(Melekler) dediler”
Bil ki: bu ifadenin istinaf olarak (atıf olmadan) gelmesi, şuna işaret eder:
Allah’ın meleklere önceki hitabı, muhatabı şu suallere sevk ediyor: “Acaba melekler şu yakın komşularını nasıl telakki ediyorlar? Onlarla komşuluğa rıza gösteriyorlar mı? Onlar hakkında fikirleri nedir?”
“(Melekler) dediler” ifadesinin, (ayetin başındaki) إِذْ ifadesine ceza (karşılık) olması şunu anlatır:
-Allah Teâla’nın danışmanı ve de veziri olmamakla beraber-, meleklerin müvekkel kılındığı arza beşerin halife kılınmasıyla ilgili Allahın hükmü, onların insanları nasıl karşıladıklarını izharı gerektirir.11
Allah meşverete ihtiyaç duymaktan münezzeh olmakla beraber, müşavere suretinde karşılıklı konuşma üslûbuna işareten “Allah dedi”, “melekler dedi” şeklinde gelmesi, insanlara meşvereti öğretmek içindir.
أَتَجْعَلُ Allah’ın “ben kılacağım” diye haber vermesiyle halife kılma işi muhakkak olmasıyla, meleklerin “şöyle şöyle olan insanı mı halife kılacaksın?” diye sormaları hakikat olarak mümtenidir. Bu durumda meleklerin sormaları, sebebin kendilerince gizli olmasından dolayı, “insanın arza halife kılınmasının hikmeti nedir?” diye taaccüp etmelerindendir. Dolayısıyla sebebe bedel sonuçla ilgili bir istifhamdır, insanın hilafetini inkâr için değildir. Çünkü masum varlıklardır.
تَجْعَلُ “kılacaksın” demesi, şuna bir remizdir: İnsanın işleri, itibarî nisbetleri12 ve vaziyetleri ne tabiatın gereğinden, ne de fıtratın zaruriyatındandır. Bütün bunlar bir failin tercihiyledir.13
فِيهَا “Orada”
Hemen yakınında “o arzda” manasında bu ifade bulunmakla beraber, burada tekraren gelmesi tansis içindir ve şu manaya ima eder: “Hayat sahipleri yönünden fesada ve ölüme sebep olmakla beraber, bu insanın arz cesedinin hayatı için üflenmiş bir ruh kılınmasının hikmeti nedir?”
مَنْ tabiri şuna işarettir: İnsanın şahsiyeti melekleri ilgilendirmez. Onlara ağır gelen, bir mahlûkun Allah’a isyanıdır.
يُفْسِدُ “Fesad çıkaracak”
İsyana bedel insanın fesadının söylenmesi, onun isyanının nizam-ı âlemi bozmaya kadar ileri gittiğine bir işarettir. Bunun geniş zaman ile ifadesi ise, hoşlanılmayan durumun bu isyanın yenilenmesi ve devam etmesi olduğuna bir işarettir.
Meleklerin insanın fesadını bilmeleri:
-Ya Allah’ın bildirmesiyle,
-Ya levh-i mahfuzu mütalaa ile,
-Veya insana tevdi edilen kuvvelerin tahdit edilmemesini bilmeleri sebebiyledir.
İnsandaki şehvet kuvvesinin haddi aşmasıyla fesat meydana gelir, gadap kuvvesinin haddi tecavüzü ile de haksız yere kan akıtmak ve zulüm ortaya çıkar.
فِيهَا “Orada”
“Arz, takva üzere kurulmuş bir mescid iken nasıl orda fesad çıkarırlar?”
وَ iki rezil haslet olan fesad ve kan dökmenin bu harf ile birbirine atfedilmesi, fesadın insan öldürmeye kadar varması münasebetiyledir.
يَسْفِكُ الدِّمَاءَ “Kan dökecek”
“Katl” kelimesi yerine “sefk” kelimesinin tercih edilmesi, bunun zulmen öldürmeyi anlatmasındandır.14 Çünkü Allah yolundaki cihadda da adam öldürme vardır. Keza koyunların selâmeti için kurdun katli gibi, cemaatin selâmeti için ferdin öldürülmesi caiz olmaktadır.15
اَلدِّمَاءَ Bu kelime, haksız yere insan öldürmenin çirkinliğini daha şiddetli göstermek için, “sefk” kelimesinde olan manayı te’kittir.
وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ “Hâlbuki biz hamd ile Sana tesbih ediyor ve Seni takdis ediyoruz’ dediler.”
Ayetin bu kısmının parçaları
وَ Ayetteki hâl bildiren وَ harfi, “beşerin ibadeti ve Allah’ı takdis edecek olmaları hikmet olarak size yetmez mi?” şeklinde yapılacak itiraza cevaplarını hissettirmek istemelerine bir işarettir.16
نَحْنُ “Biz”
“Biz” yani masıyetlerden (her türlü isyandan) masum olan melekler topluluğu…
İbadetlerini isim cümlesi ile ifade etmeleri, tesbihin onlar için bir seciye gibi olduğuna, fıtratlarının bir lâzımı bulunduğuna ve kendilerinin tesbih için yaratıldıklarına bir işarettir.
نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ “Hamd ile Sana tesbih ediyoruz”
Bu, cami’ bir kelimedir. Yani,
-Çeşit çeşit ibadetlerle Seni kâinata ilan ediyoruz.
– Celâl vasıflarıyla tavsif Seni edip şanına yakışmayan şeylerden münezzeh olduğunu itikad ediyoruz. Bu itikadımız da ancak Senin bir ihsanındır ki, “Sübhanallahi ve bihamdihi” diyoruz.
-Sana hamdediyor ve celâl – cemal vasıflarıyla Seni tavsif ediyoruz.
وَنُقَدِّسُ لَكَ “Seni takdis ediyoruz.”
Yani Senin noksanlıklardan münezzeh olduğunu ilan ediyoruz. Veya “nefislerimizi ve fiillerimizi günahlardan tertemiz kılıyor ve kalplerimizi Senden başkasına yöneltmiyoruz.”
Ayetteki وَ iki fazileti cem içindir: Emirleri yerine getirmek ve yasaklardan kaçınmak. Bu durumda, ayetin bu kısmındaki وَ vav, önceki kısımdaki وَ vav harfine mukabil olur.17
قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ “(Allah), ‘Şüphesiz Ben sizin bilmediğinizi bilirim.’ dedi.”
Ayetin bu kısmının parçaları
قَالَ “Dedi”
Bunun istinaf olması, şöyle bir suale işarettir: “Allah, onların sorularına cevap olarak ne dedi? Taaccüplerini izale için sebebi nasıl açıkladı? Beşerin onlara tercih edilmesinde hikmet nedir?”
Ayetin bu kısmında mücmel bir cevap verdi, devamında gelen ayette ise kısmen tafsil etti.
إِنِّي “Şüphesiz Ben”
Bu edat, tahkik ifade eder, tereddüt ve şüpheyi red içindir. Bu ise herkes tarafından kabul edilende değil, nazari hükümde kullanılır. Hâlbuki mahlûkatın bilmediklerini Allah’ın bilmesi gayet açık ve ortadadır. Meleklerin bu konuda bir tereddütü olması düşünülemez. Bu durumda إِنَّ edatı, cümleler silsilesine ışık tutar. Kur’ân bunları bu edatla özetlemiş, mücmel olarak anlatmış ve bilinen beyanî bir metodla veciz olarak ifade etmiştir. Bu cümleler ise şunlardır:
-Beşerde pek çok maslahatlar ve hayr-ı kesir vardır. Bunlardan dolayı az bir şer olan isyanına bakılmaz. Bu az şerden dolayı onu yaratmayı terk etmek hikmete aykırı olur.
-Beşerde onu hilafete ehil kılan bir sır vardır. Hâlık’ı bunu bilmektedir, ama melekler bu sırdan gafildir.
-İnsanda onu meleklere üstün kılan bir hikmet vardır. Melekler bunu bilmez, onu yaratan ise bilir.
Ayrıca, إِنَّ nin manası, bazan dâhil olduğu ifadelerin kayıtlarından birinden çıkan zımnî hükme yönelik olur. Yani, “(ey melekler) siz, tahkik ile bilmiyorsunuz.”
أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ “Ben sizin bilmediğinizi bilirim.”
Bu ifade,“ lâzımın zikredilip melzûmun murad edilmesi” kabilindendir.18 Yani, “sizin bilmediğiniz şeyler de vardır.”
Çünkü Allah’ın ilmi her şey için lâzımdır. Böyle olunca, ilmin nefyi, malûmun olmayışına bir delildir.
Nitekim Allah şöyle bildirir:
اْلاَرْضِۜ قُلْ اَتُنَبِّؤُ۫نَ اللّٰهَ بِمَا لاَ يَعْلَمُ فِى السَّمٰوَاتِ وَلاَ فِى “Yoksa siz Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?”19 Yani, böyle bir şey mümkün değildir ve vücudu yoktur. İlmin vücudu ise, malûmun vücuduna bir delildir.
Sonra, bu mücmel cevabın tahkikinde Allah’ın bihakkın Alîm ve Hakîm olduğu zikredilmiştir. Allah’ın fiilleri hikmet ve maslahatlardan halî değildir. Öyleyse mevcûdat mahlûkatın bilmesiyle sınırlı değildir. Dolayısıyla bilmemek olmamaya delâlet etmez.
Allah bütünüyle hayır olarak melekleri, şer olarak şeytanları, hayır ve şer işlemeye kabiliyeti olmayan hayvanları yaratınca, Feyyaz-ı Mutlak’ın hikmeti hayır ve şerri cem eden dördüncü kısmın varlığını iktiza etti.20 Eğer insandaki şehvet ve gadap kuvveleri akla boyun eğerse, mücahede yaptığı için insan meleklerin de üstüne çıkar. Ama tersi olursa hayvanlardan daha aşağı düşer, çünkü özrü yoktur.
1 Kıyas-ı hafi: “Sebebi gizli olan, zihne birden gelmeyen kıyas” demektir. Şu dünyada hayat varsa, elbette ulvî âlemlerde hayat olduğu evleviyetle sabit olur. Kulübede yaşayan varsa, sarayların boş olması düşünülemez.
2 Işık olmadan eşyayı göremeyiz. Hayat olmadan da eşyanın farkına varamayız. Hiçbir canlının yaşamadığı ıssız bir mekânın, varlığı ile yokluğu arasında pek fark yoktur.
3 Meşşailer: Aristo, derslerini gezerek verirdi. Bundan dolayı İslâm dünyasında Onun temsil ettiği felsefi akıma “yürüyenler” anlamında “Meşşailer” denilmiştir. Aristo, Allah’ı kabul ederdi. Ama mücerred akılla her meselede tam isabet ettiğini söylemek mümkün değildir.
4 İşrakiler (İşrakiyyun): 1153-1191 yılları arasında yaşayan Şehabeddin Sühreverdi’nin temsil ettiği felsefi ekole denilir. İşrak, “aydınlanma, güneşin doğuşu, tan ağarması” anlamındadır. Bu felsefi ekolün mensupları, gerçeğe ulaşmayı akıl işi değil; keşif, ilham, hads (sezgi) şeklindeki ruhî ve kalbî kuvvetlerde görürler.
Sühreverdi, gerçeği önce keşfen gördüğünü, sonra bunların delillerini aradığını söyler.
Bunların ehl-i tasavvuftan ayrıldığı nokta, sadece keşifte kalmayıp, aklı da katarak felsefeyle meşgul olmalarıdır.
5 Ukul-u aşere: On akıl. Bazı felsefeciler Allah’ı kabulle beraber, Onun vasıtalarla yarattığına inanırlar. Bunlara göre, Allah akl-ı evveli yaratmış, bundan ikinci akıl, ikincisinden üçüncü akıl… ve derken dokuzuncudan onuncu akıl meydana gelmiştir. Böylece “Ukul-ü Aşere” dedikleri birbirinden türeyen on akıl olduğunu tevehhüm etmişlerdir.
6 Erbabü’l – enva: Bazı felsefi ekollerin meleklerle alâkalı kullandıkları bir tabirdir. “Türleri terbiye edenler” anlamına gelir.
7 Kuvay-ı sâriye: Her şeye sirayet eden kuvvetler.
8 Şehadet âlemi: Gördüğümüz âlem şehadet âlemi, görmediğimiz âlem ise gayb âlemidir. Bu iki ifade Kur’ân’da birbirinin mukabili olarak kullanılır. Allah’ın, gaybı ve şehadeti bilen olduğunu ifade eden “âlimu’l-gaybi ve’ş-şehade” tabiri, “gayb âlemi, şehadet âlemi” ifadelerine menşe olmuştur. Ecdadımızın lisanında bu âlemler, “tabiat ve ma bade’t-tabia” olarak kullanılmıştır. Şimdi ise aynı âlemlerden, “fizikî âlem ve fizik ötesi (metafizik) âlem” şeklinde bahsedilmektedir.
9 Bunlar, sırasıyla şöyledir:
1-Hayatın önemi, bütün âlemin hayatla şenlenmesini gerektirir. Çünkü hayat, varlıkların keşşafıdır.
2-Bütün düşünen akıl sahipleri, -tabirde ihtilafları olmakla beraber- meleklerin varlığı konusunda ittifak hâlindedir.
3-Âlemde yürürlükte olan kanunlar, itibarî emirler olduğundan, onları temsil eden meleklerin varlığı zorunludur.
4-Bilge kimseler, akıl ve nakil “varlık şu görülen âlemle sınırlı değildir, balığın suda yaşaması gibi diğer âlemlerde yaşayan ruhanî varlıklar vardır” manasında ittifak etmişlerdir.
10 Nun-u azamet: Allah, zâtının birliğiyle beraber zaman zaman zâtıyla ilgili yerlerde “biz” ifadesi kullanır. Mesela şu ayetlere bakalım: “Hiç şüphe yok ki, Zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr, 9) “Andolsun ki, Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin 4) Müfessirler bu gibi ayetlerde kullanılan çoğul kipinin “azamet” ifade ettiğini bildirirler. Türkçede bunun bir örneğini “siz” ifadesinde görürüz. Bizden büyük olanlara “sen” demek yerine hürmeten “siz” demeyi tercih ederiz. Buradaki “siz” ifadesi çoğul anlamda kullanılmadığı gibi, tek olan Allah hakkında bazı ayetlerde geçen “biz” ifadesi çokluk anlamına gelmez. Dikkat edilirse Cenab-ı Hakkın “biz” dediği yerlerde sebeplerin kullanımı da söz konusudur. Mesela, üstte verilen ayetlere baktığımızda Kur’ânın indirilişi ve insanın yaratılışı anlatılmaktadır. Kur’ânın indirilmesinde Hz. Cebrail, insanın yaratılmasında ise anne ve baba sebep olarak görev yapmaktadır.
11 Meleklerin arza müvekkel kılınmaları, onların dünya ile ilgili kendilerine verilen görevleri ifa etmeleri demektir.
12 İtibarî nisbetler: İnsanın zaman içinde kazanacağı “ressamlık, hattatlık, adil olmak, ilim sahibi olmak…” gibi bütün unvanları içine alır.
13 Çünkü insanla alâkalı durum, ‘Orada fesad çıkaracak ve kan dökecek birisini mi (halife) kılacaksın?” denilmek sûretiyle doğrudan Allah’a nisbet edilmiştir. İnsanın fesadı ve kan dökmesi de ilahi kader proğramına dâhildir. Yoksa insanlar Allaha rağmen bunları yapabiliyor değillerdir.
14 Yani, kınanan öldürmek değil, haksız yere öldürmektir.
15 Kısas cezaları bu türdendir. Haksız yere öldüren kimse, ceza olarak devlet eliyle öldürülür.
16 Yani, “insan eğer Allah’ı tesbih ve takdis gibi görevlerle yaratılacaksa biz zâten bunları yapıyoruz” şeklinde bir mana, onların bu ifadelerinden kendini hissettirmektedir.
17 Melekler insanın hilafet hikmetini sorarlarken “fesat çıkarmak ve haksız yere kan akıtmak” şeklinde iki özellik nazara vermişlerdi. Kendi durumlarını anlatılırken de “tesbih ve takdis” şeklinde iki özellik nazara verdiler.
18 Mesela, Kur’ân hafızı olan birinin uygunsuz bir tavrını gören kimse, “sen hafızsın” dese, bununla “hafız olan biri böyle yapmaz, yapmaması gerekir” manasını bildirir. Allah, “Şüphesiz Ben sizin bilmediğinizi bilirim” derken, “sizin bilmediğiniz nice şeyler var” manasını ders vermektedir. Yoksa meleklerin Allah’ın her şeyi bildiği konusunda bir tereddütleri yoktur.
19 Ayetin tamamı şöyledir: “Allah’ı bırakıyorlar da, kendilerine fayda ve zarar vermeyecek şeylere tapıyorlar ve ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.’ diyorlar. De ki: ‘Yoksa siz Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?’ Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.” (Yunus, 18) Yani, Allah’ın ilmi dışında bir şey olmadığına göre, o şeriklerin de bir vücudu yok demektir. O şerikler sadece müşriklerin vehim ve hayallerinde vardır, gerçekte ise yokturlar.
20 Feyyaz-ı Mutlak: Mutlak ve sonsuz feyiz ve bereket sahibi. Allah. Kendilerinden feyiz alınan zâtlara da feyiz O’ndan gelir. Bütün feyizlerin kaynağı O’dur.