ÂLEM ve İNSANIN GAYBÎ BOYUTU, Âlemin Gaybî Boyutu

Gördüklerimiz az
görmediklerimiz çoktur.

İçinde yaşadığımız âlem sadece fizikî görünümünden ibaret ol­madığı gibi, insan dahi sadece bir bedenden ibaret değildir. Her şeyin görülen madde boyutunun ötesinde bir de gayb boyutu vardır. Mesela, gözle gördüğümüz mıknatısta gözle göremediğimiz bir çekme kuvveti; yavrusunu kucağına alıp göğsüne bastıran ve yer yer öpen annede gözle görülmeyen bir şefkat duygusu vardır.1

Dış dünyayla bağ kurmamızı sağlayan gözümüz çok az şeyi görür. Radyo, TV ve radar dalgaları her tarafta bulundukları halde göremeyiz. Uzayın derinliklerinden gelen kozmik ışınları, X ışınlarını, gama ışınlarını göremeyiz… Görebildiğimiz iki yüz metrelik bir piyanonun üç beş tuş uzunluğu kadar kısıtlı ve sınırlı bir bölgesi.2 Kâinatı âdeta bir anahtar deliğinden seyrediyor gibiyiz.

Hele atomların dünyasına bakmaya çalışsak, adeta maddenin ortadan kaybolduğunu görürüz. Son bir kaç yüzyılda mikroskobun keşfiyle mikro âlemin farkına varılırken, 20. yüzyılda atomun parçalanmasıyla maddenin büyük bir enerjiye dönüştüğü isbat edilmiştir. Atomun parçalanması maddeci felsefe mensubu pek çok kişinin fikirlerini de parça parça ederek, onları “gayba imana” sevketmiştir.

Bu gelişmelerin neticesi olarak, “madde ötesinde hiçbir şey yok­tur” diyen zihniyet tamamıyla iflas etmiş; madde ötesinin varlığını farkeden engin bir kâinat düşüncesi ön plana çıkmıştır.

İşte bu bölümde, bu engin kâinat düşüncesi ele alınacak, âlem ve insanın madde ötesi gayb boyutuna dikkat çekilecektir.

Kur’an-ı Kerim, âlemde gördüğümüz varlıklardan ve âlemde meydana gelen olaylardan “âyet” olarak bahseder. “Âyet” kelimesi “alâmet, emâre, ibret, mucize” gibi anlamlara gelir.3 Bu kelime, hem Kur’an ayetleri için, hem de kâinat kitabını meydana getiren varlıklar için kul­lanılmıştır. Mesela “bayrak, devletin bir alâmet ve ayetidir.”4 Salt bir bez parçası olmanın ötesinde devletin bir sembolü olduğu gibi, her bir varlık da Allah’ın varlık ve birliğinin, kemâl sıfatlarının bir sembolüdür.

Şu ayetler, Allah’ın tekvinî ayetlerinden bir kısmını bize bildirir:

Muhakkak ki, göklerde ve yerde mü’minler için ayetler vardır.

Sizi yaratmasında ve üretip yaydığı hayvanlarda yakîn sa­hipleri için ayetler vardır.

Gece ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten rızık sebebi olarak yağmuru indirip, bununla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgârları çevirmesinde de akıl sahipleri için âyetler vardır.

İşte bunlar Allah’ın ayetleridir. Onları hak olarak sana okuyoruz.

Artık Allah’a ve ayetlerine inanmadıktan sonra hangi söze inanacaklar?”5

Bu ilâhî ayetler bütün insanlığa hitap ettiği gibi, “tabiat olayı” olarak gördüğümüz “tekvinî ayetler” de bütün insanlığa hitap etmektedir. Fakat bu ayetlerden istifade edenler; “mü’minler, yakîn sa­hipleri ve akıl sahipleridir.” İnkârcılar veya şüpheler içinde kıvrananlar bu ilahi âyetlerden istifade edemezler, o âyetlerin ne anlama geldiğini bilemezler, nakıştan manaya geçemezler. Okuma bilmeyen birisinin, kitaba bakıp seyredip geçmesi gibi, kâinat kitabını seyredip geçerler.

Şu ayet, böylelerinin durumunu dile getirmektedir:

Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, (inkârcı) insanlar on­lara uğrar, yüz çevirip giderler.”6

Kâinata Allah’ın bir eseri olarak bakmayanların, bu ayetlerin dilinden anlaması elbette mümkün değildir. Mü’minler ise, gaybdan gelen Kur’ân’a kulak vererek, bu gaybî manaları hissederler.

Tabiattaki varlıklar, tabiî sebepler altında gömülü kalmış iken, Kur’an gelip onları yeniden canlandırmış ve bunları Allah’ın işaretleri olarak ortaya çıkarmıştır.7 Yani, onları idrak ve bilinç alanımızda bilinmezlik ve müphemlikten, şehadet ufkuna taşımıştır. Bu bakımdan “Kur’an penceresinden güneşe baktığımızda o bir ayettir, işarettir, alâmettir, insanı başka bir varlığa doğru yönlendiren bir işaret levhasıdır. Onun varlık sebebi sadece aydınlatmak, ısıtmak ve bitkilerin büyümesine katkı sağlamak değildir. Bir ahlak varlığı olan insana, başka âleme doğru sinyaller saçmak da güneşin görevleri arasındadır.”8

Kur’an’ın gösterdiği zaviyeden âleme baktığımızda, sanki bütün varlıklar bizimle konuşmaya başlayacak, bize bir şeyler söyleyecek gibidir. Mevlâna, -mesela- ağaçların dilini bize şöyle anlatır:

Şu ağaçlar, topraktan yaratılan insan gibidir.

Elleri mesabesinde olan dallarını, topraktan dışarıya çıkarmışlardır.

Ağaçlar o dallarla, halka doğru yüzlerce işaret ederler.

Kulak verenler de, o işaretlerden hoşça ibareler anlarlar.

Ağaçlar, yeşil bir dil ile ve uzun bir el ile toprağın içinden sır söylerler.”9

Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ı tesbîh ederler”10 ayeti, bu dillerin ve söyledikleri sırların tercümanıdır.

Izutsu, Kur’an ayetleri için “sözlü ayetler”; tabiattaki varlıklar için de, “sözsüz ayetler” tabirini kullanır. Ardından, şu kıymetli değerlendirmeleri yapar:

Kur’an’a göre, Allah insan ile konuşmak isterse bir takım ayetler gönderir. Bu durumda sözlü işaretlerle sözsüz işaretler arasında bir ayırım yoktur. Her ikisi de Allah’ın ayetleridir. Allah’tan insana doğru konuşmanın tipik bir örneği olan vahiy, Allah ile insan arasındaki konuşmanın yalnız bir bölümüdür.

(…) Allah, ayetleri kavrayabilecek olanlara her an ayet üzerine ayet gönderiyor. Kur’an’ın anlattığına göre, bizim ‘tabiat olayı’ dediğimiz şeyler, Allah’ın insanın işlerini yönetmesinin işaretleri, şu dünyada insanın rahat yaşayabilmesi için gösterdiği hikmet ve özenin delilleridir.

Nasıl ki yola dikilen işaretler, yolcunun gözlerini kendilerine değil, gideceği istikamete yöneltirse, her tabiat olayı da bizim dikkatimizi kendi üzerine değil, kendilerinin ötesinde olan bir istikamete yöneltmeye çalışır. Bu derin anlayışa göre, bir tabiat olayı artık bir tabiat olayı değildir. Bir işarettir, bir semboldür. Kur’an buna ‘ayet’ diyor. Kur’an’a göre, birer ayet olan bütün tabiat olayları Allah’ın zâtını, yahutta O’nun şu veya bu sıfatını ve iyiliğini, saltanat ve adaletini gösterir.

(…) Bu merhalede eşya, bir takım şifreler ile yazılmış şeylerdir. Başka deyişle, dünya büyük bir sembol kitabıdır.

(…) Sözsüz ayetlerin önemli bir avantajı vardır. Bunlar fiilen bütün insanlığa gönderilmiştir. Hiçbir aracıya gerek olmadan, herkese doğrudan doğruya hitap ederler.”11

Afak ve enfüsteki ayetlerin anlamlarını bilmek, ancak onlara Kur’anî perspektiften bakmakla mümkün olur. Bu perspektiften bakmayan bir bilgin, mesela bir astronomi bilgini, uzaydaki nizam ve intizamı diğer insanlardan daha iyi bilmekle beraber, işin sırrına eremez, kâinatın muammasını çözemez, varlıkların dilinden anlayamaz.

Âlemin gaybî boyutunu görme ve gösterme hususunda biraz daha derine inmekte fayda görüyoruz. Şöyle ki:

Gördüklerinize ve görmediklerinize yemin ederim”12 ayetinin tefsirinde tâbiin devri imamlarından olan Atâ Bin Ebî Rebâh şöyle der:

Görülen asâr-ı kudret, görülmeyen esrâr-ı kudrettir.”13

Yani, gördüğümüz her şey Allah’ın kudret eseridir. Fakat bu kudretin nasıl bir kudret olduğu bizim meçhulümüzdür. “Tabiat kanunları” denilen şeyler, gerçekte Allah’ın kudretinin tecellilerinden başka bir şey değildir.

Demek ki, gördüklerimizde görmediğimiz manalara bizi yönlendi­ren sırlar vardır. Ölüm sonrası dirilmeyi anlatan şu ayet, bu gerçeğe güzel bir örnek olabilir:

Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine! Ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltiyor.”14

Ayette, “bak Allah’ın rahmetine” denilmeyip” “bak Allah’ın rahmet eserlerine” denilmesi dikkat çekici bir ifadedir. Her bahar mevsiminde bizim gördüğümüz, yeryüzünün yeşillenmesi ve canlanmasıdır. Aynı manzaraları kâfirler de, mü’minler de görmektedir. Kur’an-ı Kerîm bu ayetiyle, bahardaki bu manzaraların “Allah’ın rahmet eserleri” olduğunu bildirir. Verilen muhteşem bir zi­yafetten, ziyafeti verenin cömertliğine; zengin manalarla dolu bir kitaptan, yazarının ilmine intikal etmemiz gibi, yeryüzündeki bu bahar tablolarından da Allah’ın rahmetine intikal etmekteyiz.

Bu noktadan baktığımızda, etrafımızdaki her bir varlık Allah’ın rahmet eseri olduğu gibi, kudret eseridir, ilminin eseridir, iradesinin eseridir. Evet, biz ne Allah’ın zatını görebiliriz, ne de sıfatlarını. Fakat zatının varlığını gösteren ve sıfatlarına delalet eden eserleriyle daima iç içeyiz.

Böyle bir bakışla, her bir mevcudun Allah’tan bize mesaj getiren birer mektup olduğunu anlar, manalarını okur, Allah’a yöneliriz.

Üstelik bu mektuplar, her zaman tazelenmekte, yenilenmektedir. Bir öğretmenin yazı tahtasında birtakım şekiller, harfler ve rakamlarla öğretmek istediği manaları gösterip, ardından bunları silmesi ve yeni manalar için yeni şekiller, harfler ve rakamlar kullanması gibi, Cenab-ı Hak dahi gökyüzü ve yeryüzü sayfalarında ayetlerini yazıp, şuur sahiplerinin nazarına takdim etmektedir. Ardından onları silip yeni yeni manaları bir film şeridi gibi göstermektedir. Böylece, “Nun. Kaleme ve yazdıklarına yemin ederim ki…”15 ayetinin bir tezahürü olarak kudret kalemiyle rahmet eserlerini art arda tazelendirmektedir.

Bir taraftan harfleri ve satırları silinip, diğer taraftan yazılan bu kâinat kitabı”16 elbette okunmak için yazılmıştır. Onu okuyabilecek varlık ise, başta insandır. Çünkü insan, her ne kadar cismen küçükse de aklıyla, kalbiyle, ince duygularıyla bu gaybî manaları okuyabilecek, sezebilecek yaratılıştadır.

Bu manalara muhatap olmanın yolu, şu şehâdet âleminde gaybın bir dili olan ve gaybın sırlarını anlatan Kur’an’a kulak vermekten geçer. Ona kulak vermeyenler, “Onlar (kâfirler) dünya hayatından bir zâhir bilirler”17 ayetinin belirttiği gibi, zâhire takılıp kalırlar, görünüşe aldanırlar. Kabuğu parçalayıp öze ulaşamazlar. Zâhirden hakikate varamazlar, lafızdan manaya geçemezler.

Hâlbuki “Lafız unsuru, sadece kendisinden sonsuz ufukları düşünce ve itikat burçlarını seyrettiğimiz, aklı aşan bir biçimde de ötesine geçebildiğimiz bir parmaklık, bir fanus rolünü oy­namaktadır.”18

O halde, insan oluşun nihaî amacı, bu fanusun ötesine geçmek ve parmaklığa takılmadan öteleri seyretmektir. Şüphesiz, pencereye bakmakla pencereden bakmak çok farklı şeylerdir.

Her bir varlığın Allah’ı tesbih ettiğini bildiren ayetler, gayb ışığı sayesinde kâinatı başıboşluktan, anlamsızlıktan kurtarır.19 Her birini, vazife başında birer memur olarak gösterir.

Bu varlıklar, gaybdan gelip şehadette vazife görüp yine gayba gitmektedirler. Bu şekilde, gaybdan şehadete, şehadetten gayba daimî bir akış söz konusudur. Bu akış, “gayba iman”dan gelen bir bakışla anlam kazanır. Yoksa Mısır piramitlerindeki hiyeroglif yazıları görüp anlamadan geçip giden turistler gibi, baştan sona manalarla dolu şu kâinat kitabını seyreden pek çok insan da, anlamadan geçip gitmektedir.

Evet, gayba inanmayanlar şehadette (görülen âlemde) kaybolmaya mahkûmdurlar.

Âlemin gaybî boyutuna bu şekilde baktıktan sonra, şimdi “küçük bir âlem” olan insanın gaybî yönüne geçebiliriz

1 Başar, “Gayba İman” Zafer Dergisi, (Aralık 1988) s. 9

2 Taşkın Tuna, Uzayın Sırları, İst. Boğaziçi Yayınları 1992. s. 72-73

3 Ebu’l- Fadl Cemâluddîn İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut, Daru Sadr, XIV, 61-62; İbrahim Enis, ve başkaları, Mu’cemu’l-Vasît, İst. Mektebetu’l- İslamiyye ts. I, 35

4 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, I, 24

5 Casiye, 3-6

6 Yusuf, 105

7 Fazlurrahman, Ana konularıyla Kur’an, Ank. Fecr Yayınları 1987, Ter: Alparslan Açıkgenç, s. 165

8 Albayrak, s. 205

9 Rûmî, Mesnevî, IV, 999

10 Saff, 1

11 Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, Ank. Kevser Yayınları, Ter: Süleyman Ateş, s. 126-128

12 Hâkka, 38-39

13 Ebu’l- Fadl Şihâbuddîn Âlûsî, Ruhu’l- Meani, Beyrut, Daru İhyai’t-Türasi’l – Arabi, ts. XXIX, 52

14 Rum, 50

15 Kalem, 1

16 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, IV, 3003

17 Rum, 7

18 Sadık Kılıç, Mitoloji, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an-ı Kerim, İzmir. Nil Yayınları 1993. s. 203

19 Mesela bkz. Saf 1, Cuma 1, Hadid 1…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir