Toplum ve gelenekler

Gelenekler, bir nevi toplumsal irade olarak bizi ve davranışlarımızı etkileyen, fakat kamu gücü ile yaptırımı olmayan norm’lardır. Geleneklere bağlılık hemen her toplumda görülen bir özelliktir.

“Her eski kötü, her yeni iyidir” şeklinde bir genelleme doğru olmamakla birlikte, toplumun yeni fikirlere, modellere ve telakkilere ihtiyacı olduğu da göz ardı edilmemelidir. Yeni bir ruh ve yeni bir heyecan, uyuşmuş beyinleri harekete geçirecek, ölmüş kalpleri diriltecek, dinamizmini kaybetmiş bir toplumu, “ba’sü ba’del-mevt’e” (ölümden sonra dirilişe) mazhar kılabilecektir. Zira turfanda meyvelerin tatlılığı ve lezzeti, zamanın geçmesiyle yerini ülfete ve doygunluğa bırakır. Artık o ilk lezzet ve heyecan duyulmaz olur.

İşte bu sırdandır ki, Cenab-ı Hak, Peygamberleri aracılığı ile davetini devamlı yenilemiştir. Hz. Muhammed’den (asm) sonra gerçi yeni bir peygamber gelmeyecektir. Fakat “âlimler peygamberlerin varisleridir”1 sırrınca bu tebliğ görevini âlimler taze bir heyecanla takdim edeceklerdir.

“Allah her yüz senede bu ümmete dini yenileyecek bir kimse gönderir”2 hadisinin bildirdiği gibi, hiç olmazsa her asırda, dinin o günün şartlarına göre takdimini yapacak zatlar eksik olmayacaktır. Şüphesiz, bu mücedditlerin görevi yeni bir din bildirmek değil, İslâm’ı yeni şartlara göre takdim ve tebliğ etmekten ibarettir.

Gerek peygamberler, gerek mücedditler, gerekse topluma yeni bir şey takdim eden kimseler önce şiddetli bir muhalefetle karşılaşırlar. Zira asırların, yılların alışkanlığını birden bırakıvermek elbette kolay değildir. Eski alışkanlıklar, örf ve adetler, gelenek ve görenekler insanda âdeta ikinci bir tabiat oluşturmuştur. Nitekim şu âyet bu bağlamda da değerlendirilmiştir:

“Biz, o kâfirlerin boyunlarına, çenelerine dayanan halkalar geçirdik. Artık başları yukarı kalkıktır. Onların hem önlerinden bir sed, hem de arkalarından bir sed çektik de, onları sardık. Artık görmezler.”3

Hamdi Yazır, ayetin izahında, bunun insanların doğru yolu bulmalarına engel olan enfüsi ve içtimai (nesnel ve sosyal) alışkanlık ve şartların müktesep bir ceza halinde zorladığını tasvir eden istiare olduğunu söyler. Ayrıca, ayetin muhtevasının ferdin fıtrî kabiliyetini yanlış hedeflere sevkeden bir cemiyet sultasının fena tazyiklerine işaret etmesine dikkat çeker.4

Yani, kişinin kendi alışkanlıkları onun hal ve hareketlerinde, olaylara verdiği tepkilerde belirleyici olduğu gibi, bulunduğu sosyal çevre de onun davranışlarına ciddi manada etki eder. Cemiyetin bir sultası, yani yaptırım gücü vardır. Herkesin Cumaya gittiği bir esnaf topluluğu ortamında, aslında gitmek istemeyen biri bulunduğu ortamın baskısı sebebiyle Cumaya gitmeğe adeta kendini mecbur hisseder. Veya başörtülü tek bir bayanın bile olmadığı bir ortama gelen yeni bir bayan, istese de o ortamda başını örtmekte hayli zorlanır. Burada çevrenin psikolojik bir “mahalle baskısı” söz konusudur.

Yeni bir akım, yeni ortaya atılan bir fikir veya din, toplum tarafından önce sert bir tepkiyle karşılanır; ancak uzun bir mücadelenin sonunda topluma mal olabilir. Hz. Musa, kavmini Allah’ın dinine davet ettiğinde, onlar, “biz önceki atalarımızdan böyle bir şey işitmedik” derler.5

Benzeri bir tepki, Hz. Peygamber’e gösterilir:

İçlerinden uyarıcı bir Peygamber gelmesine şaştılar da, o kâfirler şöyle dediler: ‘Bu bir sihirbaz, bir yalancı. İlahları bir tek ilah mı yapmış? Doğrusu şaşılacak bir şey!’ İçlerinden önde gelenler, ‘Haydi, yürüyün, ilahlarınıza sabredin (devam edin). Doğrusu istenen budur. Biz, böyle bir şeyi başka milletlerde duymadık. Bu ancak bir uydurmadır. Kur’an aramızdan ona mı indirilmiş’ deyip gittiler.”6

“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde ‘hayır biz atalarımızı neyin üzerinde bulduksa ona uyarız’ dediler. Peki, ataları bir şeye akıl erdiremiyor, doğru yolu bulamayan kimselerse, (yine mi onlara uyacaklar?)7

Benzeri bir yaklaşımı ehl-i kitabtan olan Yahudilerde görürüz. Bunlara,

“Allah’ın indirdiğine uyun, denildiğinde, ‘biz, bize indirilene inanırız’ derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Hâlbuki o (Kur’an), onlara ineni tasdikleyen bir gerçektir.”8

Bediüzzamanın ifadesiyle, “Hakkın hatırı alidir, hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir.”9 En ziyade tabi olunmaya layık olan haktır.

Hamdi Yazır’ın dediği gibi, “Tâbi olma sebebi eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmamak değil, emr-i hakka mutabık, delil-i hakka muvafık olmaktır. Hakk’ın emrine uyan ve ne yaptığını bilen atalara uyulur. Bilakis Hakk’ın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere, atalar dahi olsa yine uyulmaz.”10

Ataların müsbet yönleriyle ilgili olarak ise, şu İlâhî hükme bakmak gerekir:

“Onlar bir ümmetti geldi geçti. Onların yaptıkları onlara, sizin yaptıklarınız da size. Onların yaptıklarından suale çekilecek değilsiniz.”11

Ataların müsbet fazileti ile iftihar etmek, esas olarak kötü olmamakla beraber tek başına yeterli değildir. Bir müflis adamın, “benim dedem şöyle zengindi” diye övünmesi onu zengin etmediği gibi, şimdi perişan yaşayan milletlerin, kahraman ecdadıyla kuru kuruya övünmesi kendilerini kahraman yapmaz.

Toplumdaki batıl geleneklerin kaldırılması, ciddi ve çetin bir problemdir. Hz. Musa, Firavun ve sistemine karşı mücadele verirken aynı zamanda Beni İsrail’i de esaretten kurtarmaya çalışır. Neticede bunu başarır ve Kızıl Deniz’i aşıp hürriyetlerine kavuşurlar. Hz. Musa, bunlara “Mukaddes arzın” kendilerine vaat edildiğini, savaşıp oraya yerleşeceklerini söyler. Fakat uzun yıllar esaret altında kalıp şahsiyetinden çok şeyler kaybetmiş olan Beni İsrail böyle bir savaşa cesaret edemez, bahane mekanizmasını kullanarak “orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyiz. Eğer çıkarlarsa, o zaman gireriz” derler. Hz. Musa, biraz daha ısrar edince, şu karşılığı verirler: “Ya Musa, onlar orada olduğu müddetçe biz asla oraya girmeyeceğiz. (Ama çok istiyorsan) sen ve Rabbin gidin, savaşın biz burada oturacağız.”12

Bu tarz hareketlerine ceza olarak, 40 yıl çölde bekletilirler. Hz. Musa, bunların evlatlarını yetiştirir ve bu yeni nesille arz-ı mukaddesi fetheder.

Bu olaydan hareketle şöyle denilir: Bir insanın şahsi hayatındaki köklü bir değişiklik kırk gün gibi bir zaman diliminde gerçekleşirken, toplumda meydana gelecek değişiklikler kırk yılda kendisini gösterir.

Hz. Musa döneminde cereyan eden şu olay da konumuz yönünden dikkate şayandır: Beni İsrail’den biri öldürülür. Katilin kim olduğu belli değildir. Katilin bulunması için Hz. Musa’ya müracaat ederler. Hz. Musa, İlâhî vahyin hükmünü onlara söyler: “Allah, dişi bir sığır kesmenizi emrediyor” der. Katilin bulunması ile sığır kesmek arasında bir münasebet görmeyen kavmi, “bizimle dalga mı geçiyorsun?” derler. Ama işin ciddiyetini anladıklarında kesmek zorunda kalırlar ve mesele halledilir.13

Onlardan bir sığır kesmeleri istenmesi, Mısır’da esarette kaldıkları dönemden kalplerine sinmiş “bakar-perestlik” mefkûresinin kesilmesi içindir. Çünkü Mısır ahalisi bereketli Nil topraklarında tarımla meşgul olurken öküzü ve ineği kutsallaştırmışlardı, onlara ibadet etmekteydiler. Uzun yıllar onlarla beraber yaşayan Beni İsrail’in de bundan etkilendikleri “icl” olayından anlaşılmaktadır. Şöyle ki:

Hz. Musa, Tur’a gittiğinde Samiri isimli birisi, süs eşyalarından bir buzağı heykeli yapar ve Beni İsrail’e onu bir mabut olarak takdim eder. Seciyelerinde buzağı muhabbeti bulunan bu kavim, buzağıyı ilah olarak görürler ve karşısında ibadete başlar. Hz. Musa, Tur’dan döndüğünde buzağıyı yakar, küllerini denize savurur.14

İşte, Cenab-ı Hakk’ın bir sığır kesmelerini emretmesi ve Hz. Musa’nın buzağı heykelini yaktırması, bunların mefkûrelerine yerleşen batıl bir fikri iptale yöneliktir.

Toplum önderlerinin batıl geleneklerin kaldırılmasında öncülük yapmaları gerekir. Şu olay bu hakikate güzel bir misaldir:

İslâm öncesi Arap toplumunda cari adetlerden biri, evlatlık sistemidir. Evlatlıklar aynen evlat gibi kabul edilir, söz gelimi evlatlığının boşadığı hanımla evlenmek uygun görülmezdi. Zeyd Bin Harise, Hz. Peygamberin evlatlığı durumunda idi. Hanımı Zeyneb’i boşayınca, Cenab-ı Hakk’ın talimatıyla Resulullah Hz. Zeyneb’i zevce olarak aldı. Bu uygulama ile evlatlığın gerçek evlat olmayacağı fiili bir şekilde gösterilmiş oldu.

Cenab-ı Hakk, bu konuda şu hükmü bildirir:

“Allah, evlatlıklarınızı oğullarınız kılmamıştır… Onları babalarına nisbetle çağırın. Allah katında bu daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar dinde kardeşiniz ve dostlarınızdırlar…”15

Yanlış bir geleneğin kaldırılması Kur’an’da yer alacak bir öneme sahip olmuştur. Kur’an, bu olayı bize şöyle anlatır:

Zeyd o kadından ilişiğini kestiği zaman, biz onu sana eş yaptık. Ta ki, evlatlıklarının ilişkilerini kestikleri hanımlarını nikâhlamada mü’minlere bir darlık olmasın. (Böylece) Allah’ın emri yerine getirilmiştir.”16

1 Aclûnî, II, 64

2 Ebu Davud, Melahim, 1

3 Yasin, 8-9

4 Yazır, VI, 4010

5 Kasas, 36

6 Sad, 4-8

7 Bakara, 170 ve ayrıca bkz. Lokman, 21

8 Bakara, 91

9 Said Nursi, Asar-ı Bediiyye, İttihad Yayıncılık, İst. 2002, s. 376

10 Yazır, I, 586

11 Bakara, 141

12 Bkz. Maide, 20-26

13 Bkz. Bakara, 67-73

14 Bkz. Taha 86-97; A’raf,148

15 Ahzab, 4-5

16 Ahzab, 37

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir