Devlet, toplumun yönetimini üstlenen idari mekanizmadır. Bu idari mekanizma, kapitalizm, komünizm, meşrutiyet, cumhuriyet, teokrasi… gibi farklı şekillerde olabilir. Devlet esas itibariyle, halka hizmet için kurulmuş en üst derecede teşkilatlı birliktir. Yani, devletin varlık sebebi, halka hizmettir.
Fakat bu gerçek, genelde teoride kalmış, devletin kilit noktalarında yer alan bir kısım insanlar milletin sağladığı imkânları hizmet olarak onlara iade etmek yerine, şahsi çıkarlarına alet yapmışlardır. Despot idarelerde durum böyle bir görünüm arzetmektedir.
Devlet mekanizmasında yer alacak, hizmet edecek fertlerin şu esasları bilmesi ve bunlara riayet etmesi gerekir.
1. Memurluk ve amirlik, geçimini sağlamak ve menfaat için değil, hamiyet ve hizmet için olmalıdır. Zira “bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.”1
2. Yüksek makamlar, bu makamı hak edenler içindir. Hz. Peygamberin ifadesiyle, “makama talip olan, o makama getirilmez.”2
Nice insanlar vardır ki makamdan şeref alır. Nice insanlar da vardır ki, makama şeref verir. İnsan, rüşdünü öyle isbat etmeli ve öyle muvaffak olmalı ki, diğer insanlar ona, “bu makama gel, hizmet et” demelidir. Mesela, Müslümanların ilk halifesi olan Hz. Ebubekir, aslında hilafet makamına talip olmamış, halkın yoğun isteği üzerine görevi kabul etmiştir. Yaptığı ilk konuşmada “içinizde en hayırlınız olmadığım halde başkanınız oldum”3 diyerek engin bir tevazu örneği sergilemiştir.
Ancak Hz. Yusuf’un Mısır hükümdarına “beni maliye bakanı yap” demesi örneğinde olduğu gibi, makama layık birinin gerekirse kendi hüner ve san’atını söylemesinde bir beis yoktur.4
3. “Bulunduğunuz hale göre idare edilirsiniz”5 hadisi mühim bir hakikati ifade eder. “Allah, bir kavim kendilerini değiştirmedikçe onları değiştirmez.”6 ayetinin hükmü, müsbet ve menfi her iki cihet için de geçerlidir. Yani, iyi gidişatı olan bir topluluk kendilerini bozmadıkça birden çöküvermez. Kötü gidişatı olan bir topluluk da kendilerini düzeltmedikçe birden düzelmez.
4. Toplumun bozulmasında veya düzelmesinde idareciler çok büyük bir etkiye sahiptir. Zira “insanlar, idarecilerinin dini üzeredir.”7
Halkımız arasındaki “balık baştan kokar” ifadesi de üstteki manalarla ilgilidir. ““Bir beldeyi helâk etmeyi murat ettiğimizde, (önce) oranın mütreflerine (itaati) emrederiz, onlar ise (karşı çıkıp) orada her türlü fısku fücuru işlerler. Böylece, oraya azap hükmü hak olur. Biz de o beldeyi yerle bir ederiz.”8 ayetinde kötü idarecilerin halk üzerindeki menfi etkisine işaret vardır.
Mütref, servet veya saltanat imkânlarıyla şımarıp Allah’ı ve O’na kul olmayı unutan toplumun elit tabakasıdır. Böyle refah sahiplerinin diğer insanlara göre günaha dalma imkânları daha fazladır. Bunlar günahlara dalarlar, başkaları da onlara uyar, böylece hem sapmış hem de saptırmış olurlar. Öte yandan, zevkine düşkün idareci tabakası, Neron misali, kendi zevkleri için memleketlerini ateşe vermekten çekinmezler.
5. Seçkin liderler, toplum gemisini sahil-i selamete doğru götürürler. Topluma iyi çobanlık yaparlar. Onlar, gezegenlere nisbetle güneş, vagonlara nisbetle lokomotif gibidirler. Kur’an’da anlatılan Talut kıssası, bu hakikate güzel bir misaldir. Talut, halkını esaretten hürriyete kavuşturmuş, karanlıklardan aydınlığa çıkarmıştır. Şöyle ki:
İsrail Oğulları, Hz. Musa’dan sonra bir müddet istikamet üzere yaşarlar. Daha sonra bozulmalar başlar, günahlara dalarlar. Cenab-ı Hak, onlara düşmanlarını musallat eder. Düşmanları, onların bir kısmını öldürür, bir kısmını da esir ederler. Pek çok beldelerini ele geçirirler. Tevrat levhaları ve Hz. Musa döneminden kalan mukaddes emanetler düşmanın eline geçer. İşte, böyle bir vasatta, peygamberlerine şöyle derler: Bize bir kral belirle de, Allah yolunda savaşalım.
Peygamberleri der: Savaş üzerinize farz kılınırsa, savaşmamazlık etmiyesiniz?
Derler: Allah yolunda savaşmamıza bizim için ne engel var? Yurtlarımızdan çıkarıldık, çocuklarımızdan uzak bırakıldık.
Peygamberleri der: Allah melik olarak size Talut’u gönderdi.
Onlar ise derler: Biz idareye daha layık iken ve kendisinin çokça malı yokken O bize nasıl idareci olur?
Peygamber şunu hatırlatır: Allah onu size seçti ve ona bilgi ve vücut kuvveti bakımından üstünlük verdi…9
Kur’an-ı Kerim, bir lider olarak Talut’u takdim ederken, aynı zamanda lider insanların özelliklerine de dikkat çekmektedir. Kıssa’dan hareketle, bu özelliklerden bir kısmını şu şekilde sıralayabiliriz:
– Lider, sıradan bir şahıs değil, seçkin bir şahsiyet olmalıdır. “Allah onu size seçti” cümlesinde yer alan “ıstıfa” böyle bir seçkinliği ifade eder. Böyle bir seçkinlik için, asil bir hanedandan gelme şartı yoktur. Nitekim Talut, krallar hanedanından değildi.
-Lider, askerî ve diplomatik sahalarda üst düzeyde bilgi sahibi olmalıdır. Ayette geçen “ilimde üstünlük” bu noktaya işaret eder. Şüphesiz bu ilim, Hamidullahın dikkat çektiği gibi, “dini ilimler” anlamında değildir. Zira dini ilimlere sahip Peygamber Samuel içlerinde varken, bu görev askeri bilgiye sahip olan Talut’a verilmiştir.10
-Lider, cismen de göz doldurmalıdır. Ayette geçen “vücutça üstünlük” buna işaret eder. Her komutanın vücutça kuvvetli olması, realitede her zaman mümkün olmayabilir. Napolyon ve Hitler gibi fiziken göz doldurmayan büyük komutanlar da çıkabilir. Fakat cismen de göz doldurması, komutan için artı bir puan olacak, askerin itimadını ve güvenini kazanmada kolaylık sağlayacaktır.
-Lider, güçlü bir irade sahibi olmalı, zorluklar karşısında yılmamalı, engel tanımadan yoluna devam etmeli, yoldan dönenler onu yolundan alıkoymamalıdır. Nitekim Talut, savaş emri geldiğinde yüz çeviren ekseriyete aldırmadan yola çıkmış, savaşa gelenlerden çoğunun kendi arzusu hilafına nehrin suyundan içmesine de aldırmayıp savaşa girmiş ve galip gelmiştir.
– Lider, cesaretli olmalı, “Az bir toplulukla ne yapılır ki” demeyip Allah’a dayanmalıdır. Cesaret, halin gereğini yapmaktır. Yürünmesi gereken yerde koşmak, kahramanlık değil, aceleciliktir. Yerinde kullanılmayan bir cesaret, boş bir heyecan ve tehevvürden ibarettir.
-Lider, yüce idealler, ulvî mefkûreler taşımalıdır. “Zalimlere “dur” demek, mazlumları kurtarmak, Allah’ın dinini yaymak…” gibi gayelerin tahakkuku için gayret göstermelidir.
6. İdareci, raiyyetine yumuşak davranmalı, hataları şiddet yoluyla cezalandırmak yerine af yolunu tutmalıdır. Uhud mağlubiyetini anlatan ayetler içinde yer alan “Allah’tan bir rahmetle onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar etrafından dağılır, giderlerdi. Artık onları bağışla ve onlar için Allah’tan mağfiret dile ve onlara meşveret et. Kesin karar verdiğinde ise, Allah’a dayan…”11 ifadeleri, bu hakikati teyit eder.
7. Kendi raiyetine yumuşak olması gereken idareci, toplumu anarşiye sürükleyen ve meşru devleti yıkmak isteyenlere karşı ise şiddet kullanmaktan kaçınmamalıdır
8. Devletin her kademesinde görev yapan insanlar “hepiniz çobansınız, hepiniz raiyetinizden mes’ulsunuz”12 hadisinin de belirttiği gibi, belli sorumluluklara sahiptirler. Şüphesiz köydeki muhtarla, bir devlet başkanı aynı sorumlulukları taşımazlar. Makam arttıkça, sorumluluk da artmaktadır.
“Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu.”13
diye düşünen Hz. Ömer gibi zatlar, idari sorumluluğun hakkını veren kimselerdir.
9. İdareciler, ehil olanlarla meşveret ederek işlerini yürütmelidir. Kendisine vahiy gelen Hz. Peygambere bile “onlarla meşveret et!”14 talimatının verilişi, işin ciddiyetini göstermeye yeterlidir.
10. Devlet idaresinde mühim bir mevkie sahip olan hâkimler adaletin tesisi için gayret göstermelidirler. Zira Hz. Ömer’in dediği gibi, “adalet mülkün temelidir.”15 Kâinat bir denge ile ayakta durduğu gibi, devlet de adaletle devam eder. Adaletin olmadığı yerde zulüm vardır, kargaşa vardır.
“Aranızda birbirinizin mallarını batıl yollarla yemeyin ve bile bile insanların mallarından günahla yemek için o malları rüşvet olarak hâkimlere vermeyin”16 ayeti, gayr-i meşru yollarla mal temini için hâkimlere rüşvet vermeyi kesinlikle yasaklar.
Hz. Peygamber’e, gayr-i müslimlere bile adaletli muamele etmesi emredilir:
“Eğer aralarında hüküm vermen için sana gelirlerse, aralarında hükmet veya yüz çevir. Eğer yüz çevirirsen, sana bir zarar veremezler. Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet. Şüphesiz Allah adaletli olanları sever.”17
Hamdi Yazır, bu konuda şu noktaya dikkat çeker:
“Hak, kâfire dahi taalluk etse yine haktır. Bir dinin kemali, hukukî telakkilerinin şümûl ve ciddiyetinde ve İslâmın en büyük inkişafı, adil kuvvetinin tecelliyatında aranmak lazım gelir. Kâfirin küfrü, hukukuna tecavüzü mubah kılmaz.”18
Şu ayet ise, fertlerin adaletiyle ilgili mühim noktalara temas eder:
“Ey iman edenler! Hak üzere adaleti yerine getiren hâkimler ve şahitliğiniz kendiniz veya anne-baba ve akrabalarınız aleyhine de olsa, şahitlik yapılan şahıslar zengin veya fakir de olsa Allah için doğru söyleyen şahitler olun. Şüphesiz Allah onlara daha evladır. Dolayısıyla, haktan yüz çevirip hevaya uymayın. Eğer dilinizi (yalana) büker veya yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”19
11. Devlet içinde en mühim organlardan biri olan askeriye harice karşı vatanı savunmalı, dâhilde de iç barışı muhafaza etmelidir.
Barış içinde yaşamak bir ideal olmakla beraber, tarih boyunca bu ideale varılamamıştır. Hz. Âdem’in iki oğluyla başlayan kanlı mücadele, devirler boyu Âdem’in oğullarında devam edegelmiştir. Barışı yakalamak ve devam ettirmek için savaşa hazır olmak lüzumu, akıl ve tecrübeyle bilinen bir gerçektir. “Hazır ol cenge, eğer istersen sulh u salah” vecizesi bunu ifade eder.
Kur’an-ı Kerim ayetlerine baktığımızda, Müslümanlar için cihad ruhunun daima canlı tutulduğu görülür. Mesela şu âyete bakalım:
“…Mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”20
Ayette, “mallarınızla ve canlarınızla” ifadesi, cihadın iki türüne işaret eder. Bir kısım insanlar vardır ki, mallarını Allah yolunda sarfederler. Bir kısmı da vardır ki, hayatlarını bu yolda feda ederler.
“Allah yolunda” denilmesi ise, çok mühim bir kayıttır. Allah yolunda olmayan bir mücadele, “cihad” ismine layık değildir. Cihada ruh kazandıran husus, işte burasıdır. Yoksa Müslümanlardan başkaları da savaşırlar, kendi din ve ideolojilerini yaymaya çalışırlar, hatta bu uğurda hayatlarını verirler. Fakat onların bu mücadelesi, Allah katında değer kazanan bir mücadele değildir.
“Ölürsem şehidim” diyen bir mü’min, böyle bir beklentisi olmayan batıl dava mensuplarından daha da cesur olmak zorundadır. Yoksa hak bir sebebe yapışan batıl dava mensupları, batıl bir sebebe yapışan hak dava mensuplarına galip gelecektir.
1 Aclûnî, I, 462
2 Bkz. Buhari, Ahkâm, 7; Müslim, İmare, 14
3 İbn Sa’d, Tabakat, Daru’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut, III, 182-183; Celaleddin Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, Daru’l- Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut, 1988, s. 57; Muhammed Hamîdullah, İslam Peygamberi, Ter. Salih Tuğ, İrfan Yay. İst. 1991, II, 1181
4 Bkz. Yusuf, 54-55
5 Aclûnî, II, 126
6 Ra’d, 11
7 Aclûnî, II, 311
8 İsra, 16
9 Bkz. Bakara, 246- 249
10 Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 877
11 Âl-i İmran, 159
12 Buhari, Cum’a, 11
13 Ersoy, Safahat, s. 101
14 Âl-i İmran, 159
15 Hafız İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Daru İhyai’t- Türasi’l- Arabi, Beyrut, VII, 68
16 Bakara, 188
17 Maide, 42
18 Yazır, II, 1451
19 Nisa, 135
20 Tevbe, 41
