IV. Bölüm DİN VE TOPLUM, Dinin hayattaki yeri

İnsan, fıtraten dindar bir varlıktır. Tarih boyunca insanlar şöyle veya böyle, bir dine bağlanmışlardır. İlk insan Hz. Âdem’in aynı zamanda ilk peygamber olması, dinin başlangıcı hususunda bize rehberlik eder. “Allah katında din İslâmdır”1 ayeti, Hz. Muhammed’e (asm) gönderilen dini ifade ile beraber, bütün semavi dinleri de içine almaktadır.

Çünkü bütün peygamberler, inanç noktalarında müttefiktir. Hz. Peygamber’e gelen din ile Hz. Âdem’e bildirilen din arasında özde bir farklılık yoktur. Ancak mevsimlere göre elbiselerin, gıdaların değişmesi gibi, öze taalluk etmeyen meselelerde bir takım farklılıklar söz konusudur.

İnsan, yemeye- içmeye mahkûm olduğu gibi, bir dine inanmaya da mahkûmdur. Hatta hiçbir dine bağlı olmadıklarını söyleyenler bile, en azından “dinsizlik dini“nin esaslarına inanmaktadırlar. Mesela, bunlar ezeli bir Allah’ı kabul etmezler, ama ezeli bir maddeyi kabulden de kurtulamazlar. Hamdi Yazır’ın ifadesiyle,

“Böyle duyularıyla muhatap olduklarından başka bir şey tanımayan, gözlerine batmayan şeye inanmayan, inanmak istemeyenler, asasız yürüyemeyen âmâlara benzerler. Mabutlarını da elleriyle tutmak, yoklamak isterler. Nazarlarında manevi şeyler sadece akıllarıyla ulaştıkları; mücerret şeyler ise birer vehim kabul edilir. Tapmak için mücessem şeyler ararlar. Bulamazlarsa yaparlar, ona taparlar, ondan imdat ararlar. Çünkü insanlarda ibâdet fıtrî bir kanundur, bundan kurtulamazlar. Fakat gerçek mabudu göremeyince, kalplerinden, akıllarından kuvvet alamayınca, gözlerinin tuttuğu, ellerinin eriştiği bir şeyden kuvvet dilenirler. Hiç olmazsa bir öküz veya öküzün altında buzağı ararlar…”2

Mevcut dinler, genelde İlâhî bir dinin bakiyesi görünümündedir. Hz. İsa Allah’ın bir kulu ve elçisi iken, nasıl zamanla beşeriyetten ulûhiyete yükseltilmiş, tevhid teslis’e dönüşmüşse, pek çok din de zamanla aslî görünümünü kaybetmiştir.

Cenab-ı Hak dinlerde zamanla meydana gelen gevşemeye şöyle dikkat çeker:

“Biz (Musa’dan sonra) birçok ümmetler yarattık da, onların üzerlerine ömür uzadı…”3

Ayetin yorumunda Hamdi Yazır, zamanın geçmesinin dinler üzerindeki tesirini şöyle değerlendirir:

“Mürur-u zamanla kocadılar, şaşkınlaştılar. O neş’e köreldi, o iman dinçliği, o amel kudreti kalmadı. Kalpler katılaştı, din duygusu söndü. Türlü bid’atler, ihtilaflar, tahrifler ile şeriat ve ahkâm bozuldu. Özellikle sonlarına doğru fısk ve fetret çoğaldı.”4

Semavi dinlerde meydana gelen tahrif, dinin yenilenmesini gerekli kılmıştır. Kur’an, bunu şöyle bildirir:

“İman edenlerin Allah’ın zikrine ve haktan kendilerine indirilene kalplerinin ürperme zamanı gelmedi mi? Ta ki, bundan önce kendilerine kitap verilip de, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmesiyle kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Onların çoğu fasıktırlar. Biliniz ki, Allah ölümünden sonra arzı hayatlandarır.”5

Ayetin izahında, Hamdi Yazır şu kıymetli değerlendirmeleri yapar:

“Aradan uzun zaman geçmesi ile hissiyat kocayarak neşesini kaybeder. Şevke fütur, kalbe kasvet gelir. Bu ruhî kasavetten dolayı, fertler gibi toplumlar da dini neş’elerinde, doğum, çocukluk, gençlik, olgunluk, yaşlılık gibi tavırdan tavıra çeşitli devirler yaşar. Bu şekilde ihtiyarlayan toplumlar, ancak neş’enin yenilenmesi yoluyla “ba’sü ba’del-mevt” (ölümden sonra dirilmek) gibi yeniden hayat kesbederek varlıklarını idame ve yine o şekilde gelişimini istihsal edebilir.”6

Din, sadece kul ile Allah arasında bir inanç bağından ibaret değildir. Dinin temelinde inanç bulunmakla beraber, dinin pek çok meselesi doğrudan toplum ile ilgilidir. Din; güzeli, iyiyi, doğruyu emreder; çirkini, kötüyü, yanlışı yasaklar. Kalpteki iman, bunların uygulanmasını sağlar. Din, Hristiyanlardaki vaftiz suyuyla boyalanmak gibi basit bir görünüm olmayıp, “Allah’ın boyası” ile boyanmaktır.7 “Allahın boyası” Allahın insanları yaratmış olduğu fıtratı ifade eder. Nasıl ki boya, boyandığı şeyin süsü ise, fıtrat da insanın süsüdür.

Dinin emirleriyle ilgili olarak, mesela şu ayete bakalım:

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak yapmayın. Anne-babaya iyilik yapın. Yakınlara, yetimlere, miskinlere, yakın komşuya, uzak komşuya, arkadaşa, yolcuya da…”8

Burada emredilen, Allah’a ibadet ve değişik insan gruplarına iyiliktir. Toplum, insanların karşılıklı iyilikleriyle dengede durur. Uzak komşuya, tanımadığımız yolcuya bile iyilik emredilmişken, günümüzün şehir hayatı ortamında apartmanlarda yaşayan nice insanımız, karşı komşusunu bile tanımamaktadır.

Bir de şu ayete bakalım:

“Şüphesiz Allah emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.”9

Ayette, iki mühim husus emredilmiştir:

1- Emanetleri ehline vermek

2- Adaletle hükmetmek.

Hamdi Yazır’ın da dikkat çektiği gibi, emanet yalnız mala münhasır değildir. Dinin mükellef kıldığı her şey, hukukullah, kul hakları, vekâletler, velayetler, memuriyetler dahi emanetler cümlesindendir.10

Emanetleri ehline vermemek ise, kıyamet alametidir.11

Fertlerin kıyameti olduğu gibi, toplumun da kıyameti vardır. Toplumsal dengelerin sarsılması, kaos ortamı, anarşi gibi durumlar, toplumun kıyameti hükmündedir. İşte, dengelerin kurulması, kaostan kurtuluş, huzur ve sükûnun hâkimiyeti, ancak ve ancak emanete riayet, adaletle hükmetmek gibi esaslarla gerçekleşecektir.

Şu olay, dinin sosyal etkinliğine güzel bir misaldir:

Evs ve Hazrec, Medine’nin belli başlı iki büyük kabilesi olup, Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde birbirine düşman durumda idiler. Yüzyıl süren “Buas harbleriyle” her iki taraftan pek çok kişi hayatını kaybetmişti. Bu iki kabile, İslâm’a girince barıştılar, kardeş oldular. Şa’s Bin Kays isimli bir Yahudi’nin planıyla tekrar birbirlerine düşmek üzere iken, Hz. Peygamber yetişti, her iki tarafı yatıştırdı.12 Bu münasebetle şu ayetler nazil oldu:

“…Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun ve ancak Müslüman kişiler olarak can verin.

Toptan Allah’ın ipine sarılın, parçalanmayın. Allah’ın üzerinizde olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşmandınız da, Allah kalplerinizi birbirine ülfet ettirdi. Böylece, O’nun nimetiyle kardeş oldunuz. Ateşten bir çukurun tam kenarında idiniz de, Allah ondan sizi kurtardı…”13

İçki, kumar, hırsızlık, rüşvet, cinayet, fuhuş gibi kötülükler, hemen her toplumun başına bela olmuştur. Aklı başında insanlar, bu kötülüklerle mücadele ederler, “temiz bir toplum” idealiyle çalışırlar. Fakat dinin yaptırım gücü devreye girmeksizin bunu gerçekleştirmeleri mümkün değildir. Mesela, 1919-1932 yılları arasında Amerika Birleşik Devletlerinde içki yasaklanır. Fakat daha sonra yine serbest bırakılır. Amerikalı bir bilim adamı olan Julius Hırsh, bu konuda şöyle der:

“Hz. Muhammed (asm), Kur’an vasıtası ile içkiyi menetmiş ve asırlarca büyük insan kitlelerini içkinin zararlarından koruyabilmiştir Bu netice 20. asırda münevver Amerika’da her nevi propagandaya ve fenni ilerlemeye rağmen elde edilememiştir.”14

Beşeri kanunlar, vicdanlara tam hükmedemez. Mesela, çok ciddi polisiye tedbirlerin alındığı bir toplumda, hırsızlık önlenebilir. Fakat bu tedbirler gevşediğinde veya bir arıza vuku bulduğunda, korkunç hırsızlık vak’aları yaşanır.

Hâlbuki dindar bir insan, “hiç kimse beni görmese bile, Allah beni görüyor, melekleri yaptıklarımı kaydediyor. İlerde ahiret var, orada hesap ve ceza var” diyerek hırsızlığa yanaşmaz.

70 yıl boyunca dini afyon olarak gören ve dinsizlik propogandası yapan Rusya’nın maruz kaldığı maddi ve manevi çöküntü, dinin toplum hayatındaki önemini çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Yümni Sezen, dinle ilgili şu kıymettar mütalaalarda bulunur:

“Din, insan ruhunun en karanlık noktalarına girerek, bir hayat anlayışı, hayat neşesi ve mukavemet gücü verir.”

“Hiçbir fikir, felsefe, ideoloji dinin yerini tutamaz ve onun yaptığı tesiri yapamaz. Her ideoloji, fikir safhasında kalır; ferdin sofrasına, yiyip içtiklerine, yatağına, alış verişine nüfuz edemez. Din ise, günlük işlere kadar girerek ferdi kuşatmıştır ve ona kuvvet kaynağı olmuştur.”

“Dinin faili ve taşıyıcısı olarak temel birim fert olmakla beraber, dinin o kadar zengin bir fikir ve sosyal muhtevası vardır ki; getirdiği muayyen ruhu, mensup olanların hepsi paylaşır. Onlar üzerinde başlayan tesir, hayatlarına şuurlu veya şuur dışı olarak girer, onları birbirine yaklaştırır. Dinî olmayan meselelere karşı dahi onları belirli ve müşterek tavırlara götürür. Doğumdan ölüme kadar bütün faaliyetlerde belirli tavırları ve iştiraki sağlar.”15

İnsan doğduğunda kulağına ezan okunur. Öldüğünde ise, cenaze namazı kılınır. Bunların her biri dinî birer merasimdir. Demek, dinin doğumdan ölüme kadar hayat yolculuğunda derin izleri vardır. Keza, İstiklal Harbi yıllarında Fransız işgali altındaki Maraş’ta halkı harekete geçiren Sütçü İmam, onların dinî hissiyatına seslenerek bunu başarmıştır. 1993 yılında Erzurum’da valinin ve emniyet güçlerinin yapamadığı halkı yatıştırma fiilini, Naim Hoca “hoca” kimliğiyle yapmıştır.

Dinle ilgili bu genel değerlendirmelerden sonra, konuya biraz daha derinlemesine bakmaya çalışalım. Şöyle ki:

Dinin başlıca üç görünümü vardır:

1-İnanç

2-İbadet

3-Ahlak

Bunlar, fıkıh, kelam, tefsir, hadis gibi ilimler açısından incelendiği gibi, psikolojik, sosyolojik açıdan da ele alınabilirler. Biz burada, bunlara sosyolojik açıdan bakmaya gayret edeceğiz.

1 Âl-i İmran, 19

2 Yazır, I, 359

3 Kasas suresi 45

4 Yazır, V, 3740

5 Hadid, 16-17

6 Yazır, VII, 4744

7 Bkz. Bakara, 138

8 Nisa, 36

9 Nisa, 58

10 Yazır, V, 3249

11 Buhari, İlim, 2

12 İbn Hişam, Siretu’n- Nebeviyye, Daru İhyai’t- Türasi’l- Arabi, Beyrut, 1971, II, 204-205; Ebu Abdullah Kurtubi, el-Cami li Ahkami’l- Kur’an, Daru’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut, 1993, IV, 100

13 Âl-i İmran, 102-103

14 Julius Hırsch, Hıfzıssıhha Ders Kitabı, İstanbul Ün. Yay, s. 242

15 Yümni Sezen, Sosyoloji Açısından Din, Marmara Ün. İlahiyat Fak. Yay. İst. 1988, s. 36 ve 39

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir