Bazı insan tipleri

Yaşadığımız şu âlemde her insan farklı bir fizyonomiye ve farklı bir ruh dünyasına sahiptir. “Her insan tek başına müstakil bir âlemdir” desek herhalde mübalağa yapmamış oluruz. Bu insanlar, inanç noktasından “ehl-i iman ve ehl-i küfür”, mücadele noktasından “hizbullah ve hizbuşşeytan” şeklinde gruplara ayrıldıkları gibi, bu gruplar da yine kendi aralarında pek çok gruplara ayrılır. Mesela ayette ehl- i imanın önderlerine “nebiler, sıddıklar, şehitler, salihler” şeklinde işaret edilir.1 Ayrıca, Kur’an’ın muhtelif yerlerinde ehl-i iman içinde görülen değişik insan tipleri ve portreleri görmek mümkündür. Bunun yanında ehl-i küfür saflarında yer alan insanlar içinde de pek çok farklı tipler vardır. Bunların her birini ana hatlarıyla ele almak bu çalışmanın boyutunu aşacağından, bu bölümde bazı tiplere dikkat çekmekle iktifa edilecektir.

Ümmi

Ümmi, okuma-yazma bilmeyen anlamındadır. “Onlardan bir kısmı ümmidir, Kitabı bilmezler, ancak ‘emani’ bilirler. Onlar sadece zanna uyarlar.”2 ayetinde bu grubun mümeyyiz vasıfları ele alınmıştır.

Ayette geçen “emani”, “ümniye” kelimesinin çoğulu olup “boş hayal ve idealler, kuruntular” gibi anlamlara gelir. Ümmi insanların ömürleri, genelde boş hayaller, basit idealler, fantazi kuruntularla gelir geçer. Bunlar, hakikate ulaşmamış, sadece zanna tabi olan kimselerdir Hâlbuki “gerçekten zan, haktan bir şeyi ifade etmez.”3

Ümmi insanlar, genelde avamdırlar. Tarih boyunca, insanların büyük bir ekseriyeti bu grupta yer almışlardır. Bunlar yaldızlı sözlere, parlak vaatlere, cazip propagandalara çabuk inanırlar, kolay kanarlar, hemen kapılırlar. Müsbet veya menfi önder insanlar, bu grupta yer alan insanları peşlerine takarlar ve istedikleri yere sürüklerler.

Not: Vahiy nuruyla bütün hakikatleri en vazıh ve en mükemmel manada müşahede eden ve böylece gerçeklerin “ufuk-u â’lâsına” yani en ileri mertebesine yükselen Hz. Peygamberin “ümmi” oluşunun, burada ele alınan ümmilikle uzaktan yakından alakası olmadığı açıktır. O, ilmini Allahtan almış, diğer insanlara “muallim” olmuştur.

Ekâbir

Ekâbir, servet ve makam sahibi olup da, bu imkânları menfi kullananlara verilen genel bir isimdir. Her toplumda böyle tipler eksik olmamıştır. Ayetin bildirdiği gibi, her beldede bu günahkâr ekâbir güruhu iş başındadır; hileler, tuzaklar peşindedir.4

Bunlar, servet ve makamlarından gelen bir kibir ve gurur içindedir. Öyle ki, bu kibir ve gurur, onların hak ve hakikati kabullerine de engel olur. Mesela, Hz. Nuh’un kavminden bu tip kimseler, Hz. Nuh’a şöyle derler:

“Biz seni ancak bizim gibi bir beşer olarak görüyoruz. Sana uyanları da, daha ilk bakışta en düşük seviyelilerimiz olarak görmekteyiz…”5

“En düşük insanlar sana uymuşken, hiç sana inanır mıyız?”6

Bir de, Hz. Peygamber devrinden şu olaya bakalım:

“Allah’a iman edin ve Rasulüyle beraber cihad edin, diye sûre nazil olduğunda, içlerinden servet sahibi olanlar ‘bırak bizi, oturanlarla beraber olalım’ dediler.”7

Ayet, Tebük seferi ile ilgili bir tabloyu çizmektedir. Hz. Peygamber Bizans’a karşı seferberlik ilan ettiğinde, “ulu’t-tavl” olan zenginlerden bir kısmı, sefere çıkmayı göze alamamıştır.

Bu tipte yer alan insanlar, geniş imkânların içinde yüzerler de, muhtaçlara vermezler. Kendi istirahatleri için başkalarını rahatsız etmekten hiç de rahatsızlık duymazlar. İsrafla dolu bir yaşantı içindedirler. Yüce ideallerden mahrum olarak gündelik zevklerin peşinde boğulur giderler.

Hâlbuki “kavmin efendisi onlara hizmet edendir.”8

“Allah katında en şerefliniz, en müttaki olandır.”9

Servet ve makam, halka üstten bakmak, onları küçük görmek için değil, bilakis onlara hizmet etmek için verilmiştir. Gerçekten büyük olanlar, büyüklenmezler. Manen küçük olanlar ise, büyüklenmek isterler.

Bu noktalardan baktığımızda, İslâm Dininin avam tabakasının koruyucusu, fakirlerin melcei ve sığınağı olduğunu görürüz. Hz. Peygamber döneminde cereyan eden şu olay, bu gerçeğin güzel bir göstergesidir:

Hz. Peygamber Mekke’nin ekâbir güruhuna İslam’ı anlatırken âmâ Abdullah Bin Ümmi Mektum, yanına gelir ve “ya Rasulallah, Allah’ın sana bildirdiklerinden bana anlat” der. Hz. Peygamber, zaten inanmış olan İbn Mektum’a anlatmak yerine, müşriklerin önde gelenlerine anlatmaya meyleder. Bundan dolayı, İbn gelişinden hoşlanmaz. Olay münasebetiyle Cenab-ı Hak şu ayetleri gönderir:10

“Yanına âmâ geldi diye yüzünü ekşitip döndü. Nereden biliyorsun, belki o günahlarından arınacaktı. Yahut öğüt alacak ve o öğüt ve kendisine fayda verecekti. Öğüde ihtiyaç duymayana gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun arınıp arınmamasından sen sorumlu değilsin. Hayır, (böyle yapma), bu bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır.”11

Sözün burasında ekâbir güruhunun zenginlik temsilcisi olan Karun‘dan kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. Siyasi zulüm ve baskının prototipi Firavun olduğu gibi, malî istibdad ve ihtikârın temsilcisi de Karun’dur.12

Karun, Hz. Musa’nın kavminden idi. Sadece hazinelerinin anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk taşımaktadır. O ise, bu muazzam servetin Allah’tan olduğunu kabul etmeyip, kendi hüner ve marifetiyle kazandığı iddiasındadır. Servetini muhtaçlara Allah yolunda dağıtmak yerine, bu servetle gururlanır. Onu bu servet ve şaşaa içinde gören bir kısım insanlar, “keşke bizim de böyle bir servetimiz olsa” demektedir. Sonunda bu mağrur insan, sarayıyla beraber yerin dibine geçirilir.13

Hemen her devirde ve her toplumda Karun tipine rastlamak mümkündür.

Firavun

Nefse tam mağlubiyetin ve insanlara zulmetmenin en belirgin bir tipi Firavun’dur. Kur’an’da bildirildiği gibi, Firavun halkını istihfaf etmiş, onları kendisine kul-köle yapmıştır. “Ben en yüce Rabbinizim” demiş, “size ancak kendi görüşümü söylüyor ve sizi ancak doğru yola sevkediyorum” şeklinde yaldızlı cümlelerle onları kandırmaya çalışmıştır.14

Kavmini istihfaf eden Firavuna, halkın itaatini bildiren ayette “çünkü onlar fasık bir kavim idi.”15 denilmesi, dikkat çekici bir husustur. Bu ifade, Firavun gibilerin neşv ü neması hakkında bize ışık tutmaktadır. “Ben Rabbinizim” diyen bir insana halk niçin itaat etmişti? “Çünkü onlar fasık bir kavim idi.” Bunun sonucu olarak âdeta sürüleştiler, Firavun da bunları istediği gibi yönetti, yönlendirdi…

Seyyid Kutub, ayeti şöyle açıklar:

“Kendilerini ilah yerine koyan zalim kişilerin halkı hafife almasında şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü onlar her şeyden önce halkı her türlü bilgi vasıtalarından alıkoyarlar, cahil bırakırlar. Gerçekleri onlardan gizlerler, unuttururlar. İstedikleri gibi onların idrakleriyle oynarlar. Böylece halk, bu sun’i tesirlere alışkanlık kazanır. Bunun neticesinde onları hafife almak kolay olur. Rahatlıkla onları sağa sola yönlendirirler… Fakat inançlı insanlara böyle yapamazlar. Onları kolayca aldatamazlar, hafife alamazlar. Onlarla, rüzgârın önündeki tüy misali oynayamazlar…”16

Selahaddin Şimşek, konumuzu ilgilendirilen bir vecizesinde şöyle der:

“Eğilenler oldukça, dik duranlar olacaktır.”17

İnsi Şeytan

Şeytan, Allah’a isyankâr olup devamlı desise ve vesveselerle insanları yoldan çıkarmaya çalışır. Çirkin şeyleri onlara süslü gösterir. Onların iyiliğini istiyormuş gibi yapıp, felakete sürüklemek ister. Bu yönüyle o, Allah’ın rızasına giden yolda, insana en büyük engeldir.

Bazı insanlar, iç dünyaları itibariyle bütünüyle şeytan görevi görürler. Bunlar maddi ceset giymiş birer şeytan hükmündedirler. İlhamlarını cinnî şeytanlardan alırlar. Kur’an bunu şöyle nazara verir:

Şüphesiz şeytanlar, kendi dostlarına sizinle mücadele etmelerini vahyederler.”18

Yani, dostları olan kâfirlere vesvese yoluyla ehl-i imana karşı mücadele etmelerini telkin ederler. Bu telkine göre hareket edenlerin bütün işleri insanlık âleminde kargaşa çıkarmak, özellikle Müslümanlarla uğraşmaktır. Kokuşmuş maddelerin kokusundan lezzet alan bazı haşereler ve zehirlemekten zevk duyan yılanlar gibi, dalalet bataklığındaki şerler ve habis ahlaklar ile lezzet alırlar, zulmün karanlığındaki zararlardan ve cinayetlerden zevk duyarlar.

Fasık

Fısk, taatten, hak yoldan çıkmaktır. Fasık ise, “günahkâr mü’min” anlamında kullanılır. Beydavi, fıskın üç mertebesi olduğunu söyler.

1-Hoşlanmayarak büyük günah işleyenler.

2-Rahatsızlık duymadan büyük günah işleyenler.

3-Zevk alarak, tasvip ederek büyük günahlara dalanlar.19

Kamil mü’min şeffaf bir aynaya, inatçı kâfir ise siyah bir aynaya benzetilirse, günahkâr mü’min, kirli bir aynaya benzetilebilir. Renkler sembolüyle söylersek mü’min beyaz, kâfir siyah, günahkâr mü’min ise gri renktedir. Grinin de kendi içinde beyaza veya siyaha yakın hayli tonları vardır.

Tebük seferinden geri kalan ve sefere katılmayan bazı mü’minlerle ilgili olarak ayette şöyle denilir:

“Onlar salih ameli kötü amelle karıştırdılar”20

Yani, hem iyi işler yaptılar, hem de kötü işler… Bu ifade, fasıkların âdeta portresini çizmektedir.

“İnsanların çoğu fasıktırlar”21 ayetinin ışığında baktığımızda, günümüz Müslümanları içinde, bu tip insan sayısının hayli kabarık olduğunu söyleyebiliriz. Müslümanın her hali Kur’an’a göre tanzim edilmiş olması gerekirken, bu her zaman mümkün olmamaktadır. Sigaranın zararlı olduğunu bilen nice insan, bu kötü alışkanlığı kolay kolay bırakamadığı gibi, günahların kötülüğünü bilen nice Müslüman, nedense kendini günahlardan koruyamamaktadır.

Kur’an-ı Kerim, şöyle der: “Münafıklar, fasıkların ta kendileridir.”22

Ayetten öyle anlaşılıyor ki, her münafık aynı zamanda fasıktır, yani taatten çıkmıştır, fakat her fasık münafık değildir, Müslümanlardan da fısk çamuruna düşenler bulunmaktadır.

Zalim

Zulüm, adaletin karşıtı bir kavram olup, bir şeyi gayesinden farklı kullanmaya denir. Kur’an’da üç şekilde karşımıza çıkar:

1- Şirk.

2- Başkasının hakkına tecavüz.

3- Kendi hakkına tecavüz.

“Şirk, en büyük bir zulümdür.”23 ayetinin bildirdiği gibi, şirk Allahın hukukuna riayet etmemektir.

Haksız yere adam öldürmek, hırsızlık yapmak gibi günahlar kul hakkına tecavüzdür.

Allah’ın verdiği aza ve duyguları, yaratılış gayeleri dışında kullanmak ise, nefse zulümdür. Mesela, aklı gerçeklere yöneltmemek, mideye haram lokma koymak, göz ile müstehcen manzaralara bakmak, kişinin kendi kendine zulmetmesidir. “İşte bunlar Allah’ın hudutları. Kim Allah’ın hudutlarını tecavüz ederse, kendi nefsine zulmetmiş olur”24 ayeti, zulmün bu nev’ini ifade eder.

Bazı insanlar, zulmün bu üç türünü de kendinde toplar. “Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir”25 ayetinde bu inceliği görebiliriz. Kâfir küfrüyle Allah’ın hukukunu çiğnemiş, mahlûkatın Allahtan bağını ve irtibatını keserek onlara haksızlık yapmış ve ayrıca iman etmesiiçin kendine verilen akıl ve kalp gibi latifelerini Onu inkârda kullanarak kendine de zulmetmiştir.

Ayetten şu da anlaşılmaktadır: Her kâfir aynı zamanda zalimdir. Fakat her zalimin illa kâfir olması gerekmez. Bu noktadan baktığımızda, Müslümanlar içinde de zalimler çıkabileceği anlaşılmaktadır Realitede durum bundan başka değildir. Yezid, Haccac-ı Zalim vb… Müslümanlar arasından çıkmıştır.

Zulme boyun eğenler olduğu müddetçe, zalim insanlar da olmaya devam edeceklerdir. Zalim insanlar, fasıklar topluluğu içinde filizlenir, yetişir. Salih topluluklarda ise, zalimlere hayat hakkı yoktur. Bataklıkla sivrisinek arasındaki bağıntı gibi, fasık topluluklarla zalim yöneticiler arasında bir bağıntı söz konusudur.

1 Bkz. Nisa 69

2 Bakara, 78

3 Yunus, 36; Necm, 28

4 Bkz. En’am, 123; İsra, 16

5 Hud, 27

6 Şuara, 111

7 Tevbe, 86

8 Muhammed Aclûnî, Keşfu’l- Hafa, Daru İhyai’t- Türasi’l- Arabi, Beyrut, 1351 h. I, 462

9 Hucurat, 13

10 Kadı Beydavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, Daru’l- Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut, 1988, II, 568

11 Abese, 1-16

12 Yazır, V, 3755

13 Bkz. Kasas, 76-82

14 Bkz. Zuhruf, 54, Naziat, 24, Mü’min, 29

15 Zuhruf, 54

16 Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, Daru’ş-Şuruk, 1980, V, 3194

17 Selahaddin Şimşek, Özdeyişler, Zafer Yay. İst. 1996, s. 10

18 En’am, 121

19 Beydavi, I, 46

20 Tevbe, 102

21 Maide, 49

22 Tevbe, 67

23 Lokman, 13

24 Talak, 1

25 Bakara, 254

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir