Birinci Bölüm, BAŞARI YOLUNDA 33 ADIM

1-Kabiliyet

Kabiliyetlerimiz birer tohumdur,

bunları yeşertmek veya çürütmek bize bırakılmıştır.

“Deha, insanın kendini keşfetmesidir” denilir. Her insanın üstün olduğu bazı özellikleri vardır. Bu özelliğini keşfeden ve geliştiren kişi, başarının en mühim bir sırrını yakalamış demektir.

Kabiliyetler tohumlara benzer. Tohumların hem sümbüllenmesi, hem de tohum olarak kalması mümkündür. Mesela, aynı konuşma kabiliyetine sahip iki insandan biri bülbülleri kıskandıracak seviyede akıcı konuşurken, diğeri basit bir meseleyi bile ifade etmekte zorlanabilir. Birincisi, konuşma kabiliyetini sümbüllendirmiş, ikincisi ise tohum halinde bırakmıştır.

Bir başka açıdan, kabiliyetleri madenlere benzetebiliriz. Madenler işletilirse bir değer ifade ederler. Kabiliyet madenleri de, geliştirilirse faydalı olurlar.

Küçük yaşta bir insanın kendisindeki kabiliyet madenlerini keşfetmesi zordur. Anne babanın veya öğretmenin, çocuktaki cevheri keşfedip yönlendirmeleri gerekir. Çocuğun çevresinde yer alan kimselerin, “sen adam olamazsın” şeklindeki telkinleri, çocuğun iç âleminde genelde menfi izler bırakır. “Ben başarılı olamam. Benden ne köy olur, ne kasaba” şeklindeki bir telkin ise, kişinin kendi kendini âdeta idama mahkûm etmesidir.

İnsan, bir şeyi yapabileceğine ya inanır, ya da inanmaz. Her iki halde de haklı sayılır. “Yapamam” diyorsa gerçekten yapamaz. “Yaparım” diyorsa biiznillah yapar. “İnanıyorsanız en üstün sizsiniz”1 ayetini bu zaviyeden değerlendirmek mümkündür.

Şunu unutmamak gerekir: Herkes kendi hayat filminin başrol oyuncusudur. Cenab-ı Hak her insanı -simasıyla olduğu gibi kabiliyetleriyle de- orijinal olarak yaratmıştır. Bizden istenen, mahiyet tarlamıza serpilen kabiliyet tohumlarını sümbüllendirmek, istidat madenlerimizi keşfedip işletmektir.

Binaenaleyh, vücut ülkenizi iyi tanıyın. Kendinize yabancı kalmayın. Sizden “en iyi” ne olur, karar verin. Şairin,

“Küçük görme, hor görme delikanlım kendini,

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın.

Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın.”2

sözünü kendinize hitap ederek okuyun.

Gayenizi gerçekleştirmek için size sihirli gücü verecek aslan, kendi içinizde yatar. Denilir ki: “Yumruğun kuvveti koldan çok zihindedir.” Her biri normalde kırk beş kilo kaldırabilen üç kişi hipnoz ile uyutulup kendilerine zayıf oldukları telkin edilir. Uyandıklarında her biri ancak on üç kilo kaldırabilir. Tekrar uyutulup güçlü oldukları telkin edilince ise, her biri zorlanmadan altmış beş kilo kaldırır.3

Cılız birisi, görkemli bir vücuda sahip olan arkadaşına der: “Sendeki vücut bende olsa dünya ağır sıklet boks şampiyonu olurum.” Arkadaşı şu anlamlı cevabı verir: “Hafif sıklet boks şampiyonu olmana engel ne?”

Problemleriniz, sıkıntılarınız olabilir ve vardır. Ama unutmayın: Behçet Necatigil’in dediği gibi, “Çaresizseniz, çare sizsiniz.”

Selahaddin Şimşek’in ifadesiyle “Çoğu zaman çaresizlik, çareleri görememeye veya çarelere gözlerini kapamaya verilen adtır… Uçmak istemeyen kuşlar, kanatlarını kendileri yolarlar.”4

Niyazi-i Mısri’nin

“Derman arardım derdime.

Derdim bana derman imiş.”5

dediği gibi, siz de derdinizin dermanını kendi derdinizde arayın, ayn-ı dert içinde dermanı bulun.

2-İhtisas

Her alanda büyük olamazsınız.

Zaten buna lüzum da yoktur.

Ama bir alanda büyük olabilirsiniz.

Her insanın aynı kabiliyette olmadığı bir vakıadır. Her ağaca farklı bir meyve takan İlâhi kudret, her insana da farklı kabiliyetler vermiştir. Gerçi insan, bir meyve ağacından farklı olarak çok sahada kendini gösterebilir. Fakat bu farklı sahalar içinde, özellikle birinde çok daha başarılı olacaktır. Kişi, bu sahayı tesbit edip, o alanda zirveye çıkmaya çalışmalıdır. Her alanda uzman olmaya çalışmak, boşa zaman kaybetmektir.

Kabiliyetli olmadığı bir sahaya el atmak, çalıdan meyve beklemek gibi neticesiz kalır. Said Nursi’nin ifadesiyle, “umuma el atmak, umumu terk etmek demektir.”6 Her sahada başarılı olmaya çalışmak, daha işin başında başarısızlığa mahkûmiyettir.

Bir kimse terziliği seçmişse en iyi elbiseleri dikmeye çalışmalı; öğretmen olmuşsa dersini en güzel şekilde anlatmalı; üniversitede araştırmacıysa kendi alanında Nobel ödülü almaya yönelmelidir.

“Büyük adam her şeyde büyük olmak lazım gelmez. Herkes kendi san’atında büyüktür”7 hükmü, mühim bir gerçeği dile getirir. Faraza, başarılı bir berberin ayakkabı tamirinden anlamaması bir noksanlık değildir. Gayet lezzetli yemekler yapan bir aşçı, nasıl tuğla yapıldığını bilmese de şanına bir leke gelmez.

Yetmiş yıllık eğitim sistemimizde, ihtisaslaşmanın gerektiği şekilde yapıldığı söylenemez. Öğrenci, liseyi bitirinceye kadar geçen on iki yıllık dönemde, genelde aynı dersleri almaktadır. Hâlbuki sekiz yıldan sonra branşlaşmaya geçilmesi -kanaatimizce- daha isabetli olacaktır. Mesela, lisede haftada otuz beş saat ders gören bir öğrenci, bu otuz beş saatin hiç olmazsa yirmi saatinde belli bir alanda ders görmeli; geriye kalan on beş saatlik ders programı da, onun branşına destek veren veya hayat boyu lazım olan genel kültür dersleri şeklinde tanzim edilmelidir.

Yapılan araştırmalara göre, insan metabolizması sevmediği bir işi yaparken bozulur, sevdiği bir işi yaparken ise uyumlu çalışır.8 Eğitimin ilk sekiz yılında -mesela- temel Matematik bilgilerini alan biri, lise döneminde şayet ilgi duymuyorsa bu dersi artık almamalı, ilgi duyduğu alanda eğitim görmelidir. Bu öğrenciyi trigonometri gibi ayrıntılarla meşgul etmek, suları tersine akıtmaya çalışmak gibi bir uygulama olur. Bunun yerine herkes kendi sanatında ve sahasında fani olmalı, bütün himmet ve gayretini o alanda ilerlemeye sarfetmelidir. Bu yapıldığında, üniversitede başlayan ihtisaslaşma, dört yıl öncesinden başlatılmış olacak ve ülkemizden de dünya çapında kişiler yetişecektir.

Elhasıl: İdealleri ve kabiliyetleri doğrultusunda yaşamayanlar, henüz vakit geçmediyse kendi kabiliyetlerine yönelmeli… Eğer geç kalmışlarsa, mevcut işlerinde en büyük olmaya gayret göstermeli.

3-İdeal

Herkesin bir kızıl elma’sı olmalı!

“Çocuklar dinledikleri ninnilerin rüyasını görürlermiş.”9 İnsanı yaşatan ve yönlendiren güç, onun idealleridir. Her insan ideali kadar büyüktür. İdeali olan insanlar, ruhen güçlüdür. Böyle insanlar uyanık olurlar, gayretli olurlar.

Denizin sularına terkedilen bir sandalla, hedefine doğru yol alan bir gemi elbette bir değildir. Hayat denizindeki insanlar bu ikisinden birine benzer: Kimi, hayatın akışı içinde sallanıp gider. Kimi ise, gaye ve ideali uğrunda yol alır. Başarıyı yakalayanlar, işte bu özellikte olanlardır.

Başarılı insanlar işe bir hedef seçerek başlarlar. Çünkü “hedef olmadan atış yapılamaz.”10 Mesela, sınıf birinciliğini hedeflemiş bir öğrenci, bu ideali için gece gündüz çalışır. Hatta hafta sonlarında bile çalışmasına devam eder. Böyle bir hedefi olmayan bir başka öğrenci ise, dersi esneyerek dinler. Cesedi sınıfta iken, aklı ve hayali hep dışarılarda gezer. Bu öğrenci, günümüz eğitim sisteminin sonucu olarak belki sınıfını geçer, ama hayatta muvaffak olamaz. Diğeri ise, sınıf birincisi olamasa bile, herhalde ikinciliği veya üçüncülüğü elde eder. Hayat boyunca da, kendisindeki çalışma disiplini sayesinde başarılı olur.

Kişinin kendi şahsı için hedeflediği ideal, ufka benzer. Karşı dağlara baktığımızda yerle göğün bitiştiğini görürüz. Fakat oraya vardığımızda karşımıza yeni bir ufuk çıkar. İşte, sözgelimi Fen Lisesini hedefleyen bir öğrenci, burayı kazandığında “sınıf birinciliği, okul birinciliği” gibi yeni ufuklarla karşılaşır. Son sınıfta, üniversiteyi kazanmak ufkuna yönelir. İstediği bir fakülteyi kazanınca iş sahasında yeni ufuklar önüne çıkar. Böylece, hayat boyu bir ufuktan bir başka yeni ufka koşuşturma devam eder.

Hedef bir ufuktur, ya varılır, ya varılmaz. Fakat hiç olmazsa o yolun yolcusu olmak gerektir. Karıncaya “nereye gidiyorsun?” diye sormuşlar. “Hacca gidiyorum” demiş. “Bu gidişle mi oraya varacaksın?” dediklerinde, “varamasam da, hiç olmazsa o yolda ölürüm ya!” cevabını vermiş.

Gerçek anlamda başarıda zirveyi yakalayanlar sayıca çok azdır. Ama kitleleri yönlendiren, canlandıran, insanlığa yeni keşifler sunanlar da, işte onlardır. Selahaddin Şimşek’in ifadesiyle, “Büyük cevapları bulanlar, büyük soruları olanlardır. Çınarlar saksılarda yetişmez.”11

Kişi, kendi iç dünyasında “ben her şeyden önce Allah’a iyi bir kul olmalıyım” demeli ve ona göre hareket etmelidir. Zira ister memur ister amir, ister işçi ister patron, ister fakir ister zengin bütün insanlar Allah’ın kuludur. “Allah’a iyi bir kul olmak” herkes için ortak bir idealdir. Bunun dışında “iyi bir bilim adamı”, “iyi bir sanatçı”, “iyi bir politikacı… olmak” tarzındaki idealler kişiden kişiye farklılık arzeder.

Kişi, bu hususi idealinde ülkesinin, hatta insanlığın yararlarını düşünmekle “kâmil bir insan” olur. Mesela, “ben doktor olmak istiyorum. Bu meslekle hayata hizmet edeceğim. İnsanların şifa bulmalarına vesile olacağım. Fakirleri ücretsiz tedavi edeceğim. Mesleğimden kazandığım paranın bir kısmını, muhtaçlara, hayır kurumlarına, vakıflara vereceğim” diyen birisi, tıpta ideali yakalamıştır. Fakat “doktor olup kısa zamanda zengin olacağım” diyen birisi ise, sadece kendi çıkarını düşünen bir zavallıdır.

“Önce kaymakam, sonra vali olacağım. Sonra siyasete atılıp parlamentoda insanımıza hizmet vermeye çalışacağım. Ülkemi cehaletten, geri kalmışlıktan, ihtilaftan kurtarıp en ileri ülkeler seviyesine getireceğim” diyen bir genç takdire şayan bir ideal içindedir. Ama “yüksek makamlara çıkıp insanlara hükmedeceğim. Bana hürmet edecekler” diyen bir genç ise, yanlış bir ideal seçmiştir. Birincisi halka hizmet ederken, ikincisi halkı hizmetkâr yapmayı düşünmektedir.

“Siyasiler mutfaktaki yangını söndüreceklerini vaat ediyorlar. Ama ülkemde daha dehşetli yangınlar var. Edepte, ahlakta, eğitim sisteminde bu millet cayır cayır yanıyor. Ben bir öğretmen olup, bu tür yangınları eğitim yoluyla söndürmeye çalışacağım” diyen bir genç, tebrik edilmesi gereken ideal bir çizgidedir. Fakat sadece maaş endişesiyle öğretmenliği seçen birisi, acınacak bir haldedir.

Pek çok insan, çoğu kere can sıkıntısından şikâyet eder. Can sıkıntısı, yapacak bir şey olmamasının değil, uğrunda yaşanılacak şeyler olmamasının sonucudur. Bir Müslüman için sadece uğrunda yaşanacak değerler değil, aynı zamanda uğrunda ölünecek nice değerler vardır. Kur’an-ı Kerim, bütün ehl-i imana şu ideali ders verir:

Onlarla (kâfirlerle) yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar savaşın!”12

Bu ilahi beyanda ehl-i imana iki hedef gösterilmiştir:

1. Yeryüzünden fitneyi kaldırmak.

2. İslam’ı her tarafa yaymak.

Yeryüzünden fitneyi kaldırmak; genel bir barışı sağlamak ve herkesin huzur içinde yaşayacağı bir ortam meydana getirmektir.

İslam’ı her tarafa yaymak ise, başkalarını zorla Müslüman yapmak anlamına gelmez. Çünkü Kur’an’ın bildirdiği gibi “Dinde zorlama yoktur.”13 Fakat dinde tebliğ vardır. İslamiyet her tarafta tebliğ edilmeli, isteyen herkes hür iradesiyle İslam’ı seçebilmelidir.

İşte, Kur’an’ın gösterdiği bu iki hedef, her Müslümanın ideali olmalıdır. Her Müslüman, bu ideal uğruna hayatını vakfetmeli, “ırklar ötesi dava” için çalışmalı, “Çağlar ötesi mesajı” her tarafa yaymalı, hatta gerekiyorsa bu uğurda canını vermelidir. Unutmayın:

Büyük davalar büyük adamlar ister.

Büyük fetihler Sultan Fatihler ister.

4-Büyüklük

Büyüklenme, ama büyük ol!

Büyüklük ve küçüklük izafi kavramlardır. Mesela, koyun karıncaya göre büyük, file göre küçüktür. “Küçüklerin içinde büyük olmak”tan uzak durmak gerekir.14 Zira böyle bir büyüklük, kuru bir teselliden ibarettir.

Büyük olmak ayrı, büyüklenmek ayrıdır. Gerçekten büyük olanlar büyüklenme ihtiyacı hissetmezler. Küçük olanlar ise, kendilerini olduklarından büyük göstermeye çalışırlar.

Anlatılır ki, dede ile torun kırlara çıkmışlar. Buğday tarlalarının yanından geçerken, torun dedesine sormuş: “Dedeciğim, bazı başaklar dimdik, bazıları ise başlarını eğmişler, acaba neden?” Dede şu cevabı vermiş: “Yavrum, o dimdik olanlar içi boş başaklar. Başını eğenler ise, dolgun başaklardır!”

Meyve ağacı, meyvesi çok olduğunda dalları yere eğilir. Meyvesiz olduğunda ise, dalları diktir.

Meyvesiz insanlar, kavak gibi sivrilmeyi sever. Olgun insanlar ise, tevazu ile hizmet eder.

Pencereden dışarıdaki insanlara bakmak isteyen iki insandan boyu kısa olan uzanarak, boyu uzun olan ise, eğilerek bakar.

İşte, büyüklüğün gereği tevazu ve mahviyettir, yoksa büyüklenmek ve tahakküm değildir.15 Şair ne güzel der:

“O erler ki gönül fezasındalar.

Toprakta sürünme ezasındalar.

Yıldızları tesbih tesbih çeker de,

Namazda arka saf hizasındalar.

……………………………………………

Ne cennet tasası ve ne cehennem.

Sadece Allah’ın rızasındalar.”16

5-Fazilet

Fazilet sahibi olmanın yolu,

benliği aşabilmekten geçer.

Kendi çıkarlarının peşinde koşmak bencillik, başkalarının rahatı için rahatını terk etmek ise fazilettir. Çevremize baktığımızda çoğu insanın kendi dertleriyle meşgul olduğunu görürüz. Hâlbuki insan fıtraten medenidir, yani, sosyal bir varlıktır,17 şahsi hayatını topluma dayanarak devam ettirebilir. Mesela yediği ekmekte, giydiği elbisede yüzlerce, belki binlerce insanın emeği vardır. Bu cihetle her insan topluma karşı manen borçludur. Bu da insanın topluma karşı vazifelerini netice verir. Fakat insandaki kuvvetli hırs ve şiddetli menfaat gibi menfi duygular, bu vazifeyi yapmasına engel olurlar. Bunun sonucu olarak, pek çok insanın toplum içinde problem meydana getirdiklerini görürüz. Bu problemlerin halledilmesi ve o toplumun denge, huzur ve fazilet toplumu haline gelmesi, içlerinden çıkacak kâmil insanlar vasıtasıyla mümkündür.

Bu kâmil insanlar başta peygamberlerdir. Her peygamber engin şefkatiyle, keskin basiretiyle içinde yaşadığı toplumu ıslaha çalışmıştır. Cenab-ı Hak, Hz. Peygamberden bahseden bir ayette şöyle der:

“Andolsun ki, size kendi içinizden bir peygamber geldi. Sizi üzen şeyler onu rahatsız eder. Size son derece düşkündür. Müminlere karşı gayet şefkatli ve merhametlidir.”18

Anne ve baba, çocuklarına karşı nasıl şefkatle yaklaşır, onların dertleriyle dertlenir, sevinçleriyle mesut olursa, Hz. Peygamberin ümmetine karşı durumu işte öyledir. Hatta anne babadan da ileridir. Mesela, insanların imana gelmemeleri onu fevkalade rahatsız etmektedir. Cenab-ı Hak, bunu şöyle bildirir:

“Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendini yiyip bitireceksin.”19

Kur’an-ı Kerimde nice ayet, Rasulullahın fevkalade hassasiyetini anlatmakta, insanların ilgisiz hallerine karşı O’nu teselli etmektedir.20

Peygamberler ve onların yolundan gidenler, rahata değil hizmete taliptir. Onlar yüce dağlara benzer. Dağların tepesi genelde karlarla kaplıdır. Ovalar ve vadiler, dağlardan eriyen kar sularıyla yemyeşil olur.

Hz. Ali şöyle der: “İnsanın kıymeti, himmeti kadardır.”21

Said Nursi, aynı manayı teyiden şöyle der: “Bir adamın kıymeti himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.”22

Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim’i tek başına bir ümmet olarak nazara verir.23 Demek ki himmeti yüksek bir insan, fert olarak bir millete, hatta bir ümmete bedel olabilmektedir.

Hadisin ifadesiyle “âlimler, peygamberlerin varisleridir.”24 Said Nursi, imanından ve şefkatinden gelen ulvi bir fedakârlıkla şöyle der:

“Bana, ‘sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor, O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”

“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de… Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Cemiyetin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun! Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.”25

Bu ifadelerde, şefkat ve hamiyetiyle âlem-i İslamla bütünleşmiş bir ruh haleti kendini hissettirmektedir. Nasıl ki arabasıyla âdeta bütünleşen bir insan, arabasına bir çizik atıldığını gördüğünde âdeta kalbini çizilmiş hisseder. Onun gibi, bütün İslam âlemini kucaklayan engin bir şefkat sahibi biri, âlem-i İslama indirilen darbeleri en önce kendi ruhuna indirilmiş hisseder. Âlem-i İslam mahzunsa hüzünlenir, mutluysa mesut olur.

Millet için, ümmet için yaşayan zatlar, halka hizmet etmeyi makam sahibi olmaya tercih ederler, onlara omuz verip yükseltmeye çalışırlar. Nefsi için çalışanlar ise, başkalarının omuzuna basıp yükseklerde görülmek isterler.

Aslında gerçek mutluluk başkalarını mutlu etmekten geçer. Mesela, kâmil bir zatın aç ve muhtaç insanlara verdiği ziyafetten almış olduğu haz, onların yemekten aldığı hazdan daha fazladır.

Hz. Peygamberin “kavmin efendisi onlara hizmet edendir”26 ifadesi bütün zamanlarda hükmü geçerli evrensel bir kuralı ilan etmektedir.

Bir felaket ve helaket asrı olan zamanımızda, Müslümanların dünyalarının imarı için çalışmak, onlara iş bulmak, yol yapmak tarzında hizmetler de elbette Allah’ın razı olduğu salih amel sınıfına dâhildir; çünkü hadisin ifadesiyle, “insanların hayırlısı onlara faydalı olandır.”27 Fakat onların ebedi saadetleri için çalışmak, elbette daha ileri bir hizmettir. Çünkü birincisi fani bir mutluluğa hizmet ederken, ikincisi ebedi bir saadeti kazandırmaktadır.

İki genç, soğuk bir kış günü karlar üzerinde üniversiteye doğru giderken, biri diğerinin koluna girer ve der: “Yerler kaygan, kol kola girelim ki, birimizin ayağı kayarsa diğeri onu düşmekten kurtarsın.” Ardından şöyle devam eder: “Radyoda televizyonda hava durumu anlatılırken zaman zaman şu anons yapılır: “Yollar karlı ve buzlu olduğundan sürücülerin yavaş seyretmesi, yanlarında zincir, takoz ve çekme halatı bulundurmaları gerekir.” Düşündüm de, bu anonsu manevi hayatımıza şöyle tatbik ettim: Ahir zaman, manen soğuk bir kış mevsimi. Her taraf karlı ve buzlu. Böyle bir zeminde kaymadan ilerlemek âdeta mümkün değil. Onun için zincirle kenetlenmiş gibi cemaat halinde olmalıyız ki, birbirimizi düşmekten kurtaralım. Düşmek üzere olanlara bir takoz koyalım. Düşmüş olanları da halatla çıkaralım.”

Böyle fedakâr insanların sayısının artmasıyla, toplum manen bir gülistana inkılap eder. Kış içinde âdeta yaz mevsimi yaşanır.

Bu insanlar, toplum içinde azınlıkta olurlar. Fakat sayılarının azlığı etkilerinin de az olması demek değildir. Onlar, bir cihetten lotus çiçeğine benzer.

“Bir zambak türü olan küçük lotus, bataklıkta son derece güzel çiçekler açar. Bataklığın pis çamurunu enfes bir kokuya çeviren bu küçük güzel çiçek, iyiliğin fenalığa karşı bir zafer şarkısıdır.”28

6-Gönüllerde saltanat

Menfaat duygusunu aşabilenler,

gönüller üzerinde taht kurarlar.

Asıl saltanat, gönüller üzerinde taht kurmaktır. Gönül sultanlarından Mevlana, bunu şöyle anlatır:

“Ben tahttan inip tabuta binen sultanlardan değilim. Benim manevi saltanat fermanımın üstünde ebedilik damgası mevcuttur.”29

Gelin tanış olalım,

İşi kolay kılalım.

Sevelim sevilelim,

Dünya kimseye kalmaz.”30

diyen Yunus Emre, gönüllerde taht kurmuş büyüklerimizdendir. Kendisi, gönüllerde taht kurmanın önemini şöyle anlatır:

Yunus Emre der hoca.

Gerekse var bin hacca.

Hepisinden iyice.

Bir gönüle girmektir.”31

Gönül sultanları, Allah’ın muhabbetine mazhar olmuş kişilerdir. Hz. Peygamber şöyle bildirir:

“Allah bir kulu sevdiği zaman Cebrail’e ‘Allah filanı seviyor, sen de onu sev!’ der. Cebrail de o insanı sever, sonra gök halkına ‘Allah filanı seviyor; onu siz de sevin!’ diye seslenir. Göktekiler de o kimseyi severler. Sonra da yeryüzündekilerin gönlünde o kimseye karşı bir sevgi uyanır.”32

Bazı insanları daha ilk gördüğümüzde, içimizde onlara karşı bir muhabbet meyli uyandığını görürüz. Bunlar “yüzü nurani, sözü rabbani” olan kâmil insanlardır, Allah’tan temiz olarak aldıkları ruhlarını günah kiriyle kirletmemiş veya kirletmişse istiğfarla temizlemiş kimselerdir.

Böyle üst düzey maneviyat sultanlığı yanında, hemen her insanın muhataplarının gönlünde taht kurması mümkündür. Bu saltanatın vesileleri, bazen çok küçük şeylerdir. Mesela bir tebessüm, mesela bir çiçek, mesela küçük bir ikram…

Bunlar küçük birer vesile olmakla beraber, büyük bir neticeye hizmet ederler: Sizi başkalarına sevdirirler.

Bu hususta şu noktaları nazara almakta fayda vardır:

-Her insan önemlidir. Muhatabınıza bu noktadan yaklaşın. Onu küçük görme küçüklüğüne düşmeyin.

-Her insanın girilebilecek bir kapısı olduğunu unutmayın. Muhatabınızı iyi tanıyın.

İncil’de anlatıldığına göre, bir gün Hz. İsa balıkçılık yapan iki kardeşe uğrar. Onlara şöyle der: “Ardımdan gelin, sizleri insan tutan balıkçılar yapacağım.”33

Şüphesiz bir gönle girmek ve o gönlü fethetmek, olta ile balık avlamaktan çok daha zor bir olaydır. Dolayısıyla siz, muhatabınızın özelliklerini, karakterlerini zevklerini bilerek hareket edin. Unutmayın “oltaya uygun yem takmayanlar balık tutamazlar.”34

-Muhataplarınıza karşı samimi ve dürüst olun, onlara derin bir ilgi gösterin. Onların elini sıkarken, ruhunuzun da onun ruhuyla musafahasını sağlayın.

-İnsanlara karşı mütebessim olun. Hz. Peygamberin tam bir ciddiyetle beraber, insanların en mütebessimi olduğunu hatırlayın.35 Tebessümün de bir sadaka olduğunu unutmayın.36

-İsimleri hatırınızda tutun ve muhataplarınıza ismen hitap edin.

7-Çalışmak

Ter dökmeden başarıya ulaşmak

ancak rüyada gerçekleşir.

Fikir planında en yüce idealleri seçen kimseler, bu idealleri gerçekleştirmek için ciddi bir şekilde çalışmalıdır. Zira çalışmadan başarmak mümkün değildir. Gevşek adımlarla hedefe varılamaz.

2007 OKS Türkiye birincisi olan Fatih Özkan’a başarısının sırrı sorulduğunda şöyle demiş: “Başarı, ter kokar.”

Kur’an-ı Kerim “İnsan için ancak çalıştığı vardır”37 ayetiyle bize mühim bir ders verir. Ayette Müslüman kâfir ayırımı yapılmayıp “insan” denilmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. “Biz Müslümanız, Allah bizi galip eder” deyip, galibiyet için sebeplere yapışmayan Müslümanlar, mağlubiyete mahkûm olurlar.

Anlatılır ki, 1967 Arap – İsrail savaşı devam ederken, Mısırdaki Ezher Üniversitesinde bir genç, âlim bir zat olan hocasına şöyle bir soru yöneltir: “Efendim, biz inanıyoruz ki, Allah mü’minlerle beraberdir, onlara yardım eder. Hatta -Bedirde olduğu gibi- bazan savaşlarda melekler ordusunu imdada gönderir. Bu savaşta niye ilahi yardım görmüyoruz?”

Hocası, yarı şaka yarı ciddi şu nükteli cevabı verir: “Evladım, Allah elbette mü’minlerle beraberdir. Bu savaşta da melekler gönderdi. Fakat melekler geldiklerinde hangi tarafın Müslüman olduğunu ayıramayıp geri döndüler!”

Müslüman, sebepler dünyasında yaşadığının farkında olmalıdır. Batıl yolda olanlar, sebeplere bizden daha iyi yapışırlarsa, galip gelmek onların hakkı olur.

Kur’an-ı Kerim, bu meselede bize şu mühim emri verir:

“Onlar (düşmanlarınız) için gücünüzün yettiğince kuvvet ve savaş atları hazırlayın…”38

Dikkat edilirse, ayette geçen “kuvvet” ifadesi her türlü kuvveti ifade eder bir üslupla beyan edilmiş, bu kuvvete bir sınır getirilmemiştir. “İyi yetişmiş kalifiye eleman, teknoloji, ekonomik güç” gibi hususlar hep “kuvvet” kavramı içinde mütalaa edilebilir.

Ayette geçen “savaş atları”, Kur’anın evrenselliği yönüyle düşünüldüğünde günümüzün tanklarını, savaş uçaklarını ve benzerlerini içine alacak bir şümuldedir.

Hz. Peygamber ayette geçen “kuvvet” ifadesinin mühim bir yönünü, şu te’kitli ifadelerle dile getirir:

“Dikkat edin, kuvvet atmaktır. Dikkat edin, kuvvet atmaktır. Dikkat edin, kuvvet atmaktır.”39

Rasullullah devrinde bu “atmak”; ok, mızrak şeklinde uygulanmaktaydı. Rasullah’ın methine mazhar olmuş Fatih Sultan Mehmet ise, kendi devrinin şartları içinde “şahi topları” döktürerek bu topları Bizans surlarına attı. Hem aşılmaz zannedilen İstanbul surlarını aştı, hem de bir çağı kapayarak yeni bir çağa imza attı.

En ileri teknolojiyi yakalayıp attığını vuracak silahlar üreten, hedefe kilitlenmiş füzeler yapan bazı Batı devletleri, bu ayeti günümüz şartlarında Müslümanlardan daha iyi anlamış görünüyorlar. Zira pek çok Müslüman, birkaç yüzyıldan beri “birbirine laf atmakla” meşguller.

Ayetin emrettiği “kuvvet”, başkalarını ezmek, ortadan kaldırmak için olmayıp, -ayetin devamında belirtildiği gibi-, “onları korkutmak” içindir. Böyle caydırıcı bir kuvveti yakalayan Osmanlı Devleti, savaşa lüzum kalmadan nice problemi rahatlıkla halledebilmiştir.

Günümüzde ise, böyle bir kuvvetten mahrum olan Müslümanlar, dünya nüfusunun beşte birini teşkil etmekle beraber, bu ağırlıklarını ortaya koyamamaktadır. Mesela 1990 lı yıllarda Sırp canavarları masum Bosna – Herseklileri katlederken dünya seyirci kalmış, İslam âlemi de kayda değer bir varlık gösterememiştir.

Keza 1990 da Irak’ın Kuveyt’i ilhakıyla meydana gelen pürüzde İslam ülkeleri ancak tavsiye kararı alabilirlerken, dünyanın diğer ucundan Amerika gelmiş, istediği neticeyi alıp gitmiştir.

O yıllarda liselerimizden birinde şöyle bir olay olur: Sınıfta ders esnasında nasılsa Körfez olaylarından söz açılır. Heyecanlı öğrencilerden biri “Kahrolsun Amerika, Kahrolsun Bush!” diye bağırır.

Dersin hocası, şu manidar mukabelede bulunur:

“Evladım, heyecanını anlıyorum. Zaten ben de “Yaşasın Amerika, yaşasın Bush!” demiyorum. Fakat şunu da bilelim ki, “Kahrolsun Amerika!” demekle Amerika kahrolmaz. Ne zaman biz onlardan daha çok çalışır, daha güçlü hale gelirsek, Amerika işte o zaman kahrolur. Yoksa heyecanımızı yatıştırmak için slogan atmakla yetinirsek, ilerde başka üzücü olaylar yaşandığında bize yine sadece slogan atmak düşer.”

Bu noktada şu İlahî beyanı hatırlamak gerekir:

“Bir kavim kendilerinde olan hali değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez.”40

Ayette belirtilen “Allah onları değiştirmez” hükmü, hem müsbet, hem de menfi cihetten geçerlidir. Yani, iyi bir kavim, kendilerinde olan o iyi hali bozmadıkça Allah onları perişan etmez. Keza, perişan bir kavim kendilerine çeki düzen vermedikçe Allah onları kurtarmaz.

Peygamberler, ellerinde birer sihirli değnekle değil, sebepler dairesinde çalışarak toplumu düzeltmeye gayret göstermişlerdir. En büyük insan olan Hz. Peygamberin savaşlarda zırh giymesi, gerektiğinde hendek kazması, sipere girmesi bunun en güzel misallerindendir.

Maneviyat sultanlarından Mevlana Celaleddin Rumi şöyle der:

“Kuru duayı bırak. Ağaç isteyen tohum eker.”41

Birkaç yüzyıldır maddi manevi çalkantılar içinde olan toplumuz tembelliği terkedip çalışmaya sarılırsa, kısa bir zamanda gelişmiş ülkelerin seviyesini yakalayacak, hatta onları geçecektir. O zaman, kahvehanelerden tüten sigara dumanları, yerini fabrika bacalarından tüten dumana terkedecektir.

Sağ el devamlı çalıştığı için sol elden daha kuvvetlidir. Çalışan toplumlar da, elbette çalışmayanlardan üstün olacaktır.

Bir “huzur toplumu” meydana getirmenin esaslarından biri, o toplumun fertlerinin çalışmasıdır. Zayıf bünyede mikropların kolayca yerleşmesi gibi, işsiz insan her türlü mikroba açıktır. İçki, gayr-i meşru ilişkiler, kumar gibi zararlı alışkanlıklar boş insanlarda daha çok görülmektedir.

“Toplu halde vakit öldürme yerleri” olan kahvehaneler, o toplumdaki tembelliğin bir aynası, bir göstergesidir. Osmanlı toplumunda buraların adı “kıraathane” idi. Yani, “okuma evi.” İnanıyoruz ki, toplumumuz tembellik hastalığından kurtulup kahvehaneleri şimdiki kullanımından kurtaracak, yine oraları birer “okuma evi” haline getirecektir.

8-Risk unsuru

En büyük risk, hiç risk almamaktır.

Dünyanın en yüksek yeri olan Everest Tepesine tırmananlar, sadece tırmanma izni için on bin ile yirmi beş bin dolar arasında değişen ciddi bir bedel öderler. İstatistiklere göre, bu bedeli ödeyenlerin yaklaşık onda biri, zirveye tırmanış esnasında daha ciddi bir bedel öder: Hayatını kaybeder. Bu kadar riske rağmen nice insan yola koyulur, zirveye ulaşma uğraşısı verir.

Başarı yolunda ilerleyen birisi, zaman zaman bazı riskleri göğüslemek zorundadır. Hiç riske katlanmadan başarı ülkesine kolayca varıvermek mümkün değildir. Riske girmeyen ilerleyemez. Kaplumbağa bile, ilerlemek için boynunu dışarı çıkarmak zorundadır. İhtiyatlı olmak iyidir, ama bu risk almamak anlamına gelmez.

Savaş gibi durumlar, hayatî risk taşır. Ama unutmamak gerekir ki, kahramanlar böyle zor günlerde ortaya çıkar!

Risk almak, halk deyimiyle “delicesine cesaret” anlamında anlaşılmamalıdır. Her arabaya veya uçağa binildiğinde kaza ihtimali de vardır, ama bu “arabaya ve uçağa binmeyin” anlamına gelmez. Kişi, yapmayı planladığı işi enine boyuna hesaplamalı, ehil olan kimselere danışmalı ve sonunda kanaati gelmişse yapmaktan geri durmamalıdır.

Yüzmek istiyorsanız suya girmelisiniz, kumsalda öğrenemezsiniz. Dağın zirvesine varmayı hedeflemişseniz yola koyulmalısınız. Gerçi, tırmanırken düşme riskiniz de vardır. Ama bu riski göze alamayanlar zirveye ulaşamazlar, dağın eteklerinde gezinmeye mahkûm olurlar.

Shakespeare’in “to be, or not to be. That is the question!” (Olmak ya da olmamak işte bütün mesele!) dediği gibi, şu hayat sahnesinde ya riski göze alıp zirvelere çıkacaksınız, ya da monoton bir hayatla kendi halinizde şu dünyadan göçüp gideceksiniz. Unutmayın:

“Bazen her şeyi elde etmek için, her şeyi kaybetmeyi göze almak gerekir. Endülüs, gemilerini yakanlarındır.”42

9-Okumak

“Beşikten mezara ilim talep edin.”

Hz. Muhammed (asm.)

İlk emri “Oku!”43 olan yüce bir dinin mensubuyuz. “İlim Çinde de olsa talep ediniz”44 diyen bir peygamberin ümmetiyiz. “Oku” emrini yerine getiren ecdadımız kendi devirlerinde ilimde, teknolojide zirvelere çıkarken, onların torunları olan bizlerin aynı emri tam anlamıyla yerine getirdiği söylenemez. Öyle görülüyor ki, günümüzde Batı ülkeleri bizden daha çok okumakta, araştırma yapmaktadırlar.

Kültür Bakanlığında görev yapan bir zattan dinlemiştim: “Üç arkadaş kütüphanelerle ilgili araştırmalar yapmak üzere İngiltere’ye gönderilmiştik. Londra’da şehir içi otobüsünde gördük ki, üçümüz dışında herkes ya kitap, ya dergi veya gazete okuyor. Biz ise etrafı seyirle meşgulüz.”

Komünizmi devlet sistemi olarak ilk uygulayan Lenin, -denildiğine göre- yetişme dönemlerinde günde on yedi saat kitap okur. Lenin, mevcut kapasitesini menfi yönde kullanmış, komünizmi insanlığın başına bela etmiştir. Onun menfi yönde kullandığı okuma kapasitesini müsbet yönde kullanan zatlar, insanlığa hizmet edeceklerdir.

“Şimdi oku! Kabirde okuyamazsın!”45 vecizesi, mühim bir gerçeği dile getirir. Sistemli bir okuyuş, insana çok şeyler kazandıracaktır. Okurken şu esaslara dikkat edilmesi, okumaktan istifadeyi artıracaktır:

-Dış dünyadan kendinizi tecrit ederek okuyun. Tam bir odaklanma ile kitaba yönelin, külliyetle dalın. Kelimelerle anlatılan hususları, hayal gücünüzü de devreye sokarak görmeye çalışın.

-Okuduğunuz kitaptan notlar alın. Kitap eğer kendinize aitse, mühim yerlerin altını çizin veya işaretler bırakın. İlerde aynı kitabı tekrar okumaya belki vakit bulamayabilirsiniz ama bu notları gözden geçirmek veya işaretli yerlere bakmak çok vaktinizi almayacaktır.

-Yapılan araştırmalar, öğrenilen bilgilerin yaklaşık % 70-80’inin diğer gün hatırlanmadığını göstermiştir. Ancak, öğrendiklerini aynı gün tekrar edenler, bu bilgilerin hiç olmazsa yarısını hatırlayabilmektedir. Öğrenilenlerin hafızada yerleşebilmesi için günlük, haftalık, aylık ve altı aylık tekrarlar tavsiye edilir. Ayrıca, okunanların, öğrenilenlerin başkalarıyla paylaşılması, bunların hafızada sağlam bir şekilde yerleşmesini sağlayacaktır. Bilgiyi başkalarıyla paylaşmanın peşin bir mükâfatı bunları unutmamak; paylaşmamanın peşin bir cezası ise unutmaktır.

Not: Maddenin katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç hali olduğu gibi, mananın da üç hali vardır. Bilgiyi çok net hatırlayabiliyorsak, bu onun katı halidir. Tam net hatırlamıyorsak, bu onun sıvı halidir. Öğrenmiş ama unutmuşsak, bu onun gaz yani buharlaşmış halidir. İşin ideali, gayet net çizgilerle bilgiyi hatırda tutabilmektir. Bunun da yolu sistematik tekrardan ve bunu başkalarıyla paylaşmaktan geçer.

-Okuduğunuz kitaplardaki veciz cümleleri aynen ezberleyin. Böyle ifadeler, gecenin karanlığında parlayan yıldızlar gibi hemen farkedilirler. Bunlar, sizin yerli malı cümlelerinize de kalite kazandıracaktır.

-Kendi sahanızdaki yayın dünyasını takip edin.

-Edebî kıymeti olan eserlerden her gün bir miktar sesli olarak okuyun. Bu tarz okuyuş, telaffuzunuzu güzelleştirecek, konuşma kabiliyetinizi geliştirecektir.

-Bazı eserleri bir defa değil, müteaddit defalar okuyun. Bir insanı tanımak için tek görüşme yetmez. Böyle kitaplar da insanlar gibidirler, ilk okuyuşta az şey verirler.

-Okuduğunuz kitaplardaki engin manalarla hemhal olun. Öyle ki, o manalar yolda giderken, yemek yerken, istirahat ederken de sizi meşgul etsin. Böyle bir hal, o manaların size mal olmasını sağlayacaktır. Yemekte hazım mühim olduğu gibi, ilimde de mühimdir. Ne kadar yenildiği değil, ne kadar hazmedildiği önemlidir. Çok kitap okuyan nice insan, okuduğunu hazmedemediğinden, okuduklarına yabancı kalır. Okuduklarıyla okuma sonrasında da zihnen ve hayalen meşgul olanlar ise, o manaları hayatlarına yansıtırlar. Kur’an-ı Kerim, “ilimde kökleşenler”46 ifadesiyle ilimde bu farklı boyuta dikkat çeker.

-Manaya âşık olun, bir “mana avcısı” olarak yaşayın. Kitap ormanlarında mana ceylanları gezer. Onları avlamanın en mühim bir şartı “dikkattir.” Dikkatini toplayamayanlar, o ceylanları avlayamazlar.

-Yemeklerde tercih yaptığınız gibi, kitaplarda da tercih yapın. Zihninizin, kalbinizin, hayalinizin en güzel manalara layık olduğunu unutmayın. Rastgele fikirlerin oralara girmesine ve yerleşmesine fırsat vermeyin.

-Bataklığın bataklık olduğunu anlamanız için mutlaka o bataklığa girmeniz gerekmez. Onun gibi, batılın batıl olduğunu anlamak için batılı anlatan kitapları okuma zorunluluğunuz yoktur, karşıdan bakmanız yeterlidir. Karanlığa karşı en tesirli mücadelenin ışıkla yapıldığını unutmayın.

J.J. Russo, felsefecileri pazar yerindeki satıcılara benzetir. Her biri “en iyi mallar bende” diye bağırmakta, müşterileri kendine çağırmaktadır.47 Pazar yerindeki malları alırken seçici olmak lüzumu gibi, kitapları alırken de seçici olun.

-Kâinat kitabının manalarını bize ders veren ve vazifelerimizi bildiren Kur’an-ı Kerimi her gün okuyun, ayrıca tefsirlerden onun manalarını, sırlarını öğrenin. Kur’an-ı Kerim meâlle anlaşılmaz, ama meâlsiz de anlaşılmaz. Onun meâli, denizin dış yüzeyine, tefsiri ise aynı denizin derinliğine benzer. Denizin sathında sadece mavilik ve dalgalanmalar görülür. Derinliğinde ise sayısını bilemediğimiz canlılar, nice kıymettar mücevherler gizlidir.

-Büyüklerin hayat hikâyelerini anlatan eserlerden okumayı ihmal etmeyin. Tarihin ibret dolu sayfalarını çevirin. Başta Hz. Peygamberin hayatı olmak üzere, peygamberler tarihini okuyun. Ayrıca sahabenin o ibret dolu hayatlarını öğrenin. İnsanlık tarihini gözden geçirin. Şanlı ecdadımızın icraatlarını tanıyın. Unutmayın: Geleceğin çiçekleri, geçmişin kökleriyle beslenir. Tarihimiz, hatta topyekûn insanlık tarihi bizlerin kökleri mesabesindedir.

-Günümüz fen ve ilimlerinden nasibinizi unutmayın. Din ilimleriyle fen bilimlerini mezcedip, hakikate ulaşın, teknolojik sırlara açılın, ilimlerden Allah’a yükselen miracı yakalayın.

-Kitapların satır aralarında aktif bir şekilde seyahat etmeyi, pasif bir şekilde TV ve video izlemeye tercih edin. TV ve video seyretmeyi, -ömrünüz varsa- hayatınızın yaşlılık dönemine bırakın. Zira günde 3-4 saatini TV karşısında geçiren bir kimsenin ilimde ve fende ilerlemesi beklenemez. Gerçi bu seyirle biraz “genel kültürü” artar. Fakat o genel kültür ise, pratikte ona fazla bir şey kazandırmaz. Hele hele “genel kültür” adı altında magazin programlarına takılmışsa, incir çekirdeğini doldurmayacak lüzumsuz bilgilerle vakit öldürür.

10-Dikkat

Mana avını yakalayabilmek ince bir dikkat ister.

Her başarılı insanın mühim bir vasfı dikkattir. Avcının bütün dikkatiyle avını gözetlemesi gibi, böyle insanlar da bütün dikkatleriyle hedeflerinin takipçisidir. Mesela, bir şairin dünyasında hep kelimeler vardır. Bir müzisyenin dünyası hep notalardan örülüdür. Mesleğinde fani olmuş bir matematikçinin hayalinde hep x’ler, y’ler dolaşır. Bir heykeltıraş, yolda yürürken de hayalen yontmakla meşguldür. Bir hatip, yemek yerken bile zihnen hitap etmektedir.

Başarıyı yakalamak için sekiz saatlik mesai yetmez. Sahalarında zirveye çıkmış zatlar, sekiz saati on altıya, hatta yirmi dörde çıkarabilmişlerdir. Yani, daldıkları konu onları hem yolda, hem yemekte, hem rüyada meşgul etmiştir.

Hedefe giden yolda dikkatin büyük ehemmiyeti vardır. Aynı kabiliyet ve kapasitedeki iki kişiden biri, dikkatini bir noktada toplamak suretiyle diğerini fersah fersah geçebilir.

İlimde, fende, sanatta insanlığa yeni keşifler sunmuş “mülhem keşşaflar”, dikkatlerini ilgi alanlarında odaklayabilmiş kimselerdir. “Gerçi her arayan bulamaz, ama bulanlar arayanlardır” denir. Böyle zatlar, daima bir arayış içinde olduklarından bazı şeyleri bulabilmişlerdir. Mesela Pastör, evlenme töreni esnasında ortalıkta görülmez. Ararlar, sonunda laboratuvarda bulurlar. Bütün dikkatini araştırdığı konulara teksif eden bu bilim adamı, tıb alanında nice ilmî keşfe imza atmıştır.

Arşimet’in zihnen meşgul olduğu bir problem vardı. Bir gün suda yıkanırken hafiflediği hisseder ve buradan “suyun kaldırma kuvvetini” bulur. Gerçi, insanın suda hafiflediğini hemen herkes hisseder. Fakat bunu kanun olarak ifade etmek Arşimet’e nasip olmuştur. Çünkü onun zihnini meşgul eden problem vardır ve o problemin çözümü böyle bir kanunu bulmakla olacaktır.

Benzeri bir durum Newton’da görülür. Bir gün ağaç altında tefekkür ederken, başına elmanın düşmesiyle zihninde şimşekler çakar. O anın ilhamıyla meşhur “çekim kanununu” keşfeder. Gerçi, o güne kadar nice insanın başına ağaçtan meyve düşmüştür. Fakat onların böyle bir alt yapısı olmadığından bunu bir kanun olarak ifade edememişlerdir. Newton ise, belli bir altyapı ile o olaydan istifade etmiştir.

Aklın iki türlü seyri vardır:

1. Fikir.

2. Hads.

Fikir, aklın tedrici seyridir. Bu yol ile akıl, adım adım hedefine yaklaşır ve onu yakalar.48 Hads ise, aklın şimşek gibi sürat-i intikalidir.49 Gecenin karanlığında çakan şimşek, birden ortalığı aydınlatır. Onun gibi, akıl dahi karanlıkta yol almaya çalışırken birden hads şimşeği ile o ana kadar göremediğini görür. Yüzlerce, hatta binlerce deneyle ulaşamadığı sonuca bir anda ulaşıverir.

Hads, fikre terettüp eden bir neticedir. Nasıl ki güneş ışınları bir mercek vasıtasıyla bir kâğıt parçasına tutulduğunda, önce bir şey olmaz. Fakat belli bir noktadan sonra kâğıt birden alev alır.50 Onun gibi, bir şeyin peşinde olan akıl, fikir yürüterek ona ulaşmaya çalışırken, birden bir hads parıltısı meseleyi halleder.

Sisli bir denizde gemiyle yol alan zatlar, o yoğun sis içinde etraflarını göremezler. Fakat bazen bir rüzgâr eser, o sis bulutunu dağıtır. O zaman, hem önlerindeki kayaları, hem ilerdeki kıyıları rahatlıkla görürler. Böylece kayalardan aşarlar, kıyılardan geçerler. Yeni ufuklara doğru yollarına devam ederler.

Gerçeklerin sis perdesiyle kaplı olduğu hayat denizinde yol alan insanlara, zaman zaman bir ilham rüzgârı eser. Gerçekleri arayan zatlar, böyle bir esinti esnasında uyanık iseler, kendilerine göre uykuda olanların göremediklerini görüp insanlığa bir keşif, bir buluş olarak takdim ederler.

11-Bakış

Bakmak ayrı, görmek ayrıdır. İsabetli bir bakış melekesi kazanmayanlar, gerçekleri göremezler. Kur’an-ı Kerim, “onları sana bakar görürsün, hâlbuki onlar görmezler”51 ayetiyle bakmak ve görmenin aynı olmadığına dikkat çeker.

Asıl önemli olan neye baktığımız değil, nasıl baktığımızdır. Mesela, hem mü’min hem de kâfir aynı âlemde yaşar, aynı şeylere bakarlar. Fakat netice çok farklıdır. Mü’min, bütün âlemi ve içindekileri Allah’a bir alamet olarak görürken, kâfir aynı şeyleri “tabiat eseri” olarak değerlendirir. Kur’anın şu ayeti bu gerçeği gayet veciz bir şekilde ilan eder:

“Göklerde ve yerde nice ayetler (ibretler, harikalar…) vardır ki, bazı insanlar bunlara uğrar, yüz çevirip geçerler.”52

Mahkûm, sadece demir parmaklıklar arkasındakiler değildir. Gerçek mahkûm, zahirin hapishanesinde maddeye takılıp kalan kişilerdir.

Pek çok insan zahire (dış görünüşe) müpteladır, “Onlar dünya hayatından bir zahir bilirler”53 ayeti bu gerçeği bildirir. Dış görünüşe aldanan bir bakış, gerçeği göremez. Mesela, görünüşte yağmur buluttan, meyve ağaçtan, çocuk anne-babadandır. Gerçekte ise, Allah bu neticeleri o sebeplerle göndermektedir. Yoksa çocuğunun resmini çizmekten aciz bir anne, her hücresiyle, her azasıyla bir kudret harikası olan o çocuğu nasıl yapsın? Şuursuz ağaç, o güzelim meyveleri nasıl meydana getirsin? Cansız bulut, yeryüzünde hayatın devamına vesile olan o yağmur damlalarını muhtaç yerlere nasıl göndersin?

Pencereye bakmakla pencereden bakmak aynı şey değildir. Pencereye bakanlar lekeleri görürler. Pencereden bakanlar ise, güzellikleri seyrederler.

İki adam hapishane penceresinden dışarıya bakar. Biri çamuru görür, diğeri yıldızları.54 Hapse düşen iki masum mahkûmdan biri, haksız yere hapse atılmanın ızdırabıyla yanar tutuşurken, diğeri “beşer zulmeder, kader adalet eder” diyerek vaktini değerlendirir. Hapishaneyi “medrese-i Yusufiye” olarak görür, mahkûmları iç âlemlerinde hürriyete kavuşturacak irşatlarda bulunur.

Anlatılır ki, Hz. İsa ve havarileri bir köpek leşinin yanından geçerlerken, havariler köpeğin pis kokusundan, tüylerinin bozulması gibi kötü görünümlerinden söz etmişler. Hz. İsa, şu ifadesiyle onların gözünden kaçan noktaya dikkat çekmiş: “Bakın, ne beyaz dişleri var!”

İstanbul’a ilk defa giden biri, yolda birine adres sorar. İçki müptelası olan muhatabı, bir takım kumarhaneler ve meyhanelerle o adresi tarif eder. Bu tarife göre bulamayan adam, bir başkasına aynı adresi sorar. Dindar bir zat olan muhatabı, mescitlerle ve camilerle adresi anlatır.

Yarısı dolu bir bardak iki kişiye gösterilip ne gördükleri sorulmuş. Biri “yarısı boş bir bardak görüyorum” derken, diğeri “yarısı dolu bir bardak görüyorum” demiş.

Bir profesör, tahtaya beyaz bir kâğıt yapıştırıp ortasına siyah bir nokta koymuş. Ardından öğrencilerine “ne görüyorsunuz?” demiş. Hepsi “siyah bir nokta” gördüklerini söylemiş. Profesör şu anlamlı değerlendirmeyi yapmış: “Hayret, hiçbiriniz koskoca beyaz kâğıdı göremedi!”

Bu iki misal gibi, aynı dünyada yaşayan insanlar olarak, âleme ve olaylara bakışımız farklılık arz etmektedir. İşte, toplum bir cihette “yarısı boş bardaktır” veya “siyah bir noktadır.” Ama diğer cihetle, “yarısı dolu bir bardaktır”, “o siyah noktayı kuşatan beyaz kâğıttır.” Dolayısıyla, aynı toplumu hem bir rezalet toplumu, hem de bir fazilet toplumu olarak takdim etmek mümkündür. Devamlı menfi yönleriyle takdim ettiğimizde, muhataplarımızı ümitsizliğe sevketmiş, onların şevk ve heyecanlarını söndürmüş oluruz.

Toplumun manevi dinamikleri olan mürşitlerin, eğitimcilerin bu noktayı gözden uzak tutmamaları gerekir. Gerçi onlar kendi âlemlerinde bardağın yarısının boş olduğunun farkındadırlar, siyah noktadan gafil değillerdir. Yani, tozpembe bir dünyada olmadıklarının idraki içindedirler. Fakat muhataplarına şefkaten müsbet cihetleri nazara verirler, yara açmadan irşat ederler.

12-Zaman

İnsan, ya zamana hükmeder,

ya da onun mahkûmu olur.

İnsan değişken bir varlıktır. O, bir zamanlar ana rahminde bir tek hücre idi. Dokuz ay boyunca bir tavırdan başka bir tavra, bir halden başka bir hale çevrile çevrile sevimli bir bebek olarak dünyaya gözlerini açtı. Hayat yolculuğunda ise çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık gibi dönemlerden geçecek, hem fizyolojik hem de psikolojik olarak durmadan değişecektir.

İnsan değişken olduğu gibi üzerinde yaşadığı âlem de değişkendir. Dünkü kurtçuk bugün bir kelebek olur uçar, dünkü çekirdek koca bir ağaç olur meyveler sunar. Yerin altı depremlerle sarsılır, yerin üstü mevsim be-mevsim tazelenir. Gökyüzü her gün bulutlarla dolar boşalır. Sema ülkesi bazı yıldızların ölümüne, bazılarının da doğumuna sahne olur…

Kendisi bedenen sürekli değişen ve değişken bir âlemde yaşayan insanın, değişime ayak uydurması gerekirken, bazı insanların gelişmemekte ve değişmemekte âdeta direndikleri görülür. Sözgelimi, yirmi yıl önceki ders notlarıyla ders anlatan bir öğretmen, bilgisayar yerine daktiloda yazılarını yazan bir araştırmacı, tarlasını öküzle süren bir çiftçi… çağın gerisinde kalmaya mahkumdur. Zira hızla akan değişim ve gelişim süreci ayak uyduranları yükseltecek, yerinde sayanları ise geride bırakacaktır.

Bize verilen ömür sermayesi, değerlendirmemiz içindir. Bunun için de zamanın ne olduğunu iyi bilmemiz gerekir. Necip Fazıl, zaman hakkında şöyle der:

“Nedir zaman nedir, bir su mu, bir kuş mu?

Nedir zaman nedir, iniş mi, yokuş mu?”55

Zaman bir su gibi akıp gider. Bir kuş gibi elimizden uçuverir. Yaşlılar ömrün sonbaharındadır. Çocuklar ve gençler ise, ihtiyarlığa doğru tırmanıştadır.

Cüneyd-i Bağdadi, elindeki buzu eritmeden satabilmek için telaşla “sermayesi tükenen adama yardım edin” diyen bir buz satıcısını görünce düşer, bayılır. Ayıldığında sebebini şöyle açıklar: “Eriyen buz değil, ömrümdü.”

Dostoyevski, aynı manaya şöyle vurgu yapar:

“Yeniden dünyaya gelseydim, saniyelerin nabzını tutardım.”

Cenab-ı Hak, asr suresinde zamana yemin ederek insanın zararda olduğunu bildirir. Bu zarardan kurtuluşun reçetesi olarak da şu dört hususa dikkat çeker:

1. İman.

2. Salih amel.

3. Birbirine hakkı tavsiye.

4. Birbirine sabrı tavsiye.

Bu dört özelliği kendinde taşıyanlar, zarardan kurtulmuş kimselerdir.

İnsan, zamana ya hâkimdir veya mahkûmdur. Her gün bize verilen yirmi dört saatlik zaman dilimi, gerçekte yirmi dört altından daha değerlidir. “Vakit nakittir” sözü, vaktin kıymetini nazara verir. Gerçekte ise, vakit nakitten daha değerlidir. Zira para ile zamanı satın alabilmek mümkün değildir. Zamanın çarkları hep ileriye doğru döner, bir saniye bile geriye çevrilmez.

Hayatta muvaffak olmuş insanlar, zaman tanzimi yapmış kişilerdir. Bir Müslümanın zaman tanziminde namaz vakitlerinin büyük bir önemi vardır. Zaman tanzimiyle ilgili şu hususları nazara vermek istiyoruz:

-Sabah namazına kalkmak başkalarına nisbetle güne daha erken başlamak demektir. Sabah namazının çıkış vaktinden sonra yaklaşık bir saatlik zaman diliminde uyumak dinen mekruh sayılmıştır.

-Gece aralıksız 6-7 saat uyumak yerine, uykunun yarım saatini gündüze almak tavsiye edilir. Kuşluk vaktinden öğleden biraz sonraya kadar olan vakitte yarım saat uyumak, gecenin iki saat uykusuna bedel bir dinçlik kazandırır.

-Hz. Peygambere gece teheccüd namazı farz kılınmıştır.56 Bu namaz, ümmet için sünnettir. Gecenin özellikle üçte ikisinden sonra kalkıp iki rekât namaz kılmak, biraz Kur’an ve evrad okumak, dua etmek o kişinin manevi hayatında mühim inkılaplar yapacak bir tesire haizdir.

-İkindiden sonra yatmak dinen mekruhtur. O vakitte yatan insanlar, tecrübî olarak gördükleri gibi, bu uyku dinlendirici değildir, ayrıca vücutta bir sersemliğe de sebebiyet vermektedir. Bu cihetle, ömrün noksanlığına sebep olmakla beraber, her insanın hayatının maddi ve manevi neticesi çoğu kere ikindiden sonra kendini gösterdiğinden, o vakti uyku ile geçirmek o neticeyi görmemek hükmüne geçmekte ve o insan güya o günü yaşamamış gibi olmaktadır.57

-Belli zaman aralıklarında belli hedeflere varmaya çalışmak, tecrübe edilmiş faydalı bir metottur. Mesela, elinize aldığınız yüz sayfalık kitabı “bu kitabı bugün bitireceğim” dediğinizde biiznillah bitirirsiniz. Fakat o kitap için belli bir zaman tanzimi yapmamışsanız, bitmesi haftalar, hatta aylar alabilir.

Keza, on iki ciltlik bir eseri, her ay bir cildini okumak suretiyle bir yılda rahatlıkla bitirebilirsiniz.

-Lüzumsuz sohbetlerden kaçınmak, zaman tanziminde mühim bir esastır, “İnsanlardan kimisi de lehve’l-hadise (boş söze) müşteri olurlar…”58 ayeti bu hususa dikkat çekmektedir. Güya bir söz pazarı kurulmuş, bir kısım insanlar kaliteli sözlere müşteri olurlarken, ayette bildirilen kişiler boş sözleri satın almışlardır.

-Önceden planlanmış vakti belli toplantılar, belirtilen vakitte gerçekleşmelidir. Pek çok resmi toplantının bile yarım saat, hatta bir saat gecikmeli yapılması, bu hususta önümüzde hayli mesafe olduğunu göstermektedir.

-Her gece, o günün genel bir muhasebesi yapılmalıdır. “Ölmeden evvel ölün”,59 “hesaba çekilmezden evvel kendinizi hesaba çekin!” gibi hatırlatmalar bize bunu emreder. Hz. Ömerin her gece “bugün Allah için ne yaptın?” diyerek kendini hesaba çekmesi, bu düsturun güzel bir uygulamasıdır.

-Meşguliyet değiştirerek dinlenmek bize zamandan tasarruf sağlar. Sözgelimi, okumaktan yorulan biri, bir dostuna mektup yazarak dinlenebilir. Bedenen yorulan birisi, kitap okuyarak dinlenebilir. Kur’an-ı Kerim, “bir işi bitirdiğinde başka bir işe başla ve yorul!”60 emriyle bize bu mühim gerçeği ders verir. Yani, Kur’an “işini bitirince dinlen” demez, bilakis yeni bir işi emreder.

Victor Hügo, “yoruldun, dinlen” diyenlere şu cevabı verirmiş: “Dinlenmek için önümde bir ebediyet var.” Siz de böyle düşünün ve gerçek istirahati kabre bırakın!

13-Fırsatlar

Fırsatlar, hazır olanlara gelir.

Hayat, bize verilen en büyük nimetlerdendir. Ne kadar süreceğini bilmediğimiz hayat yolu fırsatlarla doludur. Bu fırsatları değerlendirenler, ileri hamlede başarılı olurlar, sahalarında ilerlerler.

Zaman zaman gaybtan bir “fırsat treni” istasyonunuza uğrar. Fakat siz gaflet uykusunda iseniz, yükünü boşaltmadan geçer gider. Bu fırsat treninin bazan tekrar geldiği olur. Fakat “tarihi fırsat trenleri” kaçırılınca, sizin istasyonunuza bir daha uğramayabilir. Size düşen görev, yeni fırsat trenlerini kaçırmamak olacaktır.

“Vazife, içinde bulunduğumuz an’ın bizden istediğini yapmaktır.”61 İçinde bulunduğumuz an ise, bizden farklı konumlarda farklı şeyler ister. Bu, bazen tatlı bir tebessüm, bazen tam bir ciddiyet, bazen hazin bir ağlayış, bazen sert bir haykırış… olabilir.

Anlatılır ki, eski zamanda gece vakti istirahate çekilen bir kervanın yolcuları, sabah uyandıklarında eşyalarının çalındığını görürler. Hemen nöbetçinin yakasına yapışıp “Sen de mi uyudun? Niye haber vermedin?” diyerek sorgulamaya başlarlar. Nöbetçi, “gerçi der, uyanıktım, fakat korktum. Ama isterseniz şimdi bağırabilirim.”

İşte, o anın gereği olarak sert bir haykırış yapması gereken bu zavallı, sonradan istediği kadar haykırsa da giden malları geri getiremeyecektir. Zira bir şey yerinde ve zamanında yapılırsa kıymetli olur.

İşini yarına bırakanlar helak olmuştur. “Ya şimdi, ya asla!” deyip fırsatlar değerlendirilmelidir.

Kıyametin isimlerinden biri “yevm-i hasret: pişmanlık günü”62, bir başkası da “yevm-i teğabün: aldanma günüdür.”63 Hz. Peygamberin ifadesiyle, “ölen herkes pişman olacaktır. Kötülük yapanlar kötülüklerinden dolayı, iyilik yapanlar da daha fazla yapmadıkları için.”64

Ölen insanlar, “neden fırsatları değerlendirmedik?” diye pişmanlıklarından ellerini dizlerine vurmak isterler. Fakat artık ortada ne el kalmıştır, ne de diz…

Cehennemdekiler, belki de cehennem ateşinden ziyade pişmanlık ateşiyle yanıp tutuşacaklar. “Ya Rabbi, bizi buradan çıkar. Eğer tekrar kötülüğe dönersek gerçekten zalimlerdeniz”65 “Ya Rabbena, bizi dünyaya gönder, salih amel işleyelim”66 diyecekler, canhıraşane feryat edecekler. Fakat bu feryatlar onları geriye döndürmeyecektir.

İnsan yaşadığı müddetçe, “imtihanda başarısız olmak, işten atılmak, iflas etmek” gibi nice nahoş şeyle karşılaşır. Kur’an-ı Kerim, “hoşlanmadığınız bir şey hakkınızda hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz”67 diyerek bu gibi durumlarda gizli olan hikmet boyutuna dikkat çeker.

Hayatta bize sunulan fırsatlar, bazan da aleyhimize görülen şeylerde gizlidir. Şartlar limon gibi ekşi olabilir. Fakat biz, su ve şeker ilavesiyle o limonu limonata yapabiliriz. “Kader, limonu limonata yapın diye verir.”68 Ayrıca “önünüze gelenlerle yetinmek zorunda değilsiniz.”69

Sesiniz ilahi söylemeye müsait değilse üzülmeyin. Sözgelimi iyi bir âlim veya başarılı bir iş adamı olabilirsiniz. Hasta olduğunuzda, tedaviye çalışmakla beraber, aynı zamanda bunu Allah’a samimi bir ilticaya vesile yapabilirsiniz. Fakir bir ailenin çocuğu iseniz, vaktinizi değerlendirerek emsalinizden öne geçebilirsiniz.

Hz. Peygamberin şu hadisi, mü’minin her fırsatı değerlendirmesini nazara verir: “Mü’minin hali ne güzeldir. Eğer bir nimete mazhar olsa şükreder, sevap kazanır. Bir musibete uğrasa sabreder, yine sevap kazanır.”70

Başarılı insanların hayatları incelendiğinde, bunların genelde zor şartlar altında başarıyı yakaladıkları görülür. Mesela, salgın bir hastalık, bir Tıp bilginini nice yeni ilaçları keşfe sevkeder. Esir bir toplum, içlerinden birini “hürriyet kahramanı” yapar.

Bir bedevî şaire sormuşlar: “Şiirleriniz içinde en et­kili olanlar mersiyeleriniz. Acaba bunun sırrı nedir?”

Şair şu an­lamlı cevabı vermiş: “Biz onları ciğerimiz yana yana, içi­miz kavrula kav­rula söylüyoruz.”

“Fikir, çoğu kere çilenin çocuğudur”71 denir. Çile çekmeyenler fikirde inceliği yakalayamazlar, kalplere ve gönüllere nüfuz eden sihirli kelimeleri bulamazlar. Zira hissetmeyen söyleyemez. Evladının acısıyla içi yanan bir şairin söylediği mersiyedeki tesir, o acıyı bizzat yaşamasında gizlidir. Esaretin veya dışa bağımlılığın acısını yaşamamış biri, “hürriyet şairi” olamaz.

14-Keşke

Öyle bir hayat yaşayın ki,

geriye dönüp baktığınızda

keşke” diyeceğiniz durumlar olmasın.

“Keşke” kelimesi, kaybolan ümitlerin tercümanıdır. Bu kelime, şuurlu bir mü’mine asla yakışmaz. Zira gerçek bir mü’min, “keşke şöyle yapsaydım, keşke böyle yapsaydım” dedirtecek fiilleri zaten işlemez. Şayet, beşeriyet hasebiyle nefis ve şeytana uyup böyle bir fiil işlemişse, “keşke” demek yerine “affet ya Rabbi” der, Allah’a sığınır.

Kur’an-ı Kerimde geçen “keşke” ifadelerine baktığımızda, on dört “keşke” ifadesinden on ikisinin kâfirlere ait olduğunu görürüz. İşte bunlardan bazıları:

“Sen onları (kâfirleri) cehennem ateşinin başına durdurulup ta ‘keşke geri döndürülsek de, Rabbimizin ayetlerini inkâr etmesek, mü’minlerden olsak’ derlerken bir görsen!”72

“(O kâfirler) o gün yüzleri ateşte çevrilirken ‘keşke derler Allaha itaat etseydik, peygambere itaat etseydik. Ya Rabbena, derler. Doğrusu bizler beylerimize, büyüklerimize itaat ettik, onlar da bizi yoldan çıkardılar. Ya Rabbena, onların azabını kat kat ver ve onları büyük bir lanet ile lanetle.”73

“O gün zalim ellerini ısıracak, eyvah diyecek. Keşke peygamberin maiyetinde bir yol tutaydım. Eyvah, keşke falanı dost tutmayaydım. Vallahi o, bana gelmiş iken zikirden (öğütten) beni saptırdı.”74

“Ama amel defteri solundan verilen şöyle der: Eyvah, keşke amel defterim bana verilmeseydi ve hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Keşke, ölümle her şey bitseydi. Malım bana bir fayda vermedi. Saltanatım yok oldu gitti…”75

İlerde “keşke” dememenin yolu, hayatı iyi değerlendirmekten geçer. Gerçi sıfır hatalı bir hayat mümkün değildir, ama en az hata ile hayat noktalanabilir. Dale Carnegie, bu konuda şu ölçülere dikkat çeker:

“Dökülen süte ağlamanın bir faydası yoktur. Yapacağınız şey, bundan sonra dökmemektir.”

“Batan güneş için ağlamayın. Yeniden doğduğunda ne yapacağınıza karar verin!”76

15-Küçük şeyler

Hayatta hiçbir şey ihmale gelmez.

Başarıda büyük neticelere ulaşmak için küçük ayrıntılara riayet etmek gerekir. Mesela, okyanusta yol alan bir gemi, küçük bir ihmalle buz dağına çarpıp sulara gömülebilir. Otobanda süratle seyreden otomobillerden birinin yapacağı küçük bir hata, zincirleme kazalara sebebiyet verebilir.

Aslında “küçük şey yoktur.”77 Bizim küçük olarak gördüklerimiz büyük manalar taşırlar. En küçük zannedilen atom, bir şehri imha edebilecek bir enerjiye sahiptir. Tohumlar ve çekirdekler, bitki ve ağaçlara hamiledir. Küçük bir mikrop, bir insan hayatına son verebilir. Küçük bir ziyaret, nice hatayı affettirir. Küçük bir tebessüm, bir kalbin fethine yol açar. Küçük bir ikram, size yeni arkadaşlar kazandırır.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurur:

Din kardeşini güler yüzle karşılamak gibi (sıradan sayılan) bir şey de olsa, sakın sakın herhangi bir iyiliği küçük görme!”78

Küçük günahta ısrar, büyük bir günahtır. Küçük küçük damlalar, göl olur, derya olur.

Hz. Peygamber kediyi eve hapsedip onun açlıktan ölmesine sebep olan bir kadının, bu yüzden cehenneme gideceğini söyler.79 Yine Hz. Peygamber, şöyle bir olay anlatır:

Yolda giderken susuz kalan birisi, bir kuyuya rastlayınca kuyuya iner, kana kana su içer. Kuyudan çıktığında, susuzluktan dolayı diliyle rutubetli toprakları yalayan bir köpek görür. Köpeğin haline acıyarak tekrar kuyuya iner, ayakkabısıyla köpeğe su çıkarır. Bu hareketinden dolayı, Allah o insanı mükâfatlandırır, mağfiretine mazhar kılar.80

16-Engeller

“Her şey için bir engel vardır.

Fakat ilim için çok engeller bulunur.”

Başarının anahtarı yoğun engellemedir. Büyük başarılara imza atan insanların hayatları incelendiğinde, hemen hemen hepsinin başarıya giden yolda yoğun engellerle karşılaştıkları görülür.81

Engeller hayata renk katar. Hayat, engelli bir koşuya benzer. Zaman zaman engellere takıp düşebilirsiniz. Fakat hemen kalkıp yarışa devam etmelisiniz. Masum bir tabiata sahip olan melekler, engelsiz bir yolda yollarına devam ederler. Bundan dolayı onlar için ilerleme veya düşme söz konusu değildir. Kur’anın bildirdiği gibi, “onlar Allah’ın emrine asla isyan etmezler ve ne emrolunsa onu yaparlar.”82

İnsan ise, binler engel arasında düşe kalka yoluna devam eder. Mesela nefis bir engeldir. Nefsin kötü arzuları olan menfaate düşkünlük, cimrilik, benlik, enaniyet… hep birer engeldir. Nefse vesvese veren, onu tahrik eden şeytan bir engeldir. Kötü arkadaş çevresi bir başka engel…

Siz, önce kendinizi aşın. Çünkü kendini aşamayan etrafına taşamaz. Küçük engellere takılanlar büyük hedeflere varamazlar. Şeytan ve kötü çevre, insana kötülükleri telkin ederler, ama zorla bir şey yaptıramazlar.

Şairin,

“Perdeler, hep perdeler.

Her yerde, her yerdeler.”83

dediği gibi, bu engeller de her yerde karşımıza çıkar. Fakat bu engellerden yılmamak, korkmamak gerekir. İnsan suya düşünce değil, suda yüzemeyince boğulur. Onun gibi, takılmadıktan sonra engellerin varlığı aleyhimize değil, lehimizedir. Mesela, sağ el devamlı çalıştığı için sol ele nisbetle çok daha güçlüdür. Bir boksörün karşısına güçlü rakiplerin çıkması, değerlendirebilirse lehinedir. Çünkü devamlı zayıf rakiplerle dövüşen bir boksör, seviyesini yükseltemez. Bir süper lig takımı, mahalle takımıyla oynasa, kendinde var olan kapasiteyi gösteremez.

Rüzgârlar gemilerin keyfine göre esmez. Marifet, ters istikametten esen rüzgâra rağmen yol alabilmektir. Büyük zatlar, engelsiz bir hayat yolunda yürüdüklerinden değil, engellere rağmen yol aldıklarından başarılı olmuşlardır. Mesela, İslam âleminde yetişen büyük âlimlerden İbn Hacer, önceleri ilimde başarılı olamaz. “Herhalde ilim bana göre değil, en iyisi köyüme döneyim” diye düşünür, medreseden ayrılır. Dönüş esnasında bir mağarada dinlenirken bir şey dikkatini çeker: Üstten damlayan sular altta bir oyuk açmıştır. İbn Hacer kendi kendine “Bu yumuşak sular, hep aynı noktaya düşerek orada bir oyuk meydana getirmişler. Ben de anlamadığım bir meseleyi çok tekrarla okusam, herhalde zihnime nakşederim. Zihnim taştan daha sert değil ya!” diye düşünür. O heyecanla medreseye döner ve neticede yüzden fazla kitabın müellifi büyük bir âlim olur.

Amerikan tarihinin mühim şahsiyetlerinden biri olan Abraham Lincoln,

-21 yaşında işinde başarısızdır.

-22 yaşında bir yasama seçimini kaybeder.

-24 yaşında yine işinde başarısız olur.

-27 yaşında ruhi bunalım geçirir.

-34 ve 36 yaşlarında girdiği kongre seçimlerini kazanamaz.

-45 ve 49 yaşlarında girdiği senato seçimlerini kaybeder.

-52 yaşında ise, Amerika Birleşik Devletlerine başkan seçilir.84

Her zaman aynı doğrultuda yürümek hedefe varmak için yeterli olmayabilir. Doğuya gitmek için bir süre batıya doğru yol almanız gerekebilir. Ama merak etmeyin, siz Batıya giderken bile Doğunun yolcususunuz.

Keza, bazan geri adım atmak zorunda kalabilirsiniz. Üzülmeyin, iyi değerlendirebilirseniz, bu ileriye sıçramanıza vesile olacaktır.

Şu da bir gerçektir ki, engelleri aşa aşa hedefe gitmenin apayrı bir lezzeti vardır. Kolay elde edilen elden kolay çıkar, güç elde edilen ise, kolay kolay kaybedilmez.

Başarıya ulaşmada başarısızlıkların da rolü vardır. Çocuk, ilk yürüme denemesinde yere düşer. Fakat denemelerine devam ederek, yürümeye hatta koşmaya başlar. Anlatılır ki, Edison ampulün içine konacak 3000’e yakın maddeyi denemiş, sonuç alamamış. “Buna rağmen hala devam edecek misin?” diyenlere şu cevabı vermiş: “3000 maddeyi denedik, hiçbir netice alamadık. Fakat bu denemelerden 3000 maddenin hiçbirinin işimize yaramayacağı sonucunu almadık mı?”85 Kemal Ural’ın ifadesiyle, “isabet kaydetmeyen oklar da sonuçta pay sahibidir.”86

Kuşlar, dane bırakılmış tuzaklarla yakalanır. Mevlana’nın deyimiyle, “dünyada yüzbinlerce tuzak ve dane vardır. Biz ise, aç ve haris kuşlar gibiyiz.”87

Şurası unutulmamalıdır ki, engeller takılmak için değil, aşılmak için vardır. Kur’an-ı Kerim, bu engellere karşı bizi ikaz eder. Mesela şu ayetlere bakalım:

“Şeytanın adımlarına uymayın. O sizin için apaçık bir düşmandır.”88

“Şüphesiz nefis, ısrarla kötülüğü emreder.”89

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir.”90

17-Dua

Dua etmek, Allah bağlantılı bir hayatın göstergesidir.

Engellere takılan veya engellerden yorulan insan için en mühim dayanma noktası, Allah’a duadır. Dua, ruhun Allah’a yükselişi,91 kalbin Allah ile konuşmasıdır.92 Sonsuz aciz ve zayıf olan insan, dua vasıtasıyla sonsuz kudret ve merhamet sahibi olan Rabbine iltica eder, halini O’na arzeder.

Dua için belli bir zaman ve belli bir mekân yoktur. Kişi, her yerde ve her zaman, O ezel ve ebed Sultanına seslenebilir, yalvarabilir.

Cenab-ı Hak, “Bana dua edin, size icabet edeyim”93 ve “Duanız olmazsa Rabbim size ne ehemmiyet versin”94 gibi ayetlerle duayı bir ibadet olarak emreder.

İnsan dua ile, ruhunu ezen ağır yüklerden kurtulur, büyük bir rahatlama ve ferahlama hisseder. Özellikle darda kalanların duaları ayrı bir öneme ve tesire sahiptir. Bütün çarelerin tükendiği ve çıkış yollarının tıkandığı bir anda, ilahi rahmet eli o muhtaçların imdadına yetişir.

Bittiğinizi ve tükendiğinizi hissettiğinizde Allah’a yalvarın. Yeniden enerjinize kavuştuğunuzu görecek, gaybi bir elin elinizden tuttuğunu hissedeceksiniz.

İnternette dolaşan hikmet dolu bir sözde şöyle denilir:

Bir gün dünyaya ait büyük bir derdin olursa Rabbine dönüp, ‘Benim büyük bir derdim var!’ deme, derdine dönüp ‘Benim büyük bir Rabbim var!’ de.”

Siz duaya devam edin. Unutmayın ki, -İncil’de bildirildiği gibi-, “dileyin, size verilecek; arayın bulacaksınız. Kapıyı çalın, size açılacaktır. Çünkü her dileyen alır, arayan bulur, kapıyı çalana kapı açılır.”95

18-Şevk ve ümit

Şevk, bitmeyen bir hayat enerjisidir.

Bir araba için benzin ne ise, insan için şevk odur. Şevksiz insan benzini bitmiş arabaya benzer, ayakta gezen cenazeye döner. Bu cihetten bakıldığında aşk ve şevkle müsbet bir gayret içinde olmak Cenab-ı Hakk’ın büyük bir ikramıdır.

Ağaçlar genelde sonbaharda sararır, kışın yapraklarını dökerler. Fakat turunçgiller, çam ve hurma gibi bazı ağaçlar hem yazın yeşildir, hem de kışın. Şevk sahibi insanlar, yaz kış yeşil kalan ağaçlara benzerler. Olaylar nasıl gelişirse gelişsin, şartlar ne olursa olsun onlar faaliyetten geri kalmazlar. Şairin;

“Kar kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz.

Mevsim bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.”96

şeklinde tasvir ettiği ruh haletini yaşarlar. Böyle kimselerin nazarında varlık günleriyle darlık günleri arasında fark yoktur. Her ikisinde de şevklerini ve gayretlerini devam ettirirler.

İdeali doğrultusunda yol alan biri, birden hedefine varamayabilir. Bir engele takıldığında önce “ümitsizlik” düşmanına rastlar. Bu düşmana karşı, “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin”97 kılıcını kullanmak lazımdır.

İnsan, karşılaştığı belalara tebessüm edebilmelidir. Bu tebessüm, insanı güçlü yapacak, bitkinlikten ve ümitsizlikten kurtaracaktır. Said Nursi şöyle der:

“Cihan dolu bela başında varken,

Ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl.

Tevekkül ile bela yüzünde gül, ta o da gülsün.

O güldükçe küçülür, eder tebeddül.”98

Tebessüm, insana mahsus bir güzelliktir. “Gülümsemek, yüzümüzün baharıdır… Gülümsemek, güller gibi açılmaktır.”99 Gülümsemesini bilmeyen insan, ümitsiz olur, üzülür. Üzüntü ise, insanı bedbin yapar, ülser gibi hastalıklara müptela kılar. Denilir ki: “Ülseri yapan yedikleriniz değil, sizi yiyen şeylerdir.”100

Tıb’ta hastalık hastalarına “plasebo” adı verilen maddeler verilir. Hiçbir ilaç özelliği bulunmayan bu maddeleri ilaç gibi yutan kimseler, bu “ilacın!” kendilerine çok iyi geldiğini söylerler. Böyle durumlardan hareketle bazı uzmanlar şu sonuca varmıştır: “İlaçların sihri terkibinde değil, kullananın zihnindedir.”101

Hastalıktan şifa bulacağını ümit eden bir hasta, hastalığa karşı muazzam bir direnç kazanır. “Bu hastalık beni yer bitirir” diyen bir hasta ise, daha işin başında “ölümün pençesi ve keşif kolları” hükmünde olan hastalığa mağlup olur.

Toplum, büyük bir insan gibidir. Geleceğine ümitle bakan toplumlar sağlıklı olur. Geleceğinden ümidini kesmiş toplumlar, daha şimdiden kötü bir akıbete mahkûmdur.

Hz. Musa ve kardeşi Harun, Firavunun zorba idaresi altında ezilen Beni İsrail’i kurtarmaya çalışırlarken Cenab-ı Hak şu talimatı verir:

“Kavminiz için Mısır’da bir takım evler hazırlayın ve evlerinizi toplanma yeri yapın. Namazı kılın. Mü’minleri müjdele!”102

Ayetin son kısmında geçen “Mü’minleri müjdele!” ifadesi son derece manidardır. Aslında şartlar o günkü ehl-i imanın son derece aleyhindedir. Fakat Hz. Musa’ya “Mü’minleri müjdele!” emri verilmiştir. Zira “Allah bizi bu sıkıntılı durumlardan kurtaracak, hürriyete kavuşturacak. Kendi ülkemizde rahatça dinimizi yaşayabileceğiz” şeklinde bir müjde, o zor şartlarda bunalan ve daralan ruhlara yeni bir ruh, yeni bir heyecan kazandıracaktır.

Benzeri bir durumu Hendek Savaşı öncesinde görürüz. Mekke müşrikleri Medine’ye doğru ilerlemektedir. Hz. Peygamberin ashapla yaptığı meşveret neticesinde Selman-ı Farisi’nin görüşü kabul edilir. Şehrin etrafına hendek kazılacaktır. Hz. Peygamber de bizzat hendek kazma işine katılır. Sahabeler Hendek kazarken, bir kayaya rastlarlar, bir türlü parçalayamazlar. Rasulullah’a haber verilir, O da gelir. Balyozla kayaya vurduğunda, bir kısmı parçalanır. “Allahu Ekber” diyerek tekbir getirir. Sahabeler de tekbir getirirler. Rasulullah Yemenin anahtarlarının kendisine verildiğini söyler. İkinci vuruşta, kayanın bir kısmı daha parçalanır. Rasulullah, İran’ın anahtarlarının verildiğini söyler. Üçüncü vuruşta, kaya paramparça olur. Rasulullah, Bizans’ın anahtarlarının verildiğini söyler. Bu haber, mü’minlerin şevkini arttırırken, münafıkları dedikoduya sevkeder: “Şuna bakın, düşmana karşı çıkamıyor, sizi nelerle avutuyor” derler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak peygamberine şu ayetleri indirir:103

“De ki: Ey mülkün sahibi olan Allahım! Dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden çeker alırsın. Dilediğini aziz, yaparsın, dilediğini zelil kılarsın. Bütün hayır, yalnız Senin elindedir. Şüphesiz Sen her şeye kadirsin! Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye dâhil edersin. Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız rızık verirsin.”104

Gerek Hz. Musa’nın, gerek Hz. Peygamberin ümmetlerine verdikleri bu müjdeler zamanı gelince birer birer tahakkuk etmiştir.

Davasına inanmış birinin lügatinde “imkânsız” kelimesi olmamalı. Selahaddin Şimşek’in ifadesiyle “Deha, imkânsız zannedilende mümkünü görebilmek demektir. Gemilerin karada da yüzebileceğini sezmek, Mehmetler’den birini ‘Fatih’ yapar.105

“Kuyu mu derin, yoksa ip mi kısa?” diye bir deyim vardır. Aslında ipimiz uzunsa en derin kuyudan da su çıkarabiliriz. Ama bir metrelik ipimiz varsa, iki metrelik kuyudan su alamayız.

Aslında her insan, zannettiğinden daha güçlüdür. Vücudumuzda henüz açılmamış, el değmemiş nice madenler, intizama sokulmamış nice kuvvetler vardır. Mesela, 1918 Çanakkale Harbi esnasında Seyit Onbaşı 275 kg.lık mermiyi kucaklayıp topun ağzına sürer. Gazeteciler daha sonra resim için tekrar yapmasını isterler, bu defa gücü yetmez.

İşte, bu tür “yedek sistemlerini” henüz devreye sokmamış bir insanın, küçük bir başarısızlık sonucu ümitsiz bir hale girdiği görülür. Hâlbuki yedek sistemlerini devreye sokabilse, o işin üstesinden gelecektir. Son yıllarda hayli gelişen “hızlı okuma”, “hafızada tutma” tekniklerini buna misal olarak verebiliriz. Bu teknikleri kullanarak üç beş dakikada elli sayfayı anlayarak okuyabilmek, ilk defa tanıştığımız onlarca ismi bir defada hatırda tutabilmek mümkündür. Bu da bize mevcut kapasitemizi kat kat artırabileceğimizi gösterir.

19-Rehber

Hayatta her daim rehber insanlara ihtiyaç vardır.

Bilmedikleri bir ülkeye seyahate çıkan turistler, bir rehber eşliğinde gezerler. Göçmen kuşlar, bir önder eşliğinde kıtaları aşarlar. Toplu halde yaşayan karıncalar ve arılar, reislerinin direktifleriyle hareket ederler.

İnsanın hayat yolculuğu da elbette rehbersiz düşünülemez. Zira o, hayat kanunlarına cahil olarak dünyaya gelir. Onun ilk rehberi, anne ve babasıdır. Daha sonra arkadaş çevresi onu yönlendirir. Okula gittiğinde ise, öğretmenleri rehberlik yaparlar. Bu rehberlik çalışmaları büyük ölçüde hayata hazırlamakla ilgilidir.

Bir çırak ustasının yaptıklarını yapmaya çalışarak san’at öğrenir. Bir sporcu antrenörünü dinleyerek başarıya ulaşır. Bir mürid, yalnızken bile şeyhinin sözlerini, hal ve hareketlerini hatırlayarak olgunlaşmaya çalışır. Bütün bunlar müsbet birer taklit örneğidir. Japonlar, müsbet taklidi teknolojiye de taşımışlar, diğer milletlerin elde ettiği teknolojik gelişmeleri kopyalayıp kısa zamanda büyük mesafeler katetmişlerdir. Böyle bir “modelleme”, onları deneme-yanılma yoluyla uzun araştırmalar yapma zahmetinden kurtarmıştır. İşte, büyüklerin hayat hikâyelerini okumak; onlara özenmeyi, onlara benzemeyi, onlar gibi olmayı netice verecektir.

Bodur insanlar arasında yaşayan bir fert, taklit edecek model göremeyince onlardan biri olarak yoluna devam eder. Büyük zatlar arasında yaşayan bir fert ise, onlara benzemeye çalışır.

İnsanın şu dünyada gerçek vazifesini bildirmede, ona dünya ve ahiret mutluluğunu kazandırmada rehber, Kur’an-ı Kerim’dir ve Hz. Peygamberdir. Kur’an-ı Kerim işin teoriğini bildirir. Hz. Peygamber ise, pratiğini gösterir. Hz. Aişe’nin ifadesiyle, “Onun ahlakı Kur’an ahlakıdır.”106 Yani, Kur’anda bildirilen esasların en büyük uygulayıcısı Hz. Muhammed’dir. (a.s.m.)

Selahaddin Şimşek, Peygambere tabi olmanın önemini şöyle ifade eder: “Göklere yükselmek isteyenler Allah’ın elçisinin yerdeki ayak izlerini takip etsin.”107

Başkalarını körü körüne taklit iyi bir haslet değildir. Cenab-ı Hak Peygamberine şu talimatı verir: “De ki: İşte bu benim yolum. Basiret üzere Allah’a davet ediyorum. Ben ve bana tabi olanlar böyleyizdir.”108 Yani, Hz. Peygamber “gözünüzü yumun peşimden gelin!” dememektedir. O’nun yolundan gidenlere de yakışan, akıllarını kullanarak hak yolda yürümektir.

Kur’an-ı Kerim Hz. Peygamberi “usve-i hasene” olarak takdim eder.109 Yani O, model insandır. Cenab-ı Hak, razı olduğu kimse modelini O’nunla insanlara göstermiştir. İnsanlar O’nun gibi yaşamak suretiyle, “acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” şeklindeki tereddütlerden kurtulur.

Hz. Peygamber veda haccında o zamanki muhatabı olan sahabilere ve sonraki muhatabı olan bütün mü’minlere şunu bildirir: “Size iki şey bıraktım. Bunlara sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmezsiniz: Allah’ın kitabı ve Rasulünün sünneti.”110

Hz. Peygamberin ifadesiyle, “Peygamberler altın ve gümüş mirası bırakmazlar. Ancak ilim mirası bırakırlar. Onu alan, büyük bir pay almış olur.”111

Peygamberlerin varisleri olan âlim fazıl kimseler, ehl-i iman için rehber durumundadır. Bunlar, bizi Allah’a ve Rasulüne ulaştırmaya vesiledirler.

Bunlar dışında daha nice insan bize doğrudan veya dolayısıyla rehberlik yapar. Mesela okuduğumuz bir romanın veya izlediğimiz bir filmin kahramanı, hayatımızı ve ideallerimizi yakından etkiler, onlardan gördüklerimiz birer davranış olarak hayatımıza yansır.

20-Nefis terbiyesi

İnsanda bir nefis var azılı mı azılı.

Mahiyetine bir bak, “ben düşmanım” yazılı.

İnsanın mahiyeti bir tarlaya benzer. İyilik ve kötülük tohumları o tarlaya beraber serpilmiştir. Nefis terbiyesi denilen olay, iyi tohumları yeşertmek, kötü tohumların sümbüllenmesine engel olmaktır.

Tarlanın yabani otlarla dolması için tarlaya bakmamak yeterlidir. Tarladan iyi verim alabilmek için ise çok çaba sarfetmek gerekir. Sözgelimi, tarla defalarca sürülecek, iyi tohum serpilecek, gerekirse sulanacak, zaman zaman ilaçlanacaktır. Onun gibi, insanın menfi duygularla dolu hale gelmesi için özel bir gayret gerekmez. Fakat müsbet duygularla dolu olabilmesi için özel bir nefis terbiyesinden geçmesi lazımdır.

İnsan, yaratılış itibariyle cimridir. Bunu küçük çocuklarda bile görebiliriz. Çocuk, başkalarının elinde olana taliptir. Fakat kendi elindekine sımsıkı sarılır. İşte, bu cimri insan iyi bir nefis terbiyesiyle, gerekirse malının tamamını muhtaçlara verebilecek bir seviyeyi elde eder.

Kendi haline bırakılan insan çıkarcıdır. Fakat iyi bir nefis terbiyesiyle her şeyini, hatta gerekirse canını millete feda edebilecek duruma gelir.

Şeytan bir verici, nefis bir alıcı gibidir. Şeytanın telkinatına muhatap olan nefis, kendi haline bırakılırsa kötülüklere meyillidir, yapar. Nefsin terbiyeden geçmemiş fıtrî haline “nefs-i emmare” denir.

Biraz terbiyeden geçen nefis, yaptığı kötülükten pişman olur. Nefsin bu mertebesine “nefs-i levvame” adı verilir.

Terbiyenin ilerlemesiyle o nefis kötülüklerden arınır, mutmain bir hale gelir. Artık Allah’tan gelen her hükme razıdır, boyun eğer. Böyle bir nefisten de Allah razıdır. Bütün bu seyr u sülûkun neticesinde, o nefis “nefs-i kâmile” halini alır, sahibi de “insan-ı kâmil” mertebesini elde eder.112

Nefsin ilk halini ham petrole, son halini ise rafine edilmiş petrole benzetebiliriz. Ham petrol, o haliyle işe yaramaz, pis bir kokusu vardır. İşlenmiş petrol ise, kıymet kazanır, “siyah altın” halini alır.

Yavru aslanların eğitim sonucu söz dinler hale gelmeleri gibi, nefsin de İlahi emirlere bütünüyle emirber nefer haline gelmesi mümkündür. Fakat pratikte insanların çoğu, az veya çok nefsin zebunudur.

Nefsin en büyük düşman olduğunu ifade eden rivayetleri113 nefs-i emmare açısından yorumlamak gerekir. Zira nefis hadd-i zatında doğrudan düşman değildir; ayrıca terbiyeden geçmiş bir nefis, sahibine cennette refakat edecektir.

Deli dolu akan bir nehir, geçtiği yerlere zarar verir. Fakat o nehrin önüne bir baraj yapılsa, hem çevre aydınlatılır, hem de ürünler sulanır. Onun gibi, kendi haline bırakılan nefis, maneviyatı yerle bir etmesine karşılık, terbiye ile arzularına sed çekilen bir nefis, sahibine fayda verir.

Bundan dolayı, nefsin isteklerinin müsbet mecrasını göstermek lazımdır. Mesela ona “inat etme!” “Hırs gösterme!” “Dünyayı sevme!” “Düşmanlık yapma!” demek yerine, bu duyguların müsbet kullanım alanlarını bildirmek gerekir.114 Mesela, kötülüklere karşı inat iyi bir şeydir. Mal ve makam gibi nefsin hırs gösterdiği şeyleri, İslâmî hizmetler için istemek güzel bir durumdur Dünyayı, ahirete bir tarla ve Allah’ın isimlerine ayna olması cihetinden sevmek, matlup bir harekettir. Kötülere, kötülüğe, din düşmanlarına, zındıklara karşı düşmanlık hissetmek, takdire şayan bir fazilettir.

Bir kısım insanlar, hep başkalarıyla meşgul olmaktan kendilerine bir türlü vakit ayıramazlar, nefislerini terbiye edemezler. Bunlar fikir boyutunda güzel şeyler söyleseler bile, fiil boyutunda nefsin mahkûmudurlar.

Gerçek kahramanlar ise, işe önce kendi nefislerinden başlarlar. Bilirler ki, “nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.”115 Kendini düzeltmeyen, başkasını düzeltemez.

Kur’an-ı Kerim, “Ey iman edenler! Siz nefsinize (kendinize) bakın! Siz hidayette olduktan sonra başkasının dalaleti size zarar vermez”116 ayetiyle bu hakikate işaret etmektedir.

Ayetin manası, -Hz. Ebubekir’in de işaret ettiği gibi- “başkalarıyla uğraşmayın, onlara anlatmayın” demek değildir.117 Ayet, işe kendimizden başlamamızı ders verir. Bir de, lüzumsuz yere onların dalaletiyle meşgul olmamak gerektiğini bildirir. Yani, bir kısım insanların görevlerini iyi yapmaması bize kötü örnek olmamalı, kendi vazifemizi unutturmamalıdır.

Nefis terbiyesiyle ilgili olarak şu hususun unutulmaması gerekir: Kaleler zayıf yerlerinden fethedilir. Halatlar ince yerlerinden kopar. Nefis ve şeytanın insanı mağlup etmesi hep zaaflarından olmaktadır. Zaaflarını bilen bir insan, o noktalarda tedbirini alırsa, nefis ve şeytana mağlup olmaktan kurtulur.

21-Günahlar

Temiz çevre”, “temiz toplum” idealleri

günahsız toplum” idealiyle desteklenmezse, hedefine varamaz.

Hadis-i şerifin bildirdiğine göre günah, “kalbi tırmalayan (rahatsız eden) ve insanların bilmelerinden çekinilen şeydir.”118 Mesela doğru söylemek kalbi rahatsız etmez. Fakat yalan söylemek yüzde kızartı, kalpte sıkıntı meydana getirir. Günahlara devam eden kimsenin kalbi, zamanla hassasiyetini kaybeder. Bu insanın kalbi başlangıçta bir kılı bile tartan kuyumcu terazisi gibi hassas iken, sonunda bir kiloyu bile hissetmeyen hantal terazilere döner. Mesela ilk defa hırsızlık yapan biri, çaldığı on liradan kalben çok rahatsızlık duyar. Bu kimsenin kalbinde dalgalanmalar, çalkantılar meydana gelir. Fakat bu tür işlere devam ettikçe, devletin milyonlarını çalarak cebine indirirken, kalbinden bir tepki gelmez, vicdanından feryat yükselmez. Zira kalp ölmüş, vicdan susmuştur.

Günahlar fıtrata bir isyandır. Günaha dalan kimseler polisin takibinden kurtulsalar da vicdan azabından kurtulamazlar. Şunu unutmamak gerekir: “Allah günahlarımızı affedebilir, ancak sinir sistemimiz asla affetmez!”119

Günahlara dalmak, mayınlı araziye girmek gibidir, insanı perişan eder. Günahın şu dünyadaki peşin cezası stres, huzursuzluk, sıkıntıdır. Diğer âlemde ise, bir azap vardır. Günahlar, orada ruhun omuzunda daimî birer kamburdur. Günümüzde sıkça nazara verilen “temiz çevre” idealinin çerçevesine en önce “günahsız toplumu” dâhil etmek gerekir. Zira günahlar kalp ve ruh için birer kirdir. Tevbe ve istiğfarla temizlenmediği takdirde, sahiplerini “manen necis” yaparlar. Böyle insanlardan meydana gelen bir toplumun “temiz bir çevre”, “temiz bir toplum” meydana getirebilmeleri mümkün değildir. Temizliği sadece maddi planda ele almak, çok sığ bir anlayıştır. “Temiz toplum” idealine ancak ve ancak imanı sahih, ameli salih, kalbi temiz, hayalleri ve idealleri pırıl pırıl kimseler meydana getirmek suretiyle ulaşılacaktır.

22-İrade eğitimi

Aklın eğitimi olduğu gibi, iradenin de eğitimi vardır.

Bir gemi için dümen ne ise, insan için irade odur. İnsan, irade ile devamlı beyne mesajlar gönderir. Beyin net mesajlar ister. Kararsızlık, insanı ruhen zayıflatır. Bir ordu komutanı askerlerine “şöyle yapsanız herhalde iyi olur.” “Sanıyorum şöyle yapmanız gerekiyor” gibi ifadeler kullansa kimseyi harekete geçiremez. Başarılı bir komutan, net ifadelerle emir ve direktiflerini verir. Onun gibi, “bugün şu kitabı okusam herhalde iyi olur.” “Sanıyorum ders çalışmam gerekiyor” tarzında kararlar alan birisi hedefe varamaz. “Mutlaka okumalıyım, çalışmalıyım” diyen birisi ise, adım adım hedefine ulaşır.

İnsanın fiilleri meyillerden doğar. Meyiller ise; akıl, duyu organları ve latifelerle beslenir. İnsandan güzel fiillerin meydana gelmesi, bütün bunların irade dümeni ile güzel şeylere yönlendirilmesiyle mümkündür. Mesela, diğer gün zor bir imtihanı olan talebe, “mutlaka başarmalıyım” diye başarıya doğru meyleder. Bu meyil, onu çalışmaya sevkeder. Kendisi ders çalışırken dışarıda oyun oynayan arkadaşlarını görse bile, iradesi buna engel olur, oyunu en azından imtihan sonrasına erteletir.

“Sabah saat beşte uyanmalıyım” diyen birisi, saatini kurmasa bile o vakitte uyanır. Saatini sabah beşe kuran, fakat iradesini buna yönlendirmeyen kimseye ise, çalar saat bile fayda vermeyebilir.

Kuvvetli bir evlenme isteği içinde olan bir genç, aklının öne sürdüğü “bak, daha okuyorsun, bu halinle bir ev geçindiremezsin” gibi gerekçeleri dinler, evliliğini tehir eder. İmanlı birisiyse, nefse hâkimiyet için oruç tutar, hayalen dahi olsa, müstehcen görüntülerden kaçınır. Eğer dini bir terbiye almamışsa, o kuvvetli evlenme meyli, onu gayr-i meşru yollara sevkeder.

Alışkanlıklar zamanla insan kalbinin derinliklerine kök salar. Öyle ki, kişi istese bile iradesini isteği dışında kullanır. İlim zekâya, amel iradeye bakar. Sadece ilmî terbiye gören birisi, amelde çok falso yapabilir. Sözgelimi, -başta doktorlar olmak üzere- sigara içen hemen herkes bunun zararlı olduğunu bilir. Fakat o sigarayı bırakmak, sadece ilim işi olmadığından, ancak kuvvetli bir irade gösterebilenler bırakmakta başarılı olurlar.

Kur’an-ı Kerim, sadece ilmin yetmediğini beyan sadedinde şunu ders verir:

“Onlara o kimsenin kıssasını oku ki, kendisine ayetlerimizi sunmuştuk da, o onlardan sıyrıldı çıktı. Derken şeytan onu arkasına taktı, sapkınlardan oldu. Eğer dileseydik biz onu o ayetlerle yükseltirdik. Lakin o, yere (süfli şeylere) saplandı ve hevâsının ardına düştü. Artık onun meseli, o köpeğin meseline benzer ki, üzerine varsan dilini sarkıtır solur, bıraksan yine dilini sarkıtır, solur. İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan kimselerin meselidir.”120

Ayet, ilminin hilafına amel eden kötü âlimi anlatmaktadır. Böylelerinin dalalete düşmesi bilmemekten değil, irade terbiyesinin olmayışındandır.

İslamiyet, insanları başıboş bırakmaz, onları yönlendirir. “Şu haramdır, uzak dur! Bu helaldir, istifade et!” der. Bu yönden baktığımızda, irade eğitiminin esasının dindarlık olduğunu söyleyebiliriz. Dine kuvvetli inanan birisi, iradesini dinin gösterdiği esaslar doğrultusunda kullanır, haramdan kaçar, helalden yararlanır. Dini bir terbiye almayan birisi ise, iradesinin dizginini nefis ve şeytana verir. Nefis ve şeytan, böyle kişilerin iradelerini şehvet tarlalarına, isyan bataklıklarına yönlendirir.

Not: Dindar görünümlü insanların haramlara düşmeleri, genelde iman zafiyetindendir. Dinden istifadesi olmamakla beraber haramlardan uzak kalabilenlerin bu başarıları ise, ya fıtratlarını bozmamalarından ya da iyi bir eğitim almalarındandır.

23-Malayaniyat

Hayatta “olmazsa olmazlar” olduğu gibi,

olmasa iyi olur” diyebileceğimiz şeyler de vardır.

Malayaniyat, lüzumsuz, faydasız şeyler demektir. Hadis-i şerifte böyle lüzumsuz şeyleri terk etmek, kişinin kâmil Müslüman oluşuna alâmet sayılmıştır.121

Malayaniyat ifadesi, ne dünyaya, ne de ahirete yaramayan her şeyi içine alır. Bir kısım insanların “Acaba falanca sanatçı hafta sonunda nerede yemek yedi? Brezilya liginde maçlar nasıl sonuçlandı?” gibi meselelere kafa yorup, asıl merak edilmesi gereken şeylerden gafil davranmaları, abesle iştigalden başka bir şey değildir.

Hz. Peygamberin Allah’a sığındığı şeylerden biri de, “faydası olmayan ilimdir.”122 Bazı şeyler vardır ki, bilinmeleri gerçek manada ilim sayılmadığı gibi, bilinmemeleri de cehil sayılmaz. Mesela, bazılarının şehirdeki bütün araba plakalarını bilmeleri veya binlerce telefon numarasını ezbere söylemeleri bu türden bir olaydır. 19. Yüzyılın başından 1947 ye kadar Hindistan’ı yüzyıldan fazla idare eden İngilizlerin, oradaki insanlara logaritma cetvelini ezberletmeye çalışmaları, planlı bir şekilde düşünceden mahrum etme hareketidir.

Şu kısa hayat, lüzumsuz şeylere vakit ayrılmayacak kadar önemlidir. Yemeklerde seçici olan insan, akıl midesine girecek malumat için de aynı hassasiyeti, hatta daha fazlasını göstermelidir. Yoksa o akıl midesi, “bilgi çöplüğü” halini alacak, “ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı” sözüne masadak olacaktır.

Hadis âlimlerinden Şihab-ı Zühri, çarşıdan geçerken “lüzumsuz bir söz duyabilirim” endişesiyle kulağına pamuk tıkarmış.

Günümüz insanı, malayaniyatın bir sel gibi her tarafı istila ettiği bir ortamda gözüne, kulağına, hatta hayaline gelen şeylere dikkat etmek zorundadır.

Nasreddin Hocaya bir gün birisi, “hocam şuraya bakın, bir tepsi baklava!” demiş. Hoca, umursamaz bir tavırla “bana ne?” demiş. Adam bu sefer “ama hocam, sizin eve doğru gidiyor” deyince Hoca şu cevabı vermiş: “Öyleyse be adam, sana ne?”

İnsanımız, yeri geldiğinde “bana ne?”, yeri geldiğinde “sana ne?” demek suretiyle pek çok malaniyattan kurtulmuş olacaktır.

Meselenin esası şudur:

“Lübbü bulmayan kışır ile meşgul olur. Hakikati tanımayan hayalata sapar. Sırat-ı müstakimi görmeyen ifrat ve tefrite düşer. Muvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır ve aldatır.”123

Yani, özü bulmayan kabukla oyalanır. Gerçeği tanımayan hayallere sapar. İstikametli orta yolu görmeyen aşırı uçlardan birinde yer alır. Ölçü ve tartısı olmayan çok aldanır, aldatır.

24-Acelecilik

Teenni Allah’tan, acele ise şeytandandır!”124

Hz. Peygamber

İnsan, aceleci bir yapıya sahiptir. Kur’an-ı Kerim, bunu şöyle bildirir: “İnsan pek acelecidir.”125

Bu tabiatın etkisiyle, insan hemen neticeleri görmek, birden hedefine varmak ister. Hâlbuki Cenab-ı Hak, Hakim isminin gereği olarak eşyanın vücudunda bir takım basamaklar koymuştur. Aceleci insan, o basamaklara riayet etmediğinden neticeyi elde edemez. Mesela, yumurtadan civciv çıkması için üç hafta gereklidir. Ama tavuk iki hafta sonra sabırsızlanıp kuluçkadan kalksa, yavrusu dünyaya gelmeyecektir.

Onun gibi, yaptığımız çalışmalarda hemen neticeyi görmek istemek yerine, gerekli çalışmaları yapıp sonucu Allah’a havale etmeli ve zamanını beklemeliyiz. Mesela Ekim ayında tarlasına buğday serpen bir çiftçinin, sabırla yaz mevsimini beklemesi gerekecektir. Onun görevi tohum serpmektir. Mevsimi gelince onları yeşertmek Allah’a aittir.

İnsanları yetiştirmeye çalışan kimseler, birden netice almak isterlerse o neticeyi hemen göremeyeceklerinden hayal kırıklığına uğrarlar, ümitsizliğe düşerler.

Kişinin fert olarak düzelmesi kısa zamanda gerçekleşebilir, ama toplumsal değişim uzun zamana yayılır. Hz. Musa kırk günlük bir inziva süreci sonrası Tevrat vahyine muhatap olmuştur. Ama kavminin vadedilen mukaddes beldeye girmeleri, kırk yıllık bir dönemden sonra gerçekleşmiştir.126

Konfüçyüs’e nisbet edilen hikmetli bir sözde şöyle denilir:

Bu günü  düşünüyorsan balık tut.

Bir yıl sonrasını düşünüyorsan tohum ek.

10 yıl sonrasını düşünüyorsan ağaç dik.

100 yıl sonrasını düşünüyorsan çocukları eğit!”

Dolayısıyla toplumun ıslahı için çalışanlar, ektikleri tohumların yeşermesi için beklemesini de bilmelidir. Bazı horozlar sabah olduğu için öterler. Bazı horozlar da vardır ki, kendileri öttüğü için sabahın olduğunu zannederler. Böyle aceleci horozlara “bekle, yeşil ışık yanacak!” hatırlatmasını yapmak gerekir.

Cenab-ı Hakk’ın gökleri ve yeri altı günde, yani altı merhalede yarattığını bildiren ayetler,127 bir cihetten bize “aceleci olmayın, teenni ile hareket edin!” dersini vermektedir.128

25-Münakaşa

“Doğrusu insan çok çok cedelcidir”129 ayetinin bildirdiği gibi, insan mücadeleci bir fıtrata sahiptir. Bunun bir görünümü olarak insanlar arasında münakaşalar meydana gelir. Ama belli bir misyonu yüklenmiş, kudsi bir davaya gönül vermiş kimselerin münakaşadan kaçınmaları gerekir. Çünkü münakaşa yoluyla tartışmak, faydadan çok zarar verir. Münakaşada insafı terk ile, ısrarla kendi iddiasını savunan bir insanı ikna etmek âdeta mümkün değildir. Her on münakaşadan dokuzu, tarafların kendi düşüncelerine daha çok bağlanmasıyla sonuçlanır.

Anlatılır ki, iki arkadaş yolda giderlerken ilerde bir karaltı görmüşler. Biri “kuşa bak!” demiş. Diğeri “ne kuşu, o bir taş” deyince, yüz liraya bahse girmişler. Karaltının yanına yaklaşırlarken, birden onun havalandığını görmüşler. “Taş” diyen, cebinden yüz lirayı çıkarıp arkadaşına uzatmış, fakat şöyle demekten de geri kalmamış: “Al şu parayı… Ama o yine de bir taştı.”

Böyle insanları münakaşa yoluyla mağlup etmeye imkân yoktur. Kur’an-ı Kerim, “cahillerden yüz çevir”130 emriyle meselenin bu yönüne de işaret eder.

Şu ayet de, bir yönüyle konumuza bakmaktadır: “Kötülüğe iyilikle karşılık ver. O zaman bir de bakarsın ki, aranızda düşmanlık olan kişi samimi bir dost oluverir.”131

Furkan suresinde Rahman’ın seçkin kulları bazı özellikleriyle anlatılırken, bir özellikleri de şöyle bildirilir: “Onlar, cahiller kendilerine laf attıklarında ‘selametle’ derler.”132

Bununla beraber, münakaşa ve tartışmaya mecbur kalınmışsa, elbette hakkını vermek gerektir. Böyle hallerde mümkünse ikna ederek, değilse susturucu cevaplarla ilzam ederek hak ve hakikat gösterilmelidir.

26-Tenkit

Tekâmülün yolu tenkitten geçer.

Tenkit, bir şeyi nakde vurmak, kaç para ettiğini ortaya koymaktır. Buna kısaca “değerlendirme” diyebiliriz. Büyük müesseseler, hayli masrafa girerek kendilerinin tenkidini yaptırır. Anlaşma yapılan firma, işin uzmanı olan elemanlarını gönderir, bunlar birkaç hafta değerlendirilmesi yapılacak müessesede kalırlar, o müessesenin artı ve eksi yönlerini yetkililere bildirirler.

“Beşer şaşar” ifadesi mühim bir gerçeği dile getirir. Hatasız insan tasavvur edilemez. Gerçi peygamberler masumdur, günahsızdır. Fakat onların da “zelle” tabir edilen yanılmaları olmuş, bu zelleleri vahiyle düzeltilmiştir.

Tenkit iki kısımdır:

1. Müsbet.

2. Menfi.

Müsbet tenkit, yapıcıdır, düzeltmeye yöneliktir, Menfi tenkit ise yıkıcıdır, tahribe yöneliktir. Bu tür tenkitte art niyet söz konusu olup, muhatabı çökertmek emeli vardır. Din düşmanlarının, peygamberleri ve onların yolundan gidenleri tenkit etmeleri bu türdendir.

Müsbet tenkide insanı sevkeden şefkat, menfi tenkide sevkeden ise nefrettir. Mesela, anne-babanın çocuklarını tenkitleri şefkatten, düşmanların birbirini tenkitleri ise, nefretten kaynaklanır.

Peygamber olmadığınıza göre, kusurunuz var demektir. Kendinizi hatasız kabul etmeniz büyük bir hatadır. Öyleyse tenkide açık olun. Kendiniz farkına varamadığınız bazı hatalarınız başkaları tarafından size hatırlatıldığında onlara minnettar kalın. Nasıl ki boynunda bir akrep olan birisine bu hatırlatılsa, “size ne?” demez, aksine onlara teşekkür eder. Onun gibi, size zarar verebilecek hatalarınızı söyleyen zatlara asla kızmayın, hatta elinizden gelirse hediye verin.

İnsafla yapılan haklı tenkitlerden hakkıyla istifade edin, o tenkitler doğrultusunda kendinizi düzeltin. Haksız tenkitlere ise aldırmayın.

27-İhlas

İhlas, insanın yaptığı işte, söylediği sözde samimi olmasıdır. Bir işin Allah katında değer kazanması, ihlasla yapılmasına bağlıdır. İhlassız yapılan işler, sahte paralar gibidir, bir kıymet ifade etmez. İhlâsla yapılan işler ise, görünüşte az bir şey de olsa, elmas misali kıymetlidir.

Hayatta muvaffak olmanın yolu ihlâs ve samimiyetten geçer. Diğer âlemde de kurtuluş ancak ihlasladır.

Kur’an-ı Kerimde sütün halis (katışıksız) olması nazara verilir.133 Bu süte biraz su katılsa halis olma özelliği kalkacak, hele biraz pislik katılsa içilmez hale gelecektir. İşte yaptığı ameli Allah için yapmakla beraber insanların da rızasını gözeten biri, işi bir derece sulandırmış olur. Sırf gösteriş için yapan biri ise, bunun sevabından bütün bütün mahrum kalır.

İhlâs ve samimiyetin değişik göstergeleri vardır. Bunların en mühimlerinden biri, kişinin söylediğini uygulamasıdır. Kur’an-ı Kerimde sözüyle fiili tezat teşkil edenler şiddetle kınanmıştır. Mesela, şu ayetlere bakalım:

“Ey iman edenler! Yapmayacağınız bir şeyi niçin söylüyorsunuz?”134

“İnsanlara iyiliği emreder de, kendi nefsinizi unutur musunuz? Hâlbuki siz Kitab’ı okuyorsunuz. Aklınızı kullanmıyor musunuz?”135

Ağzında sigarayla sigaranın zararlarını anlatan birinin sözleri, sahte mermiler misali elbette tesir etmez. Ama fiiliyle sözünü teyid eden birisinin sözü, gerçek mermi gibi etkili olur.

Denilir ki: “Kalpten çıkan söz kalbe gider. Ağızdan çıkan söz ise, ancak kulağa varır.”

İnsanın hal dili, konuşma dilinden çok daha etkilidir. Dürüst bir insan, diliyle “dürüst olun” demese bile, davranışlarıyla devamlı olarak çevreye “dürüst olun” mesajını verir, Cesur bir insan, yolda yürürken bile etrafındakilere cesaret mesajı gönderir. Demek ki, insanların hareketleri, kelimelerden daha yüksek bir sesle konuşur.

28-Meşveret

Meşveret, ortak akılla düşünmektir.

Meşveret, yapılacak işler hususunda ehil kişilere danışmaktır. Şûra ve istişare kelimeleri de aynı bağlamda kullanılır. Kur’an-ı Kerimin 114 suresinden biri olan Şûra Suresi, adını meşveretten almaktadır. Surenin ilgili ayetinde, kâmil mü’minlerin vasıfları zikredilirken şu da nazara verilir:

“Onların aralarındaki işleri şûra (meşveret) iledir.”136

Cenab-ı Hakk’ın insanı yaratırken meleklere “ben yeryüzünde bir halife kılacağım”137 demesinde insanlara meşveret dersi vardır.138

Hz. Peygamber vahye mazhar olmakla beraber işlerini meşveretle yapmıştır. O, kendi görüşlerini dikte ettiren biri değildi. Hemen her hususta ashabıyla meşveret eder, onların görüşlerini alırdı.

Ebu Hüreyre, Rasulullah’ın bu yönüyle alakalı şu tesbitte bulunur:

“Ben, Rasulullah’tan daha fazla arkadaşlarıyla meşveret eden birini görmedim.”139

Hz. Peygamber, Bedir, Uhud, Hendek Savaşları öncesi, ashabına danışmış, onların temayülüne göre hareket etmiştir. Mesela, Bedir Savaşı öncesi, orduya yerleşme emri verdiğinde, ashaptan Hubab Bin Münzir, “Ya Rasulallah, buraya yerleşmemiz, Allah’tan bir vahiyle midir, yoksa sizin düşünceniz midir?” diye sorar.

Rasulullah, kendi düşüncesi olduğunu söyleyince, Hubab, su olan bir yere yerleşmenin daha uygun olacağını ifade eder. Rasulullah, bu görüşten memnun kalır ve o doğrultuda hareket emri verir.140

Meşveret, mevcut şartlar içinde yapılması gerekeni tesbit imkânı verir. Meşveret edilenlere değer verildiğini gösterir. Onların kalplerini hoşnut eder. İşin beraberce yürütülmesini sağlar.141

Hz. Peygambere, Uhud mağlubiyeti neticesinde “onlarla meşveret et”142 emrinin gelmesi de manidardır. Zira esasen Rasulullah savaş öncesi meşveret etmiş, “şehirde müdafaa savaşı yapılması” şeklinde görüş belirtmişti. Ekseriyet meydan savaşı isteyince, onların görüşüne göre hareket emri verdi.143 İsteseydi, şûra’nın bu kararını lağvederdi. Fakat O, bunun arkasındaki elem, zarar ve savaş kurbanlarını az-çok bilmekle beraber, bu kararı uyguladı. Çünkü meşveret esasının yerleşmesi, İslâm cemaatinin talimi ve ümmetin terbiyesi, günlük zararlardan çok daha mühimdi.144

Çocuk düşüyor diye, yürüme faaliyetinden alıkonmamalıdır. Ümmet-i Muhammed dahi, İslâmî esasların o ilk yerleşimi döneminde, düşe kalka dosdoğru yürümeyi öğrenecekti. Devamlı direktiflerle yönlendirilen ve kendisine serbest hareket imkânı verilmeyen bir çocuk, gelişimini tamamlayamaz.

Meşveret emrinin peşine “kesin karar verdiğinde ise, Allah’a dayan” denilmesi, işin uygulama yönüyle alakalıdır. Karar verilmişse, artık hemen uygulama safhasına geçilmelidir. Tereddüt olmamalı, emin ve kararlı bir şekilde, meşveret kararları uygulanmalıdır. Uhud Savaşı öncesi, meşveretten “meydan savaşı” kararı çıkınca Rasulullah, evine gider, zırhını giyer. “Meydan savaşı” diyenlerin bir kısmı gelip görüşlerinden vazgeçtiklerini söylerler. Rasulullah der: “Bir peygambere, zırhını giydiğinde artık geriye dönmek yakışmaz.”145

Günümüz Müslümanlarının gerek ferdi planda, gerek cemaatler düzeyinde, gerekse ülkeler arasında meşverete büyük ihtiyaçları vardır. Problemlerimizin reçetelerinden biri, meşveret esasında bulunmaktadır.

Bir üniversite adayının tercihlerde bulunurken işin ehli olan zatlara sorması, bir ticaret ehlinin yeni bir işe girişirken tecrübeli zatlara danışması, bir gencin evlenirken büyüklerinin görüşünü alması… kendilerini büyük hatalardan kurtaracak, isabetli karar vermelerini temin edecektir.

Küçüklerin büyüklerle meşvereti, onların tecrübelerinden ve bilgi birikimlerinden istifadeyi sağlar. Büyüklerin küçüklere danışması ise, onlara değer verildiğini gösterir.

Not: Meşveretin ehil olanlarla yapılması gerekir. Yoksa işi bilmeyenlerle yapılacak meşveret, fayda değil zarar getirir.

29-Sayıca çokluk

Nice az var ki çoktur.

Nice çok var ki azdır.

“Hüküm çoğunluğa göredir” denilir. Bu, bazı durumlar içi doğru olsa bile, her meselede uygulanabilir bir kural olamaz. Mesela parlamentoda çoğunluğun onayladığı bir mesele kabul edilir. Fakat bir hastalığın teşhisinde çoğunluğa değil, uzman doktorun sözüne bakılır. Dolayısıyla, esas olarak kemiyete değil keyfiyete bakmak, sayıca çokluğa değil, kaliteye önem vermek gerekir. Kuru kalabalıklar, gerçeğin ölçüsü olamaz. Kur’an-ı Kerim “Yeryüzündekilerin çoğuna uysan, onlar seni yolundan saptırırlar”146 diyerek bu ince hususa dikkat çeker.

Öte yandan, Talutun az bir kuvvetle Calut ve ordusunu mağlup etmesi, ibretli bir örnek olarak önümüzdedir. Kur’an, bununla şöyle bir ders verir:

Nice az topluluklar, -Allah’ın izniyle- nice çok topluluklara galip gelmişlerdir.”147

Suyun akış istikametinde yüzmekle, akıntıya karşı yüzmek bir değildir. Kur’an’dan ve Hz. Peygamberden dersini iyi alan bir mümin, günümüz şartlarında çoğu kere akıntıya karşı yüzmek zorunda kalabilir. Bundan korkmamak, telaşlanmamak gerektir. Zira tarih boyunca genelde böyle olmuştur. Hak ve hakikati bilen ve hayatına uygulayanlar, çokluk içinde bir azlık olarak gelmişlerdir.

“Zaman sana uymazsa sen zamana uy” sözü, bazen yanlış yerlerde kullanılabilmektedir. Bu sözle, “zamanın şartlarına göre hareket et” manası kastedilirse, güzel bir mana olur. Mesela, bir yazar yazılarını hala daktiloyla yazıyorsa buna “zamana uy, sen de bir bilgisayar al” demek yerinde bir hatırlatmadır. Fakat bununla, “çevrendeki çoğunluk dini yaşamıyorsa sen de onlar gibi ol. Onların kılık kıyafetine giriver. Onlar gibi içki iç, kumar oyna…” şeklinde manalar kastedilirse, fevkalade yanlış olur.

Peygamberimizin hayatını düşündüğümüzde görürüz ki: On dört asır önce bir tek insan… Çevresindeki bütün insanlardan farklı inanıyor, farklı yaşıyor… Fakat zaman içerisinde çevresindeki insanlardan onu kabul edenler çıkıyor. Böylece O’nun hizmeti, göle düşen taşın meydana getirdiği gittikçe büyüyen iç içe halkalar misali, dalga dalga dünyanın her tarafına yayılıyor.

Bunu düşünen bir mü’min, çevresindeki kalabalıklar ona ters bile düşse ümitsizliğe kapılmaz, hak yolda yoluna devam eder.

Tevfik Fikret, meşhur bir ifadesinde “Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin” der. Onun bu ifadesine iki kayıt düşmek gerekir:

1-Gidilen yol “hak bellenen” değil, hak yol olmalıdır. Çünkü herkes kendi yolunu hak beller.

2-Ayrıca bu yolda yalnız gitmek değil, yalnız da olsa gitmek esas olmalıdır. Mümkünse başkalarıyla beraber gitmek daha güzeldir.

Siz, hakikatin türküsünü söyleyin. Hak yolda ilerlerken yalnız da kalsanız yola devam edin. Unutmayın, “bir dane-i hakikat bir harman hayalata müreccahtır.”148 Yani, gerçek olan bir buğday tanesi, hayalî olan koca bir harmana tercih edilir.

30-Müsbet hareket

Müsbet hareket, “kahrolsun karanlık” demek yerine,

bir mum yakarak karanlığı izale etmektir.

Anlatılır ki, rüzgâr ve güneş yolda giden bir adamın sırtındaki paltoyu çıkartma yarışına girerler. Önce rüzgâr bir fırtına olur, eser. Adam paltosuna daha sıkı sarılır. Daha sonra güneş, saklandığı bulutun arkasından tatlı bir tebessümle çıkar, gittikçe hararetini artırır. Adam, paltosunu, hatta ceketini çıkartmak zorunda kalır.

İnsanlar arasında meydana gelen problemlerin, rahatsızlıkların çözümü, müsbet bir yaklaşımla gerçekleşir. Mesela, bir doktorun görevi, “neden hasta oldun?” diye hastasını sorgulamak değil, onu tedavi etmektir. Bir eğitimcinin görevi, öğrencilerin hatalarını görmekle beraber, o hataları yüzlerine vurmadan ortadan kaldırmaktır.

Bu meselede şu hususlara dikkat çekmek istiyoruz:

-Hastanın değil, hastalığın düşmanı olun. “Hata değil, çare bulun!”149 Karanlık tablolar çizerek insanları ürkütüp korkutmak yerine, onları şevklendirin, ümitlendirin. Hz. Peygamberin “kim, ‘insanlar helak oldu’ dese, en helakette olan kendisidir”150 şeklindeki ikazına kulak verin. Felaket tellallığı yapmak yerine saadet tohumları serpin. “Kahrolsun karanlık!” demek yerine “işte nur” deyin. Batılı tasvir yerine, hak ve hakikati dile getirin. Hiddetle değil, şefkatle yaklaşın. Fırtınaya karşı herkesin kapısını kapadığını unutmayın.

-Kimseye yanlış düşündüğünü doğrudan söylemeyin. Çünkü bu tarz bir hareket, çoğu kere muhatabı o yanlışı savunmaya iter. Hatasını kabullenen çok az insan vardır. Herkes kendi aklından razı, hareketinden memnundur. Karanlıkta pisliğe düşmüş biri, o pisliğin farkında olmayabilir. Size düşen görev, onu ışıklı bir yere götürüp kendisine bir ayna tutmanız ve temizlenmesine yardımcı olmanızdır.

-Doğrudan yontmayın. Tıraş etmeden önce müşterisinin sakalını sabunlayan berber gibi hareket edin.151

-Perdeyi yırtmayın. Unutmayın ki Kur’an-ı Kerim, münafıkları ismen değil vasfen anlatır. “İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, şöyle şöyledir…” tarzında onların karakterlerini çerçeve olarak takdim eder.152 Kur’andan bu dersi alan Hz. Peygamber, münafıkları tanıdığı halde onlara Müslüman muamelesi yapmış, Onun bu müsbet hareketi nice münafığın samimi Müslüman olmasına vesile olmuştur. Zira insan mükerrem bir tabiata sahiptir. Fıtratını bozmamışsa, gördüğü iyi muamele sebebiyle nifak gibi rezil hasletlerden utanır hale gelecektir. “Fena bir adama ‘iyisin iyisin”’ denilse iyileşmesi ve iyi adama ‘fenasın fenasın’ denilse fenalaşması çok vuku bulur.”153

31-Cemaat

Cemaat, ayrı cesetlerin tek ruhta ittifakıdır.

İslam dini, cemaat dinidir. Cemaatle kılınan namazın yirmi yedi derece daha sevaplı olması, haftada bir Cum’a namazı için bir araya gelinmesi, senede iki defa bayram namazlarında yekvücut olunması ve dünyanın her tarafından gelen Müslümanların hac için toplanması bu hakikatin en güzel göstergeleridir.

Cemaat, çeşitli unsurların bir araya getirilmesinin ötesinde, bunların birbirine kenetlenmesi ve bir şahs-ı manevi oluşturmasıdır. Mesela, bir şeker fabrikasını ele alalım. İrili ufaklı bütün çarklar, en büyük birimden en küçük bir vidaya kadar bütün parçalar “şeker yapmak” hedefine hizmet ederler. Bu unsurlar ayrı ayrı olduğunda ise, pek işe yaramazlar. Tek başına çalışan bir motor, üretim değil, gürültü yapar. Ama bir şey cemaat içinde yerini bulunca, sonsuz değer kazanır.

İşte cemaat, ayrı ayrı cesetlerin tek ruh haline gelmesi olayıdır. Hz. Peygamber Müslümanları bir vücudun azalarına benzetir.154 Bir uzuv rahatsızlandığında diğer azalar bunu hissettiği gibi, bir Müslümanın derdi diğerlerinin derdi olmalı, birinin sevincini diğerleri paylaşmalıdır.

Cenab-ı Hak, bizi yek-vücut olmaya davet eder: “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin”155 emrini verir. Hz. Peygamber “Allah’ın teyidi/yardımı cemaat üzerinedir”156 buyurur.

Birbirinden uzak tek tek ağaçlar yağmuru celbedemez. Fakat yan yana ağaçlardan meydana gelen ormanlar, İlahi rahmetin tecellisi olan yağmura çokça mazhar olurlar. Tek tek ağaçların olduğu bir alanda, ormandaki tatlı esintileri, hoş cıvıltıları bulmak mümkün değildir.

Kur’an, mü’minleri kardeş ilan etmişken ve pek çok ayetinde onları birliğe ve beraberliğe davet etmişken, günümüz Müslümanlarının şu dağınık hali, açıkça İlahi emirleri dinlememektir. Âdeta “ittifak etmemek üzere ittifak ettiler” şeklinde bir görüntü söz konusudur.

Not: Müslümanlar arasında farklı cemaatler çıkmasını bölücülük olarak görmek yanlış olur. “Avcılar kulübü mensupları, falan takımın taraftarları” gibi cemaatler nasıl bir realite ise, İslami cemaatler de öyle bir realitedir. Ancak, cemaat mensubu olmak ayrı, cemaatçilik yapmak ayrıdır. Hayli tartışılan bu meselede, şu esaslarda ittifak sağlamak mümkündür:

Irk var, ama ırkçılık yok.

Mezhep var, ama mezhepçilik yok.

Cemaat var, ama cemaatçilik yok.”

32-Mazi – hal – istikbal

Dünden ibret al, bugünü değerlendir, yarına hazırlan!

Mazi, hal ve istikbal zamanın üç birimidir. Geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği ifade ederler.

Maziye “ibret” yönüyle bakmak gerekir. İnsanlığın binlerce yıllık tarihi nice ibretlerle doludur. Kur’an-ı Kerim, mazideki olaylardan bahsederken, “Onların bu kıssasında akıl sahipleri için ibretler vardır” der.157 “Bir milleti yükselten sebepler nelerdir, çökerten sebepler nelerdir?” gibi sorulara, mazi sayfalarını ibretle okuyarak cevap bulabiliriz. Mazi aynasına baktığımızda, günümüzde cereyan eden olayların benzerlerini çokça görmemiz mümkündür. İsimler ve resimler farklıdır, ama temel noktalar hep aynıdır. Buradan hareketle, günümüz olaylarının nereye varacağını az-çok kestirmek hiç de kehanet sayılmamalıdır. Mesela, günümüz Avrupası, o maddi ilerlemenin yanında, ileri boyutta bir fuhuş, uyuşturucu, eğlence bataklığına saplanmıştır. Roma devletinin son dönemlerini hatırlatan bu görünümden hareketle, onların medeniyetinin “kurtlaşmış bir ağaç” haline geldiğini, çökmesinin çok uzun zaman almayacağını söyleyebiliriz.158

Hal ise, içinde bulunduğumuz zamandır. Her yeni gün, hemen herkes için bir yeni âlemin kapısıdır ve her yeni gün, insanlara sunulan fırsatlarla doludur. Bize sunulan “her an” için, bizden beklenen bir hareket ve tavır vardır.

Hayatımız kum saatine benzer. Binlerce kum tanesi, kum saatinin boğumundan birer birer geçer. Üç-beş kum tanesini aynı zamanda geçirmek için kum saatini kırmak gerekir. Her gün yapmak zorunda olduğumuz yüzlerce iş vardır. Bu işleri, kum tanelerinin geçişi gibi birer birer yapmalıyız. Yoksa işlerin altında kalır, çökeriz.159

Yaşadığımız zamanı değerlendirme hususunda Pascal şöyle der: “…Bize ait olmayan zamanlar üzerinde kafa yoruyor, bize ait olan biricik zamanı ise asla düşünmüyoruz. Olmayan zamanların rüyasını kurarken, elimizdeki biricik zaman körü körüne elimizden uçup gidiyor.”160

Bazıları, geçmiş ve geleceği yaşadığı güne yüklemek isterler. Hâlbuki her günün ve hatta her anın kendine göre bir yükü vardır. Bu yük, ağır bir musibet bile olsa, onu kaldırabilecek sabır kuvveti insana verilmiştir. Fakat bu yüke, geçmiş ve gelecekten bazı yükler de ilave edilirse, en kuvvetli omuzlar bile buna dayanamaz. Mesela, evlenecek bir bayan, ömür boyu yıkayacağı tabakları birden bir dağ gibi karşısında görse, herhalde evlilikten vazgeçer. Hâlbuki her gün sadece üç-beş tabak yıkayacaktır.

Dolayıyla siz, yarının henüz kirlenmemiş tabaklarını bugünden yıkamaya kalkmayın. Dünkü yıkadıklarınızı ise, bugün tekrar yıkamayın!161 Bir başka ifadeyle “dövülmeden ağlamayın!”162

İstikbal ise, hazırlanmak içindir. Mesela, bugünün gençleri yarınların şartlarına göre yetiştirilmelidir. Hamdi Yazır şöyle der:

“İnsanlar daha ziyade ileriyi görsün diye gözleri öne nazır olarak yaratılmışlardır… Boyunları ise, ihtiyaç olduğunda öndeki gözleri arkaya çevirip baktırabilecek hareketli bir mihver halindedir… Bir istikbal yolcusu için bu yaratılış şeklinin büyük bir uyarıcı önemi vardır.”163

Gerçek bir istikbal yolcusu, yazın sıcağı altında kışın soğuğunu düşünüp odun kömür alır. Kışın soğuğu içerisinde baharı düşünür, tarlaya tohum eker. Onun gibi, aslında gerçek istikbal kabir ve kabir ötesi sonsuz hayattır. “İlericiyim” diyen pek çok insanın bakış ufku ancak kabre kadar uzanır. “Gerici” damgası vurdukları Müslüman ise, şimdiki hayatta, ta ebede kadar uzanan ahiret âlemini görür, valizini ona göre hazırlar.

33-Yeni ufuklar

Var olanla yetinmeyin, yeni ufuklara yönelin!

İnsan, çok yönlü ve çok kapasiteli bir varlıktır. Bu cihetle, onun belli bir alandaki cüz’i bir başarıyla teselli bulmak yerine, her alanda büyük olmaya çalışması gerekir. Zira “mevcuda iktifa dûn-himmetliktir.”164 Yani, eldekiyle yetinmek gayretsizliktir.

Eskide “hüsn-i külli” denilen ve günümüzde “toplam kalite” adıyla ifade edilen bir esası, kişinin kabiliyet ve kapasitesini değerlendirmesi açısından da ele alabiliriz. Şöyle ki:

Cenab-ı Hak, bütün kemal sıfatlarıyla muttasıftır. O’nun bütün isimleri, kemalatının birer unvanıdır. Mesela O, yaratıcı olduğu gibi, aynı zamanda rızık verendir. Adil olduğu gibi, aynı zamanda affedendir. Şekillendiren olduğu gibi, aynı zamanda en güzel renklerle renklendirendir…

Her biri birer sanat harikası olan varlıklardaki mükemmellik, onların yaratıcısındaki mükemmelliğin en güzel bir delilidir. Mesela, meyve olarak yediğimiz elma, hem şekil, hem renk, hem desen, hem gıda… olarak en güzel bir tarzdadır. Onun ağacı, en ideal boyutlardadır. Sözgelimi kavak gibi uzun olmadığı gibi, bir süs bitkisi gibi kısa da değildir. Şekil olarak ise tam bir tenasüp içindedir…

İşte, insan dahi Allah’ın en seçkin muhatabı olarak, “İlahi ahlak” ile ahlaklanmalı, her cihetten en mükemmel olmaya gayret göstermelidir. İlimde zirvelere doğru yol alan birisi, amelde de zirveyi zorlamalı, bildiği meseleleri ifadede güçlük çekmemeli, beşerî ilişkilerde rahat hareket edebilmelidir…

Said Havva, ilk Müslümanlarla sonraki nesiller arasındaki farka şu şekilde işaret eder:

“İlk Müslümanlar; âlim, zahit, abid, savaşçı, davetçi, cesur, net tavırlı, hikmet sahibi, siyasi, idareci, akıllı, ferasetli… idi. Sonraki Müslümanlar ise, bu özellikleri bir bütün olarak kendinde gösteremiyor. Bakıyorsunuz âlim bir insan; fakat cihadı bilmiyor. Yahut cihadı biliyor, Allah’ı tanımakta noksan… Veya siyasetçi; fakat ilim ve hikmet sahibi değil…”165

Örnek insan Hz. Peygamber her yönden mükemmeldir. Mesela O, ibadette zirvede olduğu gibi beşeri ilişkilerde de zirvededir. Bir aile reisi olarak en mükemmeli gösterdiği gibi, bir devlet reisi olarak da en mükemmeldir. Affetmekte en ileride olduğu gibi, yeri geldiğinde cephede en başarılı bir kumandandır…

Bu cihetle baktığımızda, insanın önünde sadece bir zirve değil, pek çok zirveler olduğu görülecektir. Âdeta her hedef bir ufuktur. O ufka varıldığında, başka ufuklar insanın karşısında arz-ı endam etmektedir. Böylece, her alanda başarıya göz dikmiş bir insanın ömrü, bir ufuktan bir başka ufka, oradan yeni ufuklara doğru yol almakla devam edip gidecektir. “Salaten tüncina” duasında, Cenab-ı Haktan istemiş olduğumuz “aksa’l- ğâyât”ın/ en ileri hedeflerin bir sırrı herhalde bu olsa gerektir.

1 Âl-i İmran, 139

2 Ali Nihat Tarlan, Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor, Ötüken Yay. İst. 1996, s. 181

3 Dale Carnegie, Üzüntüsüz Yaşamak Sanatı, Timaş Yay. İst. 1994, s. 78-79

4 Selahaddin Şimşek, Özdeyişler, Zafer Yay. İst. 1996, s. 29

5 Ali Erkan Kavaklı, Güldeste, Nesil. Yay. İst. 2000. s. 255

6 Said Nursi, Muhakemat, Envar Neşriyat, İst. 2002, s. 24

7 Nursi, Muhakemat, s. 90

8 Carnegie, Üzüntüsüz Yaşamak, s. 159

9 Şimşek, Özdeyişler, s. 45

10 Anthony Robbins, Sınırsız Güç, Ter. Mehmet Değirmenci, İnkılap Kitabevi, İst. s. 12

11 Şimşek, age., s. 42

12 Enfal, 39

13 Bakara, 256

14 Robbins, Sınırsız Güç, s. 391

15 Bkz. Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neş. İst. 1991, s. 60

16 Necib Fazıl Kısakürek, Çile, b.d. Yay. İst. s. 388

17 İbn Haldun, Mukaddime, Mektebetü’t – Ticariye, Mısır, s. 41-42

18 Tevbe, 128

19 Şuara, 3

20 Mesela bkz. Yunus, 65; Kasas, 56; Fatır, 8; Yasin, 76; Ahkaf, 35

21 Şerif Radi, Nehcül-Belağa, Müessesetü’l- Mearif, Beyrut. s. 681

22 Nursi, Hutbe-i Şamiye, Envar Neş. İst. 1990, s. 59

23 Nahl, 120

24 Buhârî, İlim 10; Ebu Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19; İbn Mâce, Mukaddime 17

25 Nursi, Tarihçe-i Hayat, Sözler Yay. İst. 1976, s. 553-554

26 Muhammed Aclûni, Keşfu’l-Hafa, Daru İhyai’t- Türasi’l- Arabi, Beyrut 1351 h. I, 462-463

27 Aclûni, age. I, 393

28 Kemal Ural, Küçük Şey Yoktur, Şule Yay. İst. 1996, s. 186

29 Celaleddin Rûmi, Ter. Tahiru’l- Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, Ahmed Said Matb. İst. 1963, s. 41

30 Sabahattin Eyüpoğlu, Yunus Emre, Cem Yay. İst. 1976. s. 29

31 Eyüpoğlu, Sabahattin, Yunus Emre, Cem Yay. İst. 1976. s. 52

32 Buhâri, Edeb, 41; Müslim, Birr, 157

33 İncil, Yeni Yaşam Yay. İst. 1995, Matta, 4/18-20

34 Carnegie, Dost Kazanmak Sanatı, Timaş Yay. İst. 1994, s. 32

35 Tirmizi, Sünen, Menakıb, 10

36 Tirmizi, Birr, 36

37 Necm, 39

38 Enfal, 60

39 Tirmizi, Tefsir, 8/5

40 Ra’d, 11

41 Rûmi, Mesnevi, Ter. Veled İzbudak, MEB. Yay. Ankara, V, 98

42 Şimşek, Özdeyişler, s. 22

43 Alak, 1

44 Aclûni, Keşfu’l-Hafa, I, 138

45 Zübeyir Gündüzalp, Altın Prensipler, Yeni Asya Gazetesi Neş. İst. 1990, s. 32

46 Bkz. Âl-i İmran, 7; Nisa, 162

47 J.J. Rousseau, İlimler ve San’atlar Hakkında Nutuk, Ter. S. Eyüpoğlu, MEB. Yay. Ankara, 1943, s. 41

48 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I, 566-567

49 Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Envar Neşriyat, İst. 2002. s. 254

50 Frithjof Schuon, İslamın Metafizik Boyutları (Dimensions of Islam), Ter. Mahmut Kanık, İz Yay. İst. 1996, s. 194

51 A’raf, 198

52 Yusuf, 105

53 Ra’d, 7

54 Carnegie, Üzüntüsüz Yaşamak, s. 106

55 Kısakürek, Çile, s. 265

56 İsra, 79

57 Bkz. Nursi, Lem’alar, s. 258

58 Lukman, 6

59 Aclûni, Keşfu’l-Hafa, II, 291

60 İnşirah, 7

61 Bkz. Ural, Küçük Şey Yoktur, s. 23

62 Meryem, 39

63 Teğabün, 9

64 Tirmizi, Zühd, 64

65 Mü’minun, 107

66 Fatır, 37

67 Bakara, 216

68 Carnegie, Üzüntüsüz Yaşamak, s. 111

69 Robbins, Sınırsız Güç, s. 56

70 Müslim, Zühd, 64

71 Ural, Küçük Şey Yoktur, s. 30

72 En’am, 27

73 Ahzab, 66-68

74 Furkan, 27-29

75 Hakka, 25-29

76 Carnegie, Üzüntüsüz Yaşamak, s. 74-75

77 “Küçük şey yoktur” ifadesi Kemal Ural’ın bir kitabının ismidir. Takdiminde belirtildiği üzere “otuz yılda bestelenen” bu kitap, çok değerli bir mesajlar manzumesidir.

78 Müslim, Birr, 144

79 Buhâri, Enbiya, 54; Müslim, Birr, 133-134

80 Buhâri, Mezalim, 23; Müslim, Selam, 153

81 Robbins, Sınırsız Güç, s. 380

82 Tahrim, 6

83 Kısakürek, Çile, s. 256

84 Robbins, Sınırsız Güç, s. 79

85 Ural, Küçük Şey Yoktur, s. 232-233

86 Ural, age. s. 232

87 Rûmi, Mesnevi, ( Tahiru’l- Mevlevi), I, 256

88 Bakara, 168

89 Yusuf, 53

90 En’am, 32

91 Alexis Carrel, Dua, (“Başarının Sırları” – “Yarınlara Doğru” kitaplarıyla birlikte), Ter. Alper Yücetürk, Yağmur Yay. İst. 1981, s. 443

92 Toshihiko Izutsu, Kur’anda Allah ve İnsan, Ter. Süleyman Ateş, Kevser Yay. Ankara, s. 183

93 Mü’min, 60

94 Furkan, 77

95 İncil, Luka, 11/9-10

96 Ali Ulvi Kurucu, Gümüş Tül ve Alevler, Nedve Yay. İst. 1970, s. 36

97 Zümer, 53

98 Nursi, Lem’alar, s. 12

99 Vehbi Vakkasoğlu, Üzüntüsüz Yaşamak, Nesil Yay. İst. 1998, s. 157-158

100 Carnegie, Üzüntüsüz Yaşamak, s. 31

101 Robbins, Sınırsız Güç, s. 62

102 Yunus, 87

103 Kadı Beydâvi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, Ter. Şadi Eren, Selsebil Yay. İst. 2011, I, 365

104 Âl-i İmran, 26-27

105 Şimşek, Özdeyişler, s. 6

106 Müslim, Müsafirin, 139

107 Şimşek, Özdeyişler, s. 17

108 Yusuf, 108

109 Ahzab, 21

110 İmam Malik, Muvatta, Çağrı Yay. İst. 1981, Kader, 3

111 Buhâri, İlim, 10; Ebu Davud, İlim, 1; Tirmizi, İlim, 19

112 Nefsin bu mertebeleri için bkz. Yusuf, 53; Kıyame, 2; Fecr, 27; Şems, 7

113 Mesela bkz. Aclûni, Keşfu’l-Hafa, I, 143

114 Bkz. Nursi, Mektubat, Envar Neş. İst. 1993, s. 33-34

115 Nursi, Sözler, Envar Neş. İst. 1993, s. 250

116 Maide, 105

117 İbn Mace, Fiten,20; Ebu Davud, Melahim,17; Tirmizi, Fiten, 8

118 Müslim, Birr, 14; Tirmizi, Zühd, 52

119 Carnegie, Üzüntüsüz Yaşamak, s. 33

120 A’raf, 175-176

121 Tirmizi, Zühd, 11; İbn Mace, Fiten, 12

122 Müslim, Zikir, 73; Tirmizi, Daavat, 68; İbn Mace, Dua, 2-3

123 Nursi, Muhakemat, s. 43

124 Tirmizi, Birr 66

125 İsra, 11

126 Bkz. Maide 26 ve Bakara 51

127 Mesela bkz. A’raf, 54; Yunus, 3; Hud, 7…

128 Muhammed Ali Sâbuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Yay. İst. 1987. I, 573

129 Kehf, 54

130 A’raf, 199

131 Fussılet, 34

132 Furkan, 63

133 Nahl, 66

134 Saff, 2

135 Bakara, 44

136 Şûra, 38

137 Bakara, 30

138 Beydâvi, I, 110

139 Tirmizi, Cihad, 35

140 İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut 1971, II, 272

141 İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, Kahraman Yay. İst. 1985, II, 128; Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II, 1214

142 Âl-i İmran, 159

143 Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Gayb (Tefsiru Kebir), Daru İhyai’t- Türasi’l-Arabi, VIII, 205-206; Beydâvi, I, 450

144 Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’ân, Daru’ş- Şuruk, 1980, I, 501

145 Razi, Mefatihu’l-Gayb, VIII, 205-206

146 En’am, 116

147 Bakara, 249

148 Nursi, Muhakemat, s. 21

149 Robbins, Sınırsız Güç, s. 88

150 Müslim, Birr, 139; Ebu Davud, Edeb, 77

151 Carnegie, Dost Kazanmak, s. 130

152 Mesela, bkz. Bakara, 8-9; 204-204

153 Nursi, Mektubat, s. 265

154 Buhâri, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66-67

155 Âl-i İmran, 103

156 Tirmizi, Fiten, 7

157 Yusuf, 111

158 Bkz. Nursi,

159 Bkz. Carnegie, Üzüntüsüz Yaşamak, s. 21

160 Blaise Pascal, Düşünceler, Ter. Metin Karabaşoğlu, Kaknüs Yay. İst. 1996, s. 31

161 Carnegie, Üzüntüsüz Yaşamak, s. 188-189

162 Nursi, Lem’alar, s. 11

163 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I, 58

164 Nursi, Mektubat, s. 477

165 Said Havva, Cünudullah, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, s. 168

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir