Üslûb

Üslûb, ifade tarzı demektir. Her hatibin bir konuşma tarzı vardır. Üslûbu teşekkül etmiş bir insan, nerede olursa olsun, ifadelerinden hemen tanınır. “Üslûb-u beyan, aynıyla insan” şeklinde özetlenen bu durum şöyle de ifade edilir: “Ağzınızı her açışta, başkaları oradan içinizi seyreder.”

Tahiru’l – Mevlevi’nin dediği gibi, “Üslûbu teşekkül etmiş, belli bir kimlik kazanmış olanların imzaları, yazılarının altında değil, satırlarının arasında bulunur.”1 Sözgelimi, Necib Fazıl gibi bir şairin ifadelerine aşina birisi, onun bir başka şiirini okuduğunda, şiirin sonunda “Necib Fazıl” imzasını görmeden şiirin kime ait olduğunu bilebilir.

Mevlana, bu konuda şöyle der: “Dil, gönüle perdedir. Perde deprendi mi, sırlara erilir. Çayırlıktan, çimenlikten gelen yel, külhandan (hamamdan) esip gelen yelden farklıdır. Korkakların narasıyla, babayiğit erlerin narası, tilkiyle aslanın sesi gibi farkedilir. Yahut dil, tencerenin kapağına benzer. Oynadı, açıldı mı, içinde ne yemek var anlarsın.”2

“İnsan, dilinin altında gizlidir. Bu dil, ruh kapısının perdesidir. Bir rüzgâr perdeyi kaldırınca, evin içerisi bize görünür.”3

Üslûbun Teşekkülü

Her insanın şu umumi dünyadan hususi bir dünyası vardır. Ellerinde büyükçe birer ayna olan kişiler aynaları bir saraya karşı tutsalar, o saray her birinin aynasında bir görüntü olarak görülür. Aynalardaki bu görüntü, her bir aynanın şekline ve rengine göre değişir. Kırık aynada saray parça parça görülür… Eğri aynada eğri büğrü… Keza kırmızı aynada görüntü kırmızı, yeşil aynada görüntü yeşildir. Sarayın net görüntüsü, ancak düz ve renksiz aynalarda gerçekleşir.

Onun gibi, her insanın mahiyet aynasında şu âlemin bir görüntüsü vardır. Neşeli bir insan, her şeyi güler ve neşeli görür. Ağlayan biri, âlemdeki her şeyi ağlıyor zanneder. İnsanın mahiyet aynası ise, o kimsenin meşguliyetine, dikkat ettiği şeylere, ilgi duyduğu san’atlara göre şekillenir.4 İşte, birisi konuştuğunda, onun ifadelerinden iç âlemine uzanabilir, onun dünyasında neler olduğunu hissedebilir, elemlerinden ve emellerinden haberdar olabiliriz. Mesela, “bu şehirde kaç tane rakibiniz var?” diye sorduğumuz bir esnaf, “rakiplerimiz değil, meslektaşlarımız var” cevabını verdiğinde, onun nezaketli iç âlemini hemen hissedebiliriz. “Adam, oturuşuyla bir dik kenarlı üçgeni andırıyordu” diye konuşan bir kimsenin matematikle ilgilendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İmtihanı kıl payı kaybeden bir delikanlının “direkten döndük” ifadesinden futbola düşkünlüğünü sezebiliriz. Hasta annenin durumunu soran babaya, çocuğunun “görüntü net ama ses bozuk” diye cevap vermesinden, çocuğun televizyon müptelası olduğunu anlayabiliriz…

Bir de şu şiire bakalım:

“Gül hazin, sünbül perişan… Bağzarın şevki yok.

Dertnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok.

Başka bir haleyle çağlar, cûybârın şevki yok.

Ah eder, inler nesîm-i bî-kararın şevki yok.

Geldi amma neyleyim, sensiz baharın şevki yok.”5

Recaizâde Ekrem, bu hüzünlü ifadeleri Şevki isimli bestekâr arkadaşının vefatı üzerine yazmıştır. Bu ifadelerden, şairin hüzünlü iç âlemini görmek mümkündür. Mesela, “Başka bir haleyle çağlar, cûybârın şevki yok” derken, ırmakların dahi kederinden başka bir hal ile çağladığını anlatmaktadır.

“Hâk-i pâyine yetem der ömürlerdir muttasıl,

Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su”6

diyen Fuzûlî ise, Peygamber aşkıyla ve hasretiyle tutuşan suların, Rasulullahın ayağına yüz sürmek için çağladığını ifade eder. Her ikisi de suya bakmış ve kendi ruh hallerine göre suyun akışından bir mana sezinlemişlerdir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, konumuza ışık tutan pek çok ayet vardır. Mesela, münafıklarla ilgili olarak Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber’e şöyle bildirir:

“Dilesek biz onları sana gösterirdik de, kendilerini simalarıyla tanırdın. Fakat sen onları sözlerinin edasından tanırsın.”7

Yani, münafık sözlerinde tutarsızdır. Konuşması esnasında, münafıklığına alamet bazı şeyler kendini gösterecektir. “Mü’minin ferasetinden korkun. Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar” 8 diyen Rasulullah’ın o engin ferasetinden, böylelerinin halleri gizli kalması elbette mümkün değildir.

Hüdhüd, Hz. Süleyman’a hizmet eden bir kuştur. Ordu sefere çıktığında yerin neresinde su bulunduğunu haber vermektedir.9 Bir nevi su mühendisidir. Yemendeki Sebe isimli beldeye gidip döndükten sonra, Hz. Süleyman’a güneşe tapan bir kavme rastladığını söyler ve şöyle der:

“Göklerde ve yerde gizlilikleri çıkaran, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz her şeyi bilen Allah’a secde etmezler.”10

Cenab-ı Hakk’ın nice vasıfları varken, Hüdhüdün “göklerde ve yerde gizlilikleri çıkaran….” şeklinde Cenab-ı Hakk’ ı nitelemesi, Hüdhüd’ ün kendi san’atının ifadesine yansımasıdır.

Üslûb Mertebeleri

Üslûb, genelde üç mertebe olarak ele alınır:

1- Mücerred (sade) üslûb.

2- Müzeyyen (süslü) üslûb.

3- Âlî (yüce üslûb). 11

Mücerred üslûb, mananın sade ifadelerle anlatılmasıdır. Günlük konuşmalar, resmi yazışmalar, ders kitapları genelde bu üslûb çerçevesindedir.

Müzeyyen üslûb, manayı süslendirerek anlatmaktır. Şairlerin, hatiplerin ifadeleri ekseriya bu üslûbla olur.

Âlî üslûb ise, yüksek manaların muhteşem ifadelerle anlatılmasıdır. Kur’ân’ın üslûbu, baştan sona âlî bir üslûbtur. Belağatın zirvesinde yer alan bazı zatların bazı kelâmları da, bu üslûb çerçevesinde mütalaa edilebilir.

“Müslümanlıkta köle almak köle olmaktır”12 diyen Ahmet Cevdet Paşa’nın Mecelle’deki ifadeleri;

Cemil Meriç’in “Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi, belki açarlar, belki açmazlar”13 tarzındaki sözleri;

Selahaddin Şimşek’in; “Göklere giden yolu bulmak isteyenler, Allah’ın elçisinin yerdeki ayak izlerini takip etsinler.”, “Deha, imkânsız zannedilende mümkünü görebilmek demektir. Gemilerin karada da yüzebileceğini sezmek, Mehmet’lerden birini Fatih yapar”14 şeklindeki ifadeleri, süslü üslûb sınırını aşıp, âlî üslûb seviyesinden birer hitaptır.

Bu tür ifadeler, bir sayfalık, hatta bazen bir kitaplık muhtevayı bir cümleyle verebilir. Güllerin preslenmesiyle önce gülsuyu elde edilir. Gülsuyunun damıtılmasından ise, gülyağı meydana gelir. Bir gram gülyağı, litrelerce gülsuyundan daha tesirlidir. Kokusu, haftalarca devam eder. İşte, âlî üslûbla söylenmiş sözler de gülyağına benzer. Bu tür sözlerin etkisi aylarca, hatta yıllarca sürer; bazen bir ömür boyu devam eder.

1 Mevlevi, s. 178.

2 Mevlâna Celaleddin Rûmi, Mesnevi, Tercüme ve Şerh: Tahiru’l- Mevlevi, Ahmet Said Matb. İst. 1963, VI, 390.

3 Rûmi, age. VI, 258.

4 Bkz. Said Nursî, Muhakemat, Sözler Yay. İst. 1977, s. 81-82

5 Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, İnkılap Kit. İst. 5. bsk. s. 113

6 Haluk İpekten, Fuzûlî, Akçağ Yay. Ankara, 1991, s. 90

7 Muhammed, 30.

8 Muhammed Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1351 h. I, 41

9 Fahreddin Râzî, Mefatihu’l-Gayb (Tefsiru Kebir), Daru İhyai’t- Türasi’l-Arabi, XXIV, 189; Kâdı Beydâvî, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t – Te’vil, Daru’l – Kütübi’l – İlmiyye, Beyrut, 1988, II, 174

10 Neml, 23-25

11 Nursî, Muhakemat, s. 98

12 Kamil Miras, Tecrid -i Sarih Tercümesi, Diyanet Yay. Ankara. VII, 466- 467

13 Meriç, s. 198

14 Selahaddin Şimşek, Özdeyişler, Zafer Yay. İst. 1996, s. 6 ve 17

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir