Temsili bir nevi sembolik anlatım olarak görebiliriz. Mesela, ilim nur ile, cehalet karanlık ile, bilginler yıldızlarla, nifak bukalemun ile, cesaret aslan ile… sembolize edilir. Bunlara baktığımızda, benzetilen şeylerin benzeyen şeyleri hatıra getirdiklerini görürüz.
Sembol, “görülen bir surette görülmeyen bir hakikate işaret eder. Bu işaret, ruhun derinliğine, şuuraltındaki sahalarına kadar tesirler bırakıp birçok fikir ve duyguları uyandıracak kadar kuvvetlidir… Sembol, kutsal olanın iki tarafını, yani heybet ve korku uyandıran celal ile, hayranlık ve zevk bahşeden cemali ihtiva etmektedir.”1 Bir Hristiyan için haç’ı, bir Müslüman için Kâbe’yi görmek, bu görülenlerin fevkinde engin ufuklar açar.
Trafik işaretleri, belli manaların sembolik ifadesinden ibarettir. Böyle bir anlatım, doğrudan ifadelerle anlatmaktan daha rahat, daha kalıcıdır.
Kur’ân-ı Kerim, getirilen bazı mesel ve temsillerde anlatılan olayın sadece bir temsil olduğuna “onların meseli şöyle birinin meseli gibidir” demek suretiyle dikkat çeker.2
Hamdi Yazır, meselenin bu yönüyle alakalı şöyle der:
Zamanlar olmuş ki, önceki dinlerin makulatının ruhu, karinesiz temsiller ile ifham ve tamim edilmiş ve temsili, tersim ve tecsim ile timsaller de takip etmiş ve bu suretle ruhlar unutulup putlara, timsallere perestiş olunmuştur… Kur’ân ise, insan ruhunu meselden hakikate, temsilden tahkike terakki ettirmiş, tahkik ile temsil arasına karine-i zahire koyarak hak ile batılı birbirine karışmaktan korumuştur.3
Yani, dinlerin akla hitap eden hakikatleri yer yer temsillerle, resim ve heykel gibi sembollerle anlatılmış, ama bunların sembol olduğu unutulunca zamanla birer put halini almıştır.
“Biz onlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz”4 diyerek putlara tapan cahiliye müşriklerinin durumu bu hakikate güzel bir misaldir. Onlar pencereden bakmak yerine pencereye bakmışlar; şekilden hakikate, lafızdan manaya geçememişlerdir.
Şu olay, meselemizi vuzuha kavuşturacak inceliklerle doludur:
Doğu Türkistanlı bir Müslüman âlim Çin’de seyahat ederken dünyanın en büyük Buda heykellerinden birinin bulunduğu bir mabede gider. Oradaki rahiple aralarında şöyle bir konuşma geçer:
-Bu heykeli siz kendi ellerinizle yaptınız. Kendi elinizle yaptığınıza nasıl taparsınız?
-Sen hangi dindensin?
-Müslümanım.
-Hani siz de siyah bir taşın önünde ibadet yapıyorsunuz ya, işte öyle bir şey!
-Ama biz o taşa (Kâbe’ye) değil, onun Rabbine ibadet ediyoruz. Kur’ân bize “Öyleyse bu Beytin Rabbine ibadet etsinler”5 diyor, yüzümüzü Allaha çeviriyor. Kâbe, bizim sadece kıblemiz.
Kâbe, yeryüzünde ilk mabettir. Bütün Müslümanlar dünyanın dört bir yanından Kâbe’ye yönelirler, böylece tevhid-i kıblede bulunurlar.
Kâbe, beytullahtır. Üstteki ayette olduğu gibi kısaca “beyt” de denir. Bir evi ziyaret ettiğimizde ev sahibinin ikramda bulunması misali, Allah da Beytini ziyarete gelenlere özel ikramlarda bulunur. Hac ve umre vesilesiyle o mübarek yerlere gidenlere “Rahmanın misafirleri” anlamında “duyufu’r- Rahman” denilir. Aslında her bir insan yeryüzü misafirhanesinde Allah’ın misafiridir. Ama öyle anlaşılıyor ki hac ve umre için Kâbe’yi ziyaret edenler VIP tarzında “özel misafirlerdir.”
Özellikle hac ibadeti pek çok sembollerle doludur. “Gerçekten Safa ve Merve Allah’ın şeairindendir”6 ayeti bu noktada bize rehberlik etmektedir. Şeair, din ve inancın alametlerini ifade eder. Allah’ın şeairi, Allah’a alamet olan şeyleri içine alır. Arafatta vakfe, tavaf, sa’y, şeytan taşlamak, kurban kesmek gibi hac menasiki, hep şeairdendir.7
Ayette geçen Safa ve Merve, Hz. Âdem ve Havva’nın oturdukları, keza Hz. İbrahim’in hanımı Hacer’in su bulmak için gidip geldiği iki tepenin adıdır.8 Bu iki tepe arasında hacıların sa’y yapmaları o olayları hatırlamaktır. Hac’da şeytan taşlamak “adüvv-i mübin” olan o apaçık düşmanı tahattura yöneliktir.
“Kâbe, mü’minlerin namazlarında kendisine yöneldikleri bir teveccüh noktası, bir kıblegah olmaktan öte; mutlak, kendisi hiçbir şeye benzemeyen, eşyaya varlık veren ve beşerî tefekkür burçlarını aşan yüce Allah’ın yeryüzündeki bir alameti, bir nişanıdır.”9
“Mü’min ile Kâbe arasındaki münasebet, insanın taştan mürekkep bir nesneyle olan münasebetini aşmakta olan dipdiri diriltici ve özlü bir ilişkidir.”10
Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de Kâbe’den “beytim: evim” diye de bahseder. Hz. İbrahim ve İsmail’e şöyle ahid verir: “Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve sücuda varanlar için Beytimi tertemiz bulundurun.”11
Kur’ân ayetlerinde Kâbe’den “Beyt-i Atik” olarak da bahsedilir.12 “Atik” kelimesi, hem “eski” hem de “hür” anlamında kullanılır.13 Bu ikinci manaya göre Kâbe, hürriyetin, tam bağımsızlık ve kurtulmuşluğun tek gerçek simgesidir.14 Şüphesiz bu kurtuluş her şeyden önce nefs-i emmarenin esaretinden ve şeytanın rezil istibdadından kurtulmak şeklinde tecelli edecektir. Zira gerçek hürriyet, Allah’a kul olmakla gerçekleşir. Kâbe bedenin kıblesidir. Ruhun kıblesi ise Allah’tır.
Şu ifadelerle, Ka’be’ye müteveccih bir mü’minin iç dünyasına bakabiliriz:
“Müşahhas bir akis önce dikkatimizi çeker, ama hemen arka planı maverasını tecessüs ettiğimiz ruhî menzil, manevi derinlik… İçimizde kopan tasavvurlar, ifadeler, ruh ummanımızdaki kabarmalar, patlamalar, fırtınalar ve sükûnet…”15
Tasavvuf, insanın manevi hayatına bir derinlik katar. Serrac’ın nazara verdiği “sûfinin haccı” olayında bunun bir kısım numunelerini görebiliriz:
Sûfi, mîkat mahalline (kutsal toprakların sınırına) varınca bedenini su ile, kalbini tevbe ile yıkar.
Elbiselerini çıkarıp ihrama girdiğinde, çıkan elbiseleriyle beraber kalbindeki kin, haset gibi kötü duyguları da çıkarıp atar.
Kâbeye geldiğinde baş gözüyle Beytullah’a bakar, kalp gözüyle ise Beytin Sahibine (Allaha) nazar eder.
Hacer-i Esvedi öptüğünde Allaha biatını tazeler.
Safa tepesine geldiğinde kalbin safvetine zarar verecek şeylerden arınır.
Safa-Merve arasında hervele (hafif tempolu) yürüyüşüyle nefis, heva ve şeytandan uzaklaşır.
Arafatta vakfeye durduğunda, kendisini Rabbinin huzurunda kıyamda görür.
Traş olurken, içindeki övülme ve yüceltilme türü duygularını da keser.
Kurban keserken, içindeki nefs-i emmareyi de kurban eder.16
Bu manaları öğrenen biri, hacdan gelen dostuna bunları tek tek hatırlatır, “Elbiselerini çıkarıp ihrama girdiğinde, çıkan elbiselerinle beraber kalbindeki kin, haset gibi kötü duyguları da çıkarıp attın mı? Kâbeye geldiğinde baş gözüyle Beytullah’a bakarken, kalp gözüyle Beytin Sahibine bakabildin mi? Kurban keserken, içindeki nefs-i emmareyi de kurban edebildin mi..?” şeklinde sorular sorar. Bütün sorularına “hayır” cevabı alınca şöyle demekten kendini alamaz:
“Dostum, sen haccetmemişsin, git bir daha haccet!”
1 A. Morie Schimmel, “Dinde Sembollerin Fonksiyonu Nedir?” Ankara Ün. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı III-IV (1954), s. 70
2 Mesela bkz. Bakara, 17-19; Cum’a, 5…
3 Yazır, I, 244-245
4 Zümer, 3
5 Kureyş, 3
6 Bakara, 158
7 İbn Manzur, IV, 413-414
8 Bursevi, I, 262-263
9 Sadık Kılıç, İslamda Sembolik Dil, İnsan Yay. İst. 1995, s. 71
10 Kılıç, age., s. 71-72
11 Bakara, 125. Ayrıca bkz. Hacc, 26
12 Hacc, 29 ve 33
13 İsfehani, s. 545
14 Kılıç, İslamda Sembolik Dil, s. 72
15 Kılıç, Kur’ân Sembolizmi, Kılıç Yay. Ankara 1991, s. 18
16 Bkz. Ebu Nasr Abdullah Bin Ali Serrac, Lum’a, (İslam Tasavvufu), Haz. Kamil Yılmaz, İst. 1996, s. 177-179
