İman – Küfür Muvazenelerinde Teşbih ve Temsiller

Mü’min ve kâfir aynı dünyada yaşamakla beraber, ayrı dünyaların insanlarıdır. Kur’ân-ı Kerim, nice ayetinde iman ve küfrün muvazenesini ve mukayesesini yapar. Bunu, hem doğrudan akla hitap eden ifadelerle, hem de akıl ve hisse hitap eden teşbih ve temsillerle gerçekleştirir. Mesela, şu ayetler meselenin aklî boyutunu anlatır:

Mü’min olan fasık olan gibi midir? Onlar müsavi olmazlar.”1

Cehennem ashabıyla cennet ashabı bir değillerdir. Kurtulanlar, Cennet ashabı olanlardır.”2

Yoksa o kötülükleri yapıp duran kimseler, kendilerini o iman edip salih ameller işleyen kimseler gibi yapacağız, hayat ve ölümlerini müsavi kılacağız mı sandılar? Ne kötü hükmediyorlar!”3

Şimdi, akla hitap eden bu ifadelerin teşbih ve temsillerine bakalım:

1-Tayyip ve Habis Ağaç

Görmedin mi, Allah nasıl bir misal verdi? Kelime-i tayyibe (hoş bir söz), kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç) Rabbinin izniyle her zaman meyve verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara böyle misaller getirir. Kelime-i habisenin (kötü sözün) durumu da, köksüz bir ağaca benzer. Onun bir kararı yoktur.”4

İslam, hurma misali hoş bir ağaca, şirk ise hanzale türü köksüz bir ağaca benzetilmiştir. İslam ağacının kökü, kalpteki “La ilahe illallah” kelimesidir.5

İman kalpte kök salar. Daima zahiri ve batıni salih amel meyvelerini verir.6

İman ve İslam ağacının kökleri ilim, marifet ve yakindir. Gövdesi ihlas, dalları amellerdir. Ağaç sulanmazsa kuruduğu gibi, kalpteki İslam ağacı faydalı ilim, salih amel, zikir ve tefekkürle sulanmazsa kurur. Habis ağaç ise şirk ağacına işarettir. Şirkin bir delili yoktur. Ne yerde sabit bir kökü, ne semada bir dalı vardır.7

Alûsî, ayetlerin işarî manasına şöyle işaret eder:

İman ağacının gövdesi marifet, dalları muhabbet, yaprakları şevk, bekçisi helal-harama riayettir. Bu ağaç her nefeste ubudiyet letaifinden ve Rububiyet envarının hissedilmesinden meyveler verir.8

İmanın tercümanı olan kelime-i tevhid hoş bir ağaç gibidir. Kökü kalben tasdik, dalı dille ikrar, meyveleri amellerdir. Meyvesi olmayan ağaç ta bir ağaçtır. Onun gibi, ameli olmayan bir mü’min, yine mü’mindir. Lakin ağaçtan beklenen meyvesidir. Meyve zamanı gelince meyve verme özelliği kaybolmuş ağaçlar, ateşe atılmaya hak kazanırlar.9

Râzî, daima meyve veren bu hoş ağacı marifetullah olarak yorumlar.10 Bizim bildiğimiz ağaçlar daim meyve vermez. Marifetullah ise daima meyvesini verir. Marifetullah ağacının kökü kalpte, meyveleri azalardadır. Marifetullahı elde eden birisinin bakışı ibret, işitmesi hikmet, sözü hakikattir. O kişiden sadır olan güzel söz, salih amel, hudu, huşu, Allah için gözyaşı, tezellül hep birer meyvedir.11

Pek çok rivayette bu ağacın hurma ağacı olduğu söylenmişse de, herhalde bunu o ağacı anlamada bir misal kabul etmek gerekir. Râzî, bu rivayetleri şöyle değerlendirir:

Böyle diyenler her ne kadar ayetin lafızlarının müfredatında isabet etmişlerse de, maksudun idrakinden uzak kalmışlardır… Bu ağacın hurma mı veya bir başka ağaç mı olduğu bizi ilgilendiren bir mesele değildir.”12

Kelime-i tayyibeyi, kelime-i tevhid, tesbih, tahmid, istiğfar, tevbe, dua gibi bütün güzel sözlere şamil olarak görmek de mümkündür. Nitekim bu tarzda da tefsir edilmiştir.13

Kelime-i tayyibenin en isabetli yorumu herhalde kelime-i tevhid olsa gerektir. Tevhid davasının temsilcileri olan nebileri de şecere-i nübüvvet şeklinde görebiliriz.14 Nübüvvet ağacı, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar her devirde meyvesini vermiştir. Bu ağaç, Hz. Peygamberden sonra ise, sıddıklar, şehitler, salihler şeklinde meyve vermeye devam etmektedir.

Habis ağaç ise, şirktir. Keza, her çirkin sözdür.15 Şecere-i tayyibeye misal olarak hurma verildiği gibi, şecere-i habiseye de “hanzale” isminde meyvesi son derece acı bir ağaç misal getirilir.16 Ayette tavsif edilen habis ağacın ne sağlam bir kökü, ne tatlı meyveleri vardır. Başta şirk olmak üzere, her batıl söz de böyle köksüz, böyle semeresizdir.

Cafer-i Sadık, ayette anlatılan habis ağacı şehvet ağacı olarak yorumlar. Şehvet ağacı nefis toprağında biter. Bu ağacın suyu emel, yaprakları tembellik, meyveleri günahlardır ve bu ağacın akıbeti, ateşte yanmaktır.17

Şia, temiz şecereyi Ehl-i Beyt, habis şecereyi ise Emeviler olarak değerlendirmek ister.18 Ehl-i Beytin temiz bir şecere olduğunda şüphe yoksa da, Emevilerin tamamını habis bir şecere tarzında görmek insafsızlıktır. Zira o şecerede Ömer Bin Abdülaziz gibi nice hoş insanlar da vardır.

2- Tayyip ve Habis Arazi

“Güzel memleketin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar. Çorak olandan ise, yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte biz, şükreden bir toplum için âyetleri böyle açıklarız.”19

Ayet, mü’min ve kâfir için bir meseldir.20

Ayrıca, şu yorumlar da yapılmıştır:

-Âdem ve nesli, kimi tayyip, kimi habistir.

-Allah’ın kitabını işitip aklıyla anlayan ve ondan faydalanan ve bir de tam tersi olanlar.21

-Çabuk anlayan, geç anlayanlar.

-Öğüt kabul eden ve etmeyen kalpler.

-Mü’min – münafık.22

Ayet, bir önceki ayetle beraber mütalaa edilirse daha iyi anlaşılacaktır kanaatindeyiz. Şöyle ki:

“O (Allah) ki, rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgârları gönderir. O rüzgârlar, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu ölü bir beldeye gönderdik. Sonra onunla (bulutla) yağmur yağdırdık. Böylece onunla her çeşit üründen çıkardık. İşte, ölüleri de böyle çıkarırız. Umulur ki düşünüp ibret alırsınız.”23

Ayetlerin yorumunda İbn Kayyim şöyle der:

Allahu Teâlâ semadan kalplere indirdiği vahyi, arza indirdiği suyu benzetti. Her ikisiyle de hayat husule gelmektedir. Kalpleri arza benzetti. Çünkü bitkiler arzdan çıktığı gibi, ameller de kalpten çıkar. Vahiyden faydalanmayan kalp, sudan faydalanmayan toprak gibidir. Vahye inanıp onunla amel eden kalp ise, yağmur vesilesiyle bitkilerini çıkaran arz gibidir.24

Bursevi, veciz bir şekilde ayetleri şöyle yorumlar: Ayetler, peygamberin kalplerin hayat suyu olan dinle gönderilmesine meseldir. Muhatapları ise iki kısımdır: Kabul edenler ve mahrum olanlar.25

Hamdi Yazır, benzeri bir yaklaşımla her iki ayeti beraberce değerlendirir. Şöyle ki: Peygamberler İlahi rahmetin müjdecisi ve neşredicisidirler. Taşımış oldukları mükellef kılınan şeyler ve hükümler, hayata vesile olan safi su ile dolu ağır bulutlar gibidir. Kur’ân, kalplerin ab-ı hayatıdır. Mükellef ve muhatap olan insanlar da iki kısımdır: Tayyibler ve habisler.26

Ayrıca, ayette ilahi rahmet öncesinde müjdeleyici rüzgârlardan bahsedilmektedir. “Cenab-ı Hak, yağmur yağdıracağı, nimet ve hayat neşredeceği zaman önce durgun havaları oynatır, sükûnlarını harekete tebdil eder.”27

Peygamberler ve peygamberlerin varisi olan zatlar, rahmet yüklü bulut gibidirler. Onların gelmesinden önce hava dalgalıdır. Fakat bu dalgalı havanın peşine yağmur gelecek, yeryüzü yeşillenecektir. Güzel araziler bu yağmurdan istifade ile biiznillah güzel bitkiler çıkarırken, çorak arazilerde ya hiçbir şey bitmeyecek veya bitenler de dikenler misali işe yaramayacaktır.

3-Sağır ve İşiten

“Bu iki fırkanın meseli, körle sağır, görenle işiten gibidir. Hiç bunlar müsavi olurlar mı? Artık düşünmez misiniz?”28

Ayette belirtilen iki fırka, ehl-i iman ve ehl-i küfürdür.29 Ehl-i küfür kör ve sağıra, ehl-i iman ise gören ve işitene benzetilmiştir. Râzî, ayetin yorumunda şöyle der:

İnsan ceset ve ruhtan meydana gelmiştir. Cesedin göz ve kulağı olduğu gibi, ruhun da göz ve kulağı vardır. Ceset, gözü görmez ve kulağı duymaz olursa şaşkınlaşır, bir şey yapamaz. Zulümat çukurunda ne yapacağını bilmeyen kimse gibi olur. Ne bir ışık görür, ne bir ses duyar. Hak yoldan sapan ve saptıran kimse de böyledir. Kalbi kör ve sağırdır. Dalalet karanlıklarında şaşkın bir şekilde kalır.”30

4-Karanlık ve Nur

Âma ile (görmeyenle) gören bir olmaz. Karanlıklar ile aydınlık da. Gölge ile sıcaklık da… Ölüler ve diriler de bir değildir. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Ama sen, kabirlerdekilere işittirecek değilsin.”31

Râzî ayeti şöyle yorumlar:

Kör, kâfirdir.

Gören, mü’mindir.

Zulümat ve nur, bunlardaki küfür ve imandır.

Zıll ve harur (gölge ve hararet) bunların akıbetidir. (Yani, mü’min Cennet bahçelerinde gölgelenecek, kâfir ise cehennem ateşinde yanacaktır.)

Diriler ve ölüler ise, mü’min ve kâfir için ikinci bir meseldir. Cenab-ı Hak, ikinci temsille sanki şöyle demiştir: “Mü’min ve kâfirin hali, görenle görmeyenin durumundan da ötedir. Mü’min hayat sahibi, kâfir ise ölü mesabesindedir.” 32

Râzînin bu orijinal yorumu yanında başka yorumlar da yapılmıştır. Mesela, kör ve gören, kâfir ve mü’min; zulumat ve nur, batıl ve hak; gölge ve hararet sevap ve cezadır. Diriler ve ölüler, âlimler ve cahillerdir.33

Zemahşeri diriler ve ölüleri, İslam’a girenlerle, girmeyip küfürde ısrar edenler şeklinde yorumlar.34

Seyyid Kutub, ayeti şöyle değerlendirir:

İmanın tabiatıyla basar, nur, zıll (gölge) ve hayatın tabiatı arasında bir bağ olduğu gibi, küfrün tabiatıyla da körlük, karanlık, hararet ve ölümün tabiatı arasında da bir bağ vardır.

-İman, kalpte, azalarda, duygularda bir nurdur. Bu nur, eşyanın gerçeklerini keşfeder.

-İman bir gözdür.

-İman, nefsin rahat nefes aldığı, kalbin rahatlık duyduğu bir gölgedir.

-Ve iman hayattır.

Küfür ise, bir körlüktür, zulmettir, hatta zulümattır, yakıcı bir ateştir, ölümdür.”35

5-Kör ve Gören

Kör ile gören, iman edip salih amel işleyenlerle kötülük yapanlar bir değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!”36

Kâfirin köre, mü’minin görene benzetilmesi daha önce geçtiği halde, bu ayeti burada ele alış sebebimiz, ayette temsil ile hakikatin beraberce zikredilmesidir.

Kör ile gören hakkında şu yorumlara da yer verilmiştir:

Gafil – uyanık.37

Kötülük yapan – iyilik yapan.38

Taklitçi cahil – delilleriyle bilen muhakkik.39

Bu yorumları tezat olarak değil tenevvü olarak görmek gerekir. Çünkü âyetin ifadeleri bu tür yorumlara müsaittir.

6-Ölü ve Diri

Bir kimse ölü iken biz onu dirilttik ve kendisine bir nur verdik, insanlar içinde onunla yürüyor. Hiç böyle biri, karanlıklar içinde kalan ve ondan bir türlü çıkamayacak olan kimse gibi midir?”40

İbn Kayyim temsili şöyle açar: Bir adam var, yolunu kaybetmiş. Gecenin karanlığı üzerine çökmüş, çıkış yolu bulamıyor. Bir başkası ise, gecenin karanlığında elinde meş’ale ile sakınacağı şeyleri görerek rahat bir şekilde yoluna devam ediyor.41

İbn Abbas’a göre, ölü halde olan kimse kâfir kişidir. Buna hayat verilmesi hidayettir. Ona verilen nur, Kur’ân’dır. Zulümat ise, küfür ve dalalettir.42

Ölü halde bulunan bu kimse, dalaletteki kişiyi temsil eder. Cenab-ı Hak ona hidayet ile hayat vermiştir. Bu temsilde dalalet ölüme, hidayet hayat vermeye benzetilmiştir.43

Ayette geçen ölüm, bir yönüyle cehalet, ölüye hayat verilmesi ise ilimdir.44 Cehalet karanlığı içinde âdeta ölü bir halde bulunan kimse, ilim nuruyla hayat bulur, insanlar içinde temayüz eder.

Râzî, ayette geçen nuru, akıl ve vahiy nuru olarak yorumlar ve şöyle der: “Basarın (gözün) ışığa ihtiyacı olduğu gibi basiretin (kalp gözünün) de akıl ve vahiy nuruna ihtiyacı vardır.”45

İşte böyle bir nurla insanlar içinde gezen mü’min, elbette küfrün karanlıkları içinde olan kâfir gibi değildir.

Ayetin Hz. Ömer ve Ebu Cehil hakkında indiğini söyleyenler olmuşsa da, Alûsî’nin de işaret ettiği gibi, lafzın umumî oluşundan hareketle bunu ancak bir misal olarak anlayabiliriz.46 Yani, Hz. Ömer İslam’a girmeden önce manen ölü idi. İlahi hidayet ile hayat buldu. İman ve Kur’ân nurlarına mazhar kılındı. İnsanlık âleminde seçkin bir konuma sahip oldu. Ebu Cehil ise, kendi hür iradesiyle karanlıklarda kalmayı tercih etti, karanlık işlerle uğraştı. “Cehlin babası” olarak anıldı.

7-Kalbte İnşirah ve Daralma

Allah kimi hidayetine erdirmek isterse, İslam’a sinesini açar (gönlüne genişlik verir.) Kimi de dalalette bırakmak isterse, onun da kalbini daraltır, göğe çıkacakmış gibi sıkıştırır.”47

Ayet, mü’minin ve kâfirin kalp âleminden bahsetmektedir. İlahi hidayete mazhar sineler inşirah halini yaşarlar. Dalalette olanlar ise, ızdırap halindedirler.

Ayette, dalalet ehlinin durumu “göğe çıkacakmış gibi olan” kimseye benzetilmiştir. “Haydi, göğe çık bakalım” denilen kimsenin kalbi nasıl daralır, sıkışırsa, kâfire de iman öyle zor gelir.48

Hz. Peygamber’e ayette geçen “İslam’a sinenin açılmasının ne demek olduğu” sorulur. Rasulullah, “Bu, Allah’ın mü’min kulunun kalbine bıraktığı bir nurdur. Bu nurla kalp, inşirah duyar, genişlenir.” der. Sahabe, “bunun bilinecek bir emaresi var mı?” diye sorunca Rasullulah şu cevabı verir: “Ebediyet yurduna ciddi teveccüh, şu aldanış diyarından yüz çevirmek ve daha gelip çatmadan ölüme hazırlık!”49

Dalalet içindeki kişinin sıkıntılı iç dünyasını tasvir eden bu ayet, aynı zamanda ilmî bir gerçeğe de işaret etmektedir. Şöyle ki: İnsan yükseklere çıktıkça kalbinde bir daralma, bir sıkışma hisseder. Zira her yüz metre yükseklikte hava basıncı bir derece düşmektedir. Basınç düştükçe ise nefes almak zorlaşır. Çok yüksekte uçan pilotların özel teneffüs cihazı kullanmaları şart olur.50

Arabistan gibi çöllerle, düz alanlarla kaplı bir yerde, tecrübî olarak bilinmesi mümkün olmayan bir meseleyi Kur’ânın bu şekilde ifade etmesi gerçekten dikkat çekicidir. Üstelik ayet dağa tırmanan kimseyi değil, semada yükselen ve göğsü daralan kimseyi örnek getirmiştir.51

8-Delile veya Heva’ya Uymak

Rabbinden bir beyyine üzere olan kimse, kötü işleri kendisine güzel gösterilen ve hevâlarına uyan kimseler gibi midir?”52

Mü’min Rabbinden bir beyyine üzeredir. Beyyine, delil, hüccet, ayet gibi anlamlar taşır.53 Kâfir ise, kötü işler yapar. Fakat bu kötülükler şeytan tarafından kendisine süslendirilmiştir. Sözgelimi, “içki içmekle ne olur sanki, insan şu dünyada keyfine bakmalı” gibi bir desiseyle, şeytan onu kandırmıştır. Böyle kimseler artık heva ve heveslerinin peşinden giderler. Antik çağ felsefesindeki hedonizm görüşü, nefsin kötü arzularına, heva ve hevese uymaktan başka bir şey değildir. Bu görüşün taraftarları günümüzde de sayıca hayli kalabalıktır.

Hedonizm (hazcılık/ lezzetiye) ekolü denilen bu felsefî akım, hayata zevk ve lezzet noktasından bakar. Bunların gayeleri, duyuların ve içgüdülerin tatminidir, zevktir. 54

Hedonist felsefenin meşhur simalarından Epikur’a göre, “hayatın amacı, yaşadığı an için acı duymamak, geçmiş durumları için hoş anıları olmak, gelecek için güven içinde bulunmaktır.”55

Bu ekolün özdeyişleri şudur: “Aç kalma, susuz kalma, üşüme!” Vücudun istedikleri, özledikleri bunlardır. Bu durumda olan veya ilerde bu durumda olacağını umabilen kimse, mutlulukta tanrı Zeus’la bile yarışabilir.”56

Hakim Tirmizi, heva hakkında şöyle der: “Âdemoğlundaki heva, bütün arzı kaplayan ve arkasında güneş olan bulut gibidir. Güneş bu şekilde bulutla kaplandığında, gündüz gece gibi olur. Küsuftan kurtulunca ise, bulutun sıyrılması derecesinde arz aydınlanır. Onun gibi, insandaki heva kalbi örter. Kalpteki nur, bulutun arkasındaki güneş gibidir. Kişi şeytanın aldatmasıyla Allah’a şirk koşar, güneşi küsuf tutar. Küfür, o perdedir.”57

Şu ayet böyle birinin durumunu anlatır:

“Kendi hevâ’sını ilahı edineni gördün mü? Allah onu bir ilim üzere saptırmış, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne bir perde çekmiştir. Artık onu Allah’tan sonra kim yola getirir?”58

9-Yüz Üstü Sürünenler

Yüz üstü sürünerek giden mi daha doğru, yoksa dosdoğru bir cadde üzerinde düzgünce yürüyen mi?”59

Ayet, müşrik ve muvahhid,60 mü’min ve kâfir,61 âlim ve cahil62 için temsil olarak değerlendirilmiştir.

Hamdi Yazır, bir üstteki ayetin evvelinde “Eğer O (Allah) rızkını size keserse kimdir size rızık verecek…?” denilmesini de nazara alarak şöyle yorum yapar: “İnsan olmak, süfli hayvanlar gibi yerde sürünmekte ve rızkı yerde aramakta değil, doğru bir yol ve istikametle hakka doğru düpedüz gitmektedir.”63

10-Uçurum Kenarındaki Bina

Binasını Allahtan bir takva (Onun haşyetiyle günahlardan uzak kalmak) ve O’nun rızasını kazanmak temeli üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını çökmeye yüz tutmuş bir uçurumun kenarına kurup, onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah, zalimler topluluğunu doğru yola erdirmez. Yaptıkları bu bina, kalpleri parçalanıncaya kadar, kalplerinde bir şüphe olarak kalacaktır. Allah ise, Alîm-Hakîm’dir (her şeyi bilir, tam bir hikmet sahibidir).”64

Ayet, “Mescid-i Dırar”dan bahseden ayetlerin peşinde gelmiş olup, mana olarak da onların bir devamı niteliğindedir. Münafıklar Ebu Amir isimli bir rahibin telkiniyle bir mescid inşa ederler. Bu mescid, İslam’a zarar vermek, küfrü yaymak, mü’minler arasına ayrılık sokmak, İslam düşmanlarına yataklık etmek niyetiyle yapılmıştır. Münafıklar mescide bir meşruiyet kazandırmak için Hz. Peygamberi davet ederler. Hz. Peygamber gideceği zaman gelen ayetler, işin içyüzünü ortaya koyar. Rasulullah’ın emriyle mescid yıktırılır.65

Ayette, bu münafıkların durumu mü’minlerle mukayeseli bir şekilde ele alınmıştır. Mü’minler, işlerini Allah korkusu ve rızasıyla yaparlar. Bu cihetle binalarını muhkem, sağlam yapmış olurlar. Münafıklar ise, Allah korkusu ve rızası gibi yüce değerlerden mahrumdurlar. Onların binası ise son derece zayıftır, uçurum kenarında her an yıkılmaya hazır durumdadır.66

Seyyid Kutub, ayetin temsilî yönünü şöyle ifade eder: “Gerçekten hayret verici bir sahne… Heyecan verici hareketle dolu… Ve bunu çizen ve harekete geçiren sadece bir kaç kelime.”67

Aslında her insanın hususi bir dünyası vardır. Mü’min, kendi dünyasını takva, ihlas gibi yüce değerler üzerine bina eder. Münafık ise, şek, şüphe, hıyanet gibi alçak değerlerle bir dünya kurar.

Mesela, yaptıkları mescidin yıkılması, o münafıkları “Acaba kendi hallerine mi bırakılacaklar, yoksa öldürülüp mallarının yağma edilmesi mi emredilecek” şeklinde şek, tereddüt ve endişeye sevketmiştir.68

Hamdi Yazır, ayetin çizdiği tabloyu şöyle anlatır:

Ayet metninde geçen “cüruf”, dere kenarında, selin dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an yıkılmaya hazır bir durumdadır. “Hâr” ise, bunun geriden çatlamış devrilmek üzere bulunanıdır ki, bunun üzerine yapıldığı farz olunan bir binanın ne kadar çürük ve çökmeye mahkûm olduğu açıkça tasavvur olunabilir.”69

11-İki Deniz

İki deniz eşit olmaz. Şu tatlı, hararet keser, içimi rahat. Şu da tuzlu, yakar, kavurur. Bununla beraber her birinden bir taze et yersiniz ve bir zinet çıkarır, giyinirsiniz. Gemileri de görürsün Allah’ın lütfundan rızık aramanız için denizi yarar giderler. Umulur ki şükredersiniz.”70

Ayette temsil yoluyla mü’min ile kâfirin71 veya dar-ı İslam ile dâr-ı küfrün farkına işaret vardır.72

Mü’min ile kâfir, cesaret ve cömertlik gibi bazı güzel ahlakta beraber de olsalar, aslında farklıdırlar. Çünkü mü’min yaratıldığı fıtrat üzere devam etmekte, diğeri ise bunu bozmuş durumdadır.73

İşarî tefsir ekolunun güçlü simalarından Alûsî, ayetin işarî bir manasını şöyle anlatır:

Tatlı, hararet kesici, içimi rahat olan deniz vehbî ilme işaret eder. Bu tür ilim, şek ve vehim arızalarından hâlidir. Tuzlu, yakıcı, kavurucu olan deniz ise kesbî ilme işaret eder. Bu tür ilimde fikir meşakkat çeker, çalışmak gerekir. Keza şek, tereddüt ve ızdırap arızaları vardır. Her ikisinden taze et ve giyilecek zinet çıkarılması ise, her iki tür ilimde de insanların gıdalanacağı ve çalışma gücü bulacakları latif işaretler olduğuna bakar. Bu denizlerde gemilerin yol alması ise, şeriat ve tarikat gemilerine işarettir. Bu gemilerin hedefi, Allah’ın lütfuna nailiyettir.74

Şu ayette de benzeri bir anlatım söz konusudur:

O (Allah) ki iki denizi birbirine salmış. Şu tatlı, hararet keser, şu tuzlu acı. Aralarına bir berzah ve ‘hicran mahcura’ koymuştur.”75

Ayet ehl-i iman ve ehl-i küfrü birer denize benzetir.76 Şu andaki kullanımımızda her ne kadar suyu tatlı olan deniz yoksa da, büyük nehre “deniz” denilmesi şüyu’ bulmuş bir kullanımdır.77 Mesela ülkemizde Van Gölü, o çevredeki insanlar tarafından Van Denizi olarak da ifade edilir.

Ayette geçen “berzah” kelimesi “iki şey arasındaki engel” demektir.78 Mesela Dicle Nehri denize karışır, denizde kilometrelerce yol alır, fakat tadı değişmez.79

Mealde Türkçe karşılığını vermediğimiz “hicran mahcura” “benden uzak ol” anlamında bir deyimdir. Sanki her iki deniz birbirlerine böyle demekte ve karışmamaktadır.80 Ehl-i iman ve ehl-i küfür de böyledir. Aralarında mübayenet ve muhalefet vardır. Zira iman ve küfür, gece ve gündüz gibi birbirine zıttır.

Alûsî, işarî bir mana olarak iki denizi ruh ve nefis olarak ele alır. Rabbani sıfatlara haiz olan ruh tatlıdır. Kınanmış sıfatlara sahip olan nefis ise acıdır. Bunların aralarında berzah vardır. Ruha, kınanmış sıfatların menşei olmak, nefse de Rabbanî sıfatların kaynağı olmak haramdır.81

1 Secde, 18

2 Haşr, 20

3 Casiye, 21

4 İbrahim, 24-26

5 Muhammed Şevkani, Fethu’l – Kadir, Daru İhyai’t – Türasi’l- Arabi, Beyrut, ts., III, 106-107

6 İbn Kayyim, İ’lam; I, 132; Emsal, s. 229

7 İbn Kayyim, İ’lam; I, 134-135

8 Alûsî, XIII, 232

9 Nesefi, II, 261. Ayrıca bkz. Râzî, XIX, 119

10 Râzî, XIX, 117

11 Râzî, XIX, 119

12 Râzî, XIX, 120

13 Ebussuud, V, 43-44

14 Bkz. Kutub, fi Zılali’l – Kur’ân, IV, 2098

15 Zemahşeri, II, 376-377; Beydâvî, I, 518

16 Beydâvî, I, 518; Şevkani, III, 106-107

17 Alûsî, XIII, 232

18 Alûsî, XIII, 215

19 A’raf, 58

20 Râzî, XIV, 144

21 Zemahşeri, II, 84

22 Kurtubi, VII, 146-147

23 A’raf, 57

24 İbn Kayyim, İ’lam, I, 108.

25 Bursevi, III, 181

26 Yazır, III, 2201

27 Yazır, III, 2197

28 Hud, 24

29 Zemahşeri, II, 264; Kurtubi, IX, 16

30 Râzî, XVII, 209

31 Fatır, 19-22

32 Râzî, XXVI, 16

33 Beydâvî, II, 271

34 Zemahşeri, III, 306. Ayrıca bkz. Alûsî, XXII, 186

35 Kutub, fi Zılali’l-Kur’ân, V, 2939

36 Mü’min, 58

37 Beydâvî, II, 344

38 Zemahşeri, III, 433

39 Râzî, XXVII, 79

40 En’am, 122

41 İbn Kayyim, Fevaid, s. 117-118

42 Alûsî, VIII, 18

43 Kazvînî, s. 123; Haşimi, s. 325

44 Râzî, XIII, 173; Kurtubi, VII, 52

45 Râzî, XIII, 172

46 Alûsî, VIII, 18

47 En’am, 125

48 Bkz. Zemahşeri, II, 49; Râzî, XIII, 183; Beydâvî, I, 320; Kurtubi, VII, 54; Ebussuud, III, 183; Alûsî, VIII, 22-23

49 Kurtubi, VII, 54

50 Bkz. Meydanî, s. 160

51 Afif Tabbera, Ruhu’d- Dini’l- İslami, Beyrut, 1980, 20. bsk. s. 54

52 Muhammed, 14

53 Mesud Cübran, er- Raid, Daru’l- İlm, Beyrut 1990, I, 346

54 Süleyman Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Akçağ Yay. Ank. 1987, s. 62

55 Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kit. İst. 1990, s. 100

56 Gökberk, s. 100

57 Hakim Tirmizi, s. 83

58 Casiye, 23

59 Mülk, 22

60 Beydâvî, II, 512

61 Zemahşeri, IV, 139; Kurtubi, XVIII, 142

62 Râzî, XXX, 73

63 Yazır, VII, 5241

64 Tevbe, 109-110

65 Ebu Hüseyin Ali Bin Ahmed Vahidi, Esbabu’n – Nüzul, Daru’l- Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut, 1991, s. 264

66 Bkz. Râzî, XV, 197

67 Kutub, fi Zılali’l-Kur’ân, III, 1711

68 Alûsî, XI, 23

69 Yazır, IV, 2619

70 Fatır, 12

71 Zemahşeri, III, 303; Râzî, XXVI, 10; Beydâvî, II, 269

72 Yazır, VI, 3981

73 Beydâvî, II, 270; Ebussuud, VII, 147; Alûsî, XXII, 180

74 Alûsî, XXII, 208

75 Furkan, 53

76 Yazır, V, 3601

77 Alûsî, XIX, 34

78 Cürcani, S. Şerif, s. 44-45; Bursevi, IX, 295

79 Beydâvî, II, 144; Bursevi, IX, 295

80 Zemahşeri, III, 96-97; Râzî, XXIV, 100

81 Alûsî, XIX, 56

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir