Bütün varlık âlemi Allah’ın yaratmasıyla vücuda gelmiştir. Âlemi yaratan O olduğu gibi, “O her zaman bir şe’ndedir.”1 ayetinin de ifade ettiği şekilde, her an u zaman bir tasarruftadır. İlahi tasarrufları beyan eden ve Nur suresine ismini verdiren şu ayet, Kur’ândaki en dikkat çekici mesellerdendir:
“Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun meseli şuna benzer: Mişkât içinde bir lamba var. Lamba, bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. (Lamba) ne doğuya ne de batıya ait olmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, neredeyse ateş dokunmasa bile ışık verir. Nur üstüne nur. Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir. Ve Allah, insanlar için misaller verir. Allah her şeyi bilendir.”2
Ayet, Allah’ın azametini, kudretini ve kâinat üzerinde hâkimiyetini anlatmatır.3
Nur, Allah’ın isimlerinden olup, “her türlü zuhurun kendisiyle olduğu zahir” anlamındadır. Nur için, “nefsinde zahir, gayrıda muzhir” yani kendi zatında zahir olup, başkasını da zuhur ettiren, gösteren anlamı verilmiştir. Nur kelimesi, zulmetin zıddı bir manayı ifade eder.4
“Cenab-ı Hakk’a “Nur” denilmesi hakiki midir, yoksa mecazi midir?” meselesi ihtilaflı bir meseledir. Gazali’ye göre gerçek nur Allah’tır. Bu kelimenin başkaları hakkında kullanımı mecazdır. Allah lizatihi ve bizatihi nurdur. Bütün nurlar O’ndan gelir. Bu nurlar, Allah tarafından onlara emanet ve ödünç olarak verilmiştir.5 En’am suresinin ilk ayetindeki “Allah zulümatı (karanlıkları) ve nuru yaptı” ayetinden hareketle bazıları Allah’a “Nur” denilmesini müteşabih bir mana olarak değerlendirirler.6 Çünkü burada Cenab-ı Hak’tan doğrudan “Nur” olarak değil, “nuru yapan” şeklinde bahsedilmektedir. Kanaatimizce, isimde müşareket mahiyette aynı olmayı gerektirmediğinden Cenab-ı Hak için Nur ismini hakikat olarak kabulde bir beis olmasa gerektir.
“Nur” kelimesi, ziyaya ve ziyanın parıltı, kırılması ve yansımasına ıtlak edildiği gibi, gerek hissî ve gerek aklî her çeşit karanlıkların zıddı olarak vicdan ve basirette inkişaf eden afaki ve enfüsi (nesnel ve öznel) tecellilerin umumuna da ıtlak olunur.7
Bursevi, dört çeşit nurdan bahseder:
1. Eşyayı göze gösterip kendisi görmeyen. Mesela güneş.
2. Eşyayı hem gören, hem gösteren. Mesela göz nuru.
3. Akıl nuru. Bu nur, cehil karanlığında gizli makulatı basirete gösterir, görür, idrak eder.
4. İlahi nur (nur-u Hak.) Bu nur, yokluktan varlığa çıkarır Cenab-ı Hak eşyayı hem yoklukta, hem varlıkta görür. Çünkü eşya, her ne kadar önce hadd-i zatında yok ise de, Allahın ilminde mevcuttur.8
Gecenin karanlığında göze görülmeyen eşya, üzerlerine güneşin doğmasıyla göze görülür. Onun gibi, yokluk karanlığındaki mevcudat dahi nur-ı İlahi ile haricî vücut kazanırlar. “Allah, göklerin ve yerin nurudur” ifadesi, ilk olarak bu manayı hatıra getirmektedir. Çünkü nur, biraz önce de işaret edildiği gibi “bizatihi zahir, ligayrihi muzhirdir.” Görülmemenin aslı adem (yokluk) olduğu gibi, zuhurun aslı da vücut, yani var olmaktır. Allahu Teâlâ, bizatihi mevcut, maadası için Mucid’dir.9 Hamdi Yazır’ın ifadesiye, “bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakikati bildiren, gözleri, gönülleri şenlendiren O’dur. O olmasa idi hiçbir şey bulunmaz, hiçbir hakikat sezilmez, hiçbir neş’e duyulmazdı.”10
“Allah göklerin ve yerin nurudur” ayetinin üstte bildirilen “onları yokluktan varlığa çıkaran, gözlere gösterendir” manasının yanında, şu gibi manalarına da dikkat çekilmiştir.
-Allah göklerin ve yerin münevviri, yani nurlandırıcısıdır. Semayı meleklerle, arzı nebilerle tenvir etmiştir.
-Allah, göklerin ve yerin müdebbiri, yani mutasarrıfıdır.
-Allah, sema ve arzda olanları idrak edendir. Çünkü hem kendini idrak eder, hem de külliyat-cüz’iyat, mevcudat-madumat şeklinde diğer şeyleri idrak eder. Onların batınlarına nüfuz ile, onlarda terkip ve tahlil yoluyla tasarrufta bulunur.
-Allah, göklerde ve yerde olanlara hidayet eder, yol gösterir. Göklerde ve yerdekiler, Onun nuruyla yol bulurlar, iş yaparlar.11
Allahu Teâlâ’nın göklerin ve yerin nuru olduğu ifade edildikten sonra, bir mesel getirilmiştir. Bu meselde geçen “mişkat, misbah, zücace, mübarek zeytin ağacı ve bunun yağının safiliği”, hepsi de nurun ziyade parlaklığını ifade etmekte kullanılmıştır.12 Çünkü mişkat, kapalı pencere misali, etrafı camekânla çevrili dar bir alanı ifade eder. Böyle dar bir alanda lambanın ışığı daha etkilidir, dağılmaz. Geniş alanda ise ışık, dağılır, kaybolur. Lambanın cam içinde oluşu, gücüne güç katar. Normal benzinle uçak benzini arasındaki kalite farkı misali, bu lamba özel bir yağla yanmaktadır. Bu yağ “ne şarkî ne de garbîdir.” Hamdi Yazırın ifadesiyle cihet şaibelerinden âri, yani bildiğimiz dünya zeytinlerinden değil, la mekanî bir zeytindir.”13
Ancak, bildiğimiz zeytinle açıklayanlar da olmuştur. Eskiden lambalar, zeytinden elde edilen yağla yakılırmış. Zeytin ağacı, bir tepenin eteğinde olsa, ya sabah güneşi alır (şarkî) veya akşam güneşi alır (garbî.) Fakat sahradaki zeytin gün boyu güneş alır. Böyleleri ne şarkî ne de garbî olup, yağı daha safi, daha kalitelidir.14
Bu mesel ile anlatılan ilahi nurun ne olduğu farklı şekillerde yorumlanmıştır. Ancak, kanaatimizce yorumlardaki farklılık tezadî bir ihtilaf olmayıp, tenevvü ihtilafı kabilindendir. Ayetin bütün bu manalara şümulü olması Kur’ân’ın i’cazının ve icâzının bir gereğidir.15
Bu cümleden olarak, doğrudan Allah’ın nuru, Hz. Peygamber, Kur’ân, iman nuru şeklinde yorumlar söz konusudur.16 Ayrıca, ilim ve marifet nuru şeklinde de yorumlar vardır.17 Cenab-ı Hak Kur’ân’dan Nur olarak bahsetmiş,18 keza Hz. Peygamberi “sirac-ı münir” (nur saçan bir lamba) olarak nitelemiştir.19
Hz. Peygamber, cehalet ve şaşkınlık zulmetindeki akılları, gönülleri aydınlatan ve doğru yolu gösteren bir ışıktır.20 Cenab- ı Hak, güneşini gözlere bir nur yaptığı gibi, peygamberinin nübüvvetini de basiretlere bir nur kılmıştır.21 O’nun nuruyla cehalet karanlıkları aydınlanır, O’nun nurundan basiret nurları iktibas edilir.22 Ay, nurunu güneşten aldığı gibi, Hz. Peygamber de nurunu Allah’tan almıştır. Ay, gecenin karanlığında etrafı aydınlatır. Hz. Peygamber de zulümat içindeki insanlık âlemini aydınlatmış ve aydınlatmaktadır.
Bursevi, insanların Hz. Peygamberin nurundan istifadeleri hususunda şöyle der: Bir lambadan bin lamba tutuşturulur da, onun nurundan bir şey eksilmez.23
İmanın, ilim ve marifetin de birer nur olduğunda şüphe yoktur. Çünkü küfür karanlığıyla her şey zulümat içinde görülürken, iman nuruyla kâinat nurlanır, munis bir şekil alır. Keza, cehalet karanlığıyla bir kitaba bakan kişi hiçbir manaya muhatap olamazken, ilim nuruyla bakınca, o kitabı baştan sona engin ve zengin manalarla dopdolu görür.
İlahi nur için getirilen meselin, Cenab-ı Hakkın insana bahşettiği beş hisse işaret ettiğine dikkat çekilmiştir. Şöyle ki:
1. Beş duyu. Mahsusat bu beş duyu ile idrak olunur.
2. Hayal. Beş duyunun getirdiklerinin suretlerini korur, akla arzeder.
3. Akıl. Külli hakikatleri idrak eder.
4. Müfekkire. Aklen anlaşılan şeyleri (makulatı) telif eder, bunlar üzerinde fikir yürütür. Bunun sonucunda, bilinenlerden hareketle bilinmeyenlere ulaşır.
5. Kudsi kuvvet. Bu, peygamberlere ve evliyaya has bir kuvvet olup, gayb levhaları ve melekût sırları bu kuvve’ye tecelli eder.
İnsandaki beş duyu mişkat gibidir. Çünkü mişkatın mahalli dardır ve zahire bakar. Görülenin ötesini (maverasını) idrak edemez. Işık vermesi makulat ile olup bizzat değildir.
Hayal kuvveti, etraftan gelen müdrekatın (idrak edilen şeylerin) suretlerini kabulde, akli nurları zabtetmekte ve müştemil bulunduğu mahlûkatı aydınlatmakta zücace (cam/ayna) gibidir.
Akıl, külli idrakler ve İlahî marifetler ile ziya vermekte misbah (lamba) gibidir.
Müfekkire, nihayetsiz semereler (meyveler/ neticeler) vermekte şecere-i mübareke (bereketli bir ağaç) gibidir.
Kudsi kuvvet, zeyt (kandil yağı) gibidir. Çünkü bu kudsi kuvvet, safiliği ve arınmışlığı ile neredeyse tefekkür ve taallüm olmadan ışık vermektedir.24
Serdedilen bu mütalaanın, özellikle bilgi teorisi (marifet nazariyesi) noktasında apayrı bir öneme haiz olduğu ortadadır. Beş duyu, bize dış dünyadan intibalar getirir. Bunlar hayalde yer eder. Akıl, bu intibaları yorumlar, küllî sonuçlara ulaşır. Müfekkire ise, aklın ulaştığı hammadde niteliğindeki sonuçlardan devamlı yeni sonuçlara varmaya çalışır. Seçkin kutsi zatlarda bulunan kuvvet ise, vahiy veya ilhama mazhariyetle birden neticelere, nihaî bilgilere ulaşır. İlkokul tahsili bile görmemiş bir halk ozanının, edebiyat profesörlerini hayretle bırakan manzum manaları rahatlıkla ve irticali bir şekilde ifade etmesini, bu kutsi kuvvenin küçük bir tezahürü olarak görebiliriz. Bunun daha üst mertebesi ilhama mazhar evliyalarda görülür. En üst mertebesi ise, vahye mazhar peygamberlerde görülmektedir. Kur’ân’ın da bildirdiği, gibi ümmi bir zat olan Hz. Peygamberin,25 on dört asır boyunca nice müdakkik, muhakkik insanlarca incelenen, devamlı ve dikkatle okunan bir kitabı getirmesi, elbette ve elbette böyle kudsi bir kuvvetin eseridir. Hz. Peygamber, o şeffaf ve hassas kalbiyle vahye mazhar olmuş, Kur’ân’ı insanlığa takdim etmiştir.
Nitekim Ka’bu-‘l Ahbar ayeti bu tarzda yorumlamıştır. O’nun yorumuna göre, ayette geçen mişkat Hz. Peygamberin sadrı; zücace, O’nun kalbi; misbah nübüvveti; şecere-i mübareke ise nübüvvet ağacıdır.26
Beydavi, ayeti insan aklının mertebeleri hususunda bir temsil olarak değerlendirir. Şöyle ki:
İnsandaki akıl kuvveti, başlangıçta ilimlerden hâli (boş) olup, ancak onları kabule müstaittir. Bu haliyle mişkat gibidir.
Sonra, cüziyyatı (tek tek fertleri, olayları) hissetmek vasıtasıyla zaruri ilimlerle nakışlanır. Nazariyatı (teorik şeyleri) tahsil imkânı bulur. Bu haliyle, nurları kabule elverişli zücace (cam/ayna) gibidir.
İlimlerin o akılda yerleşmesi eğer fikir ve içtihatla ise, şecere-i zeytune gibidir. Eğer hads ile ise, zeyt gibidir. Eğer kuvve-i kudsiye ile ise, “Onun yağı neredeyse ateş dokunmadan ışık verir” ile ifade edildiği gibidir.27
Beydâvî’nin gayet veciz olarak ifade ettiği bu manaları bir parça açmak istiyoruz:
İnsan, hiçbir şey bilmez bir vaziyette dünyaya gelir. Fakat kendisinde âdeta sonsuza açılan bir bilgi kapasitesi vardır. İnsan, bu kapasitesini kullanmakla, öğrenme kabiliyetini geliştirir. Ayna ne derece parlaksa, mukabilindeki şeyleri o derece net yansıtır. Akıl da ne derece keskinse, eşyanın hakikatlerine o derece nüfuz eder. Zeytin ağacının kendisi ve ondan çıkarılan yağ, yanma hususunda farklıdır. Ağacın kendisinin alev alması hayli çaba gerektirir. Fakat ondan çıkartılan yağın alev alması için bir kibrit yeterlidir. Bir de o yağı damıtmak, süzmek yoluyla daha hassas bir hale getirmek mümkündür. O zaman uzaktan bir kibrit çakmak bile yetecektir. “Onun yağı neredeyse ateş dokunmadan ışık verir” ifadesi bu mertebeye işaret eder.
Kur’ân’da zeytin ağacı ve ondan elde edilen zeyt (yağ) ile getirilen bu temsilin bir benzerini petrolde de görmekteyiz. (Petrolün Arapçası da “zeyt” ile ifade edilir.) Ham petrol, o haliyle hemen alev almaz. Rafine edildikten sonra, bir kibrit ile hemen alev alacak duruma gelir. Arıtılmanın ileri bir seviyesinde elde edilen uçak benzininde ise, yakından kibrit çakmağa bile lüzum yoktur; uzaktan çakılan bir kibrit, alev alması için yeterlidir.
İşte, aklın başlıca iki türlü seyri vardır.
1. Fikr
2. Hads (sezgi.)
Fikir; aklın, ağır, tedrici ve zamanla kayıtlı olan düşünme seyridir. Hads ise, aklın bir lahzada, bir hamlede matluba ulaşıverecek derecede seri olan ani seyridir.28 Fikirde; görgüleri, bilgileri bir tertibe koyup bildiğinden bilmediğini anlamak, ahiri evvele bağlamak vardır.29 Hadste ise, bir şeyin birden açılması, dolaysız kavrama, bir anda yakalama söz konusudur.30 Gecenin karanlığında çakan şimşeğin bir anda etrafı aydınlatıp eşyayı göstermesi gibi, hads’te de böyle bir ani aydınlatma vardır. Hadsin daha ileri mertebesi ise, sırasıyla ilham ve vahiydir.
Ayetin insan aklının mertebelerine işaretini anlattıktan sonra, son olarak bir başka latif manaya dikkat çekmek istiyoruz. Şöyle ki:
Ayet, aynı zamanda mü’minin kalbindeki imanı tasvir etmektedir. Mişkat, mü’min kişi, misbah ise onun imanıdır. Zücace ise o mü’minin kalbidir. Hüccet ve hikmet, kalpteki iman lambasını yandırır.31 Nur, zücace’nin (camın) zahirinden batınına, batınından zahirine geçiş yapar. Onun gibi, iman nuru mü’minin kalbinden diğer azalarına geçiş yapar. (Yani, iman amele, amel imana yansır) Keza, cam en edna bir afete karşı hemen kırılıverecek bir hassasiyettedir. Onun gibi, insanın kalbi de, ona arız olan en edna bir afete karşı hemen bozuluverecek bir özellik gösterir.32
1 Rahman, 29
2 Nur, 35
3 Sağir, s. 318
4 İbn Manzur, V, 240
5 Bkz. Gazali, Mişkatu’l- Envar, s. 119 ve 136
6 Yazır, V, 3516. Hamdi Yazır, Gazali’nin Mişkat’ından iktibas ettiği cümlelerden sonra “Gazali’nin bu nurlu sözleri hoştur” diye söze başlar, ardından Allah hakkında “nur” denilmesinin mecaz olduğu şeklindeki kanaatini bildirir. Yazır, V, 3521. Ayrıca bkz. Râzî, XXIII, 223- 224
7 Yazır, V, 3516
8 Bursevi, VI, 153
9 Beydâvî, II, 124. Ayrıca bkz. Bursevi, VI, 152; Gazali şöyle der: Vücutta ne varsa bunların Allah’a nisbeti, görünen nurun Güneşe nisbeti gibidir. Mişkat, s. 144
10 Yazır, V, 3315
11 Beydâvî, II, 124 Ayrıca bkz. Râzî, XXIII, 224. Râzî, ayetin sonundaki “Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir.” karinesinden hareketle “Allah, göklerde ve yerde olanlara hidayet eder, yol gösterir” manasını tercih eder. Bu mana, İbn Abbas’tan da nakledilmektedir.
12 Bkz. Zemahşeri, III, 68; Süyûti, II, 776; Nesefi, III, 145; Ebussuud, VI, 177; Kasımi, XII, 4525
13 Yazır, V, 3523
14 Kurtubi, XII, 171
15 Said Nursî, nur ayetinin çok manalara işaretinin yanında maddi bir nur olan elektriğe de işaret ettiğini söyler. Bkz. Şualar, s. 690. Gerçekten de ayetin mealine bile bakıldığında âdeta elektriği tarif ettiği görülecektir. Mesela, elektiriğin kaynağı ne şarkta, ne de garpta olmayıp semavi yağmurdur. Bir ateş dokunmadan sadece bir temasla ışığını vermektedir.
16 Kurtubi, XXII, 172; Alûsî, XVIII, 165-166; Yazır, V, 3522
17 Alûsî, XVIII, 165-166
18 Mesela, bkz. A’raf, 157; Teğabün, 8
19 Ahzab, 46
20 Yazır, VI, 3911
21 Zemahşeri, III, 266
22 Beydâvî, II, 248. Ayrıca bkz. Silmî, s. 328-329
23 Bursevi, VII, 197
24 Gazali, Mişkat, s. 160- 171; Beydâvî, II, 124-125
25 A’raf, 157-158; Ankebut, 48
26 Alûsî, XVIII, 170. Ayrıca bkz. Ebussuud, VI, 175; Kurtubi, XII, 172
27 Beydâvî, II, 125
28 Yazır, I, 566-567
29 Yazır, VII, 4868
30 Bedia Akarsu, Felsefi Terimler Sözlüğü, İnkılap Kit. İst. 1988, s. 158
31 Ebussuud, VI, 175; Kurtubi, XII, 172
32 Bursevi, VI, 156
