BİRİNCİ ZEYL
[Makam itibariyle Yirmibeşinci Söz’e ilhak edilen zeyillerden,
Yedinci Şua’nın Birinci Makamının Onyedinci Mertebesidir.]
Nur Külliyatından konu itibarıyla alâkası olan bazı bölümler ek olarak bu risaleye eklenmiştir. Bediüzzaman, Âyetü’l- Kübra adını verdiği Yedinci Şua’da tevhid delillerini anlatır. İki bölümden meydana gelen bu eserin birinci makamının on yedinci mertebesinde, Kur’anın Allah’a delil olmasını nazara verir.
Bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz dünya seyyahı ve kâinattan Rabbini soran yolcu, kendi kalbine dedi ki: “Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor, bilelim. Fakat en evvel bu kitap, bizim Hâlıkımızın kitabı olduğunu isbat etmek lâzımdır, diye taharriye başladı. Bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle en evvel manevî i’caz-ı Kur’anînin lem’aları olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüzotuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-i Kur’aniyeyi mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından isbat eder ki; onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’an semavîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerinden bir tek hüccet-i Kur’aniyesi olan Yirmibeşinci Söz ile Ondokuzuncu Mektub’un âhiri, Kur’anın kırk vecihle mu’cize olduğunu öyle isbat etmiş ki; kim görmüşse değil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş. Kur’anın vech-i i’cazını ve Hak kelâmullah olduğunu isbat etmek cihetini Risale-i Nur’a havale ederek, yalnız kısa bir işaretle büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.
Birinci Nokta: Nasıl ki Kur’an bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikıyla, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir mu’cizesidir. Öyle de Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu’cizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemâlât-ı ilmiyesiyle Kur’anın bir mu’cizesidir ve Kur’an kelâmullah olduğuna bir hüccet-i katıasıdır.
Kur’an, bütün mu’cizeleriyle ve hak olmasına delil olan bütün gerçekleriyle Hz. Peygamberin bir mu’cizesidir. Böyle özellikleri olan bir eser, elbette bir insanın sözü olamaz.
Öte yandan Hz. Peygamber de bütün mu’cizeleri, nübüvvet delilleri ve ilmî kemâlâtıyla Kur’anın mu’cizesidir ve Kur’anın kelâmullah olduğuna kati bir delildir.
İkinci Nokta: Kur’an, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakîkatlı bir sûrette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde, hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılab yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki, ondört asır müddetinde her dakikada altıbin altıyüz altmışaltı âyetleri, kemâl-i ihtiramla hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor; ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.
Kur’anî inkılab
Üstteki ibarelerde, Kur’anın muhatabları üzerinde yaptığı inkılablara, yani köklü değişikliklere dikkat çekilmektedir. Birer örnekle bu değişikliklere bakmaya çalışacağız:
Nefislerde: Nefis, yaratılış itibarıyla her türlü kayıttan azade yaşamak ister. Kur’an, nefis terbiyesiyle ilgili âyetleriyle muhataplarının nefislerini yumuşatır, söz dinler hale getirir. Mesela, öğle yemeğini yiyemeyen bir insanın nefsi bundan büyük rahatsızlık duyar. Fakat aynı nefis Ramazan ayında bir ay boyunca öğle yemeği yemez ve bundan bir rahatsızlık da duymaz.
Kalplerde: Kur’anı dinleyen kimselerin kalpleri haset, düşmanlık gibi menfi duygulardan uzak kalır; yardımseverlik, sevgi gibi iyi duygularla dolar. O kalpler Allah’ın zikriyle mutmain hale gelir. Kalplerdeki safveti, samimi Müslümanların nurani çehrelerinde ve tatlı kelâmlarında kolaylıkla görmek mümkündür.
Ruhlarda: Kur’an, ruhları yüce hedeflere yönlendirir. Kur’andan dersini iyi alan biri sırf kendi için yaşamaz, başkalarına da faydalı olmaya çalışır. Hatta yeri geldiğinde, ruhunu feda eder. Mü’min için, savaşta iki güzelden biri vardır: Ya şehitlik, ya zafer.1 “Ölürsem şehidim, kalırsam gazi” diyen bir mü’min, böyle beklentileri olmayan birinden elbette daha cesur olacaktır.
Akıllarda: Kur’an vahiy olmakla beraber akla hitap eder, muhataplarının akıllarını nurlandırır, o akılları “ufuk-i âlâ”ya, yani en yüce ufka doğru kanatlandırır. Böylece o akıllar, nefsin güdümünde kalmaktan kurtulur, ruh sultanına vezir olma makamında hizmet ederler.
Şahsi hayatta: Tembel bir insan, “İnsan için ancak çalıştığı vardır”2 gibi âyetleri okuduğunda bu hastalıktan kurtulur. “Asra (zamana) yemin ederim ki, insan gerçekten hüsrandadır”3 gibi âyetleri hatırladığında zamanının kıymetini bilir ve azami verimlilikle değerlendirmeye çalışır.
Toplum hayatında: Kur’andan aldıkları ölçülerle toplumsal bir uyanışı gerçekleştiren ve o zamanın süper devletleri durumunda olan Bizans ve İrana galip gelen bedevi Arapların Hz. Peygamber devrinde ve devamındaki dönemde gösterdikleri başarı, Kur’anın toplumları nasıl etkilediğine tarihî bir örnektir.
Siyasi hayatta: Kur’anın siyasi hayata bakan esasları vardır. Mesela devlet işlerini şûra ile yapmak, ayırım yapmadan herkese eşit olarak adaletli davranmak bunlardan bir kaçıdır.4 Bu esasları nazara alıp uygulayan devletler, devletler yarışında diğerlerinin önünde olurlar.
Altı bin altı yüz altmışaltı âyet
Gerek Bediüzzaman ve gerekse Ondan önce nice âlim Kur’andaki âyet sayısı hakkında altı bin altı yüz altmışaltı rakamını kullanmışlardır. Bu rakam, takribi bir ifade tarzı olarak anlaşılabilir. Kur’andaki âyet sayısı farklı şekillerde ele alınabilmektedir. Bu konuda âlimler arasında tam bir ittifak yoktur. Bazı âlimler Kur’andaki aynı cümleyi bir sayarken bazılarının iki sayması bu ihtilafı netice vermiştir. En azından besmelenin Kur’andan bir âyet olup olmaması bile rakamı 113 etkilemektedir. Ama şu unutulmamalıdır: Bütün Müslümanlar aynı Kur’anı okurlar ve Kur’anın değişmediğinde tam bir ittifak halindedirler.
Üçüncü Nokta: Kur’an, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâğat göstermiş ki, Kâ’be’nin duvarında altunla yazılan en meşhur ediblerin “Muallakat-ı Seb’a” namıyla şöhret-şiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı babasının kasidesini Kâ’be’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.” Hem bedevi bir edib فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona dediler: “Sen müslüman mı oldun?” Dedi: “Yok, ben bu âyetin belâğatına secde ettim.”
“Şimdi sen, emrolunduğun şeyi çatlatırcasına bildir”5 âyeti okunurken onu işiten bedevinin secdeye kapanması, Kur’anın söz güzelliğini göstermede güzel bir misaldir. İnsan, fıtri olarak güzel sözden etkilenir ve ona hayranlık duyar. Necip Fazıl ve Cemil Meriç gibi söz ustalarının bazı cümleleri, duyanlarda fevkalade tesirler bırakmaktadır. Belağatın hayli revaçta olduğu Araplarda toplumun kısa zamanda İslama girmeleri, bir beyan mu’cizesidir.
Hem ilm-i belâğatın dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binler dâhî imamlar ve mütefennin edibler icma’ ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’anın belâğatı, tâkat-ı beşerin fevkindedir, yetişilmez.”
Birer belâğat dâhisi olan Abdülkahir-i Cürcanî, Sekkakî ve Zemahşerî gibi söz sultanlarının “Kur’anın belâğatı, insan gücünün üstündedir, yetişilmez” demeleri, onun beşer üstü yönünü isbata kâfidir.
İnsanlar topraktan çanak çömlek yaparken Allahın bitki, hayvan ve insan yaratması nasıl harika bir durumsa, Arapların bildiği kelimelerle ifade-i meram eden Kur’anın taklit edilemez bir üslupla bir beyan mu’cizesi gerçekleştirmesi de öyle harika bir durumdur. Sanat Onun sanatı olduğu gibi, söz dahi Onun sözüdür.
Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip, mağrur ve enaniyetli ediblerin ve beliglerin damarlarına dokundurup; gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya bir tek sûrenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz.” diye ilân ettiği halde o asrın muannid beligleri bir tek sûrenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp, uzun olan ve can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir. Hem Kur’anın dostları, Kur’ana benzemek ve taklid etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’ana mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telahuk-u efkâr ile terakki eden milyonlar Arabî kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisi ona yetişemediğini, hattâ en âmî adam dahi dinlese, elbette diyecek: Bu Kur’an, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak. Umumunun altında olduğunu dünyada hiç bir ferd, hiç bir kâfir, hattâ hiç bir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâğatı umumun fevkindedir.
İnsanlar sanatlarını icra ettiklerinde aralarında derece farkları ortaya çıkar. Kimi acemi, kimi iyi, kimi de daha iyidir. Ama Allah kelamı olan Kur’anla insan kelamı arasındaki fark bir derece farkı değil, mahiyet farkıdır. Hatta insanların en güzel konuşanı olan peygamber efendimizin üslubu bile Kur’an ile mukayeseye girmez. Arapçaya vakıf olan kimseler çok bariz bir şekilde bunu görebilmektedir.
Hattâ bir adam سَبَّحَ لِلّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okudu. Dedi: “Bunun hârika telakki edilen belâğatını göremiyorum.”
Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.”
O da kendini Kur’andan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcudat-ı âlem perişan, karanlıklı camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak halî, hadsiz, hududsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’anın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı, ışıklandırdı ki; bu ezelî nutuk ve sermedi ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat bir câmi-i kebir hükmünde başta semavat ve arz olarak umum mahlukat hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mes’udane ve memnunane bir vaziyette bulunuyor diye müşahede etti ve bu âyetin derece-i belâğatını zevkederek sair âyetleri buna kıyasla Kur’anın zemzeme-i belâğatı arzın nısfını ve nev’-i beşerin humsunu istila ederek haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla ondört asır bilâ-fasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.
Derece-i belâğatı zevketmek
“Belağat zevkîdir” denilir, yani zevke hitap eder. Zevk ise, “tatmak” anlamındadır. “Tatmayan bilemez.” İnsan bazı şeylere aklıyla, bazılarına da kalbiyle muhatap olur. Sözgelimi, matematiği aklıyla anlar, ama musikiye kalbiyle yönelir. Anlamadığı bir dille konuşanı görse dinlemekten zevk almaz. Ama bülbülün terennümüne hoş bir zevkle kulak verir. Belağatın zevke hitap etmesi, aklen anlaşılır olmasına engel değildir. Sözgelimi önümüzdeki şeftaliye hem göz, hem burun, hem de dilimizle muhatap oluruz. Benzeri bir durum, Kur’an âyetleri için geçerlidir. Onun sofrasında, hem akla hem zevke hitap vardır.
Üstte “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder”6 âyeti misal olarak verilmektedir. Âyetin belağatını derinlemesine zevkedebilmek için hayalen saadet asrının evveline gitmek gerekir. Her şey başıboş, vazifesiz, perişan bir halde görülürken bu âyetin gösterdiği zaviyeden bakıldığında o karanlıklı mevcudat birden aydınlanır, her şey görevinin başında birer memur olarak görülür. Gündüzün ışığında evdeki lambayı yaktığımızda yanıp yanmadığını bile farketmeyiz. Ama aynı lambayı gecenin karanlığında yaktığımızda onun aydınlatmasını âdeta bütün hücrelerimizle hissederiz. İşte bu âyete de âyetin manasının bilinmediği bir vasatta bakarsak onun ne derece derin anlamlar ihtiva ettiğini görürüz.
Dördüncü Nokta: Kur’an öyle hakîkatlı bir halâvet göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’anı tilavet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilaveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş.
Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebabet ve garabet göstermiş ki, ondört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nâzil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitab ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslûb-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde o üslûbundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.
Kur’an, tekrar tekrar okunan bir kitaptır. Tekraren tilaveti onun tatlılığını artırır, hava gibi, su gibi lezzet verir.
Ayrıca on dört asır evvelinden bu zamana tazeliğini, gençliğini muhafaza eder. Zamanın ihtiyarlaması onu ihtiyarlatmaz, hakikatleri ve mazmunları hep genç olarak kalır. Mesela günümüzde insanlarımız arasında sıklıkla kullanılan “takva, salih amel, cihad, sadaka” gibi kavramlar temelde Kur’ana dayanır. Bu kavramların ilk çıkışından bu zamana o kadar uzun zaman geçmiş olması bunları yıpratmamış, tedavülden kaldırmamıştır.
Beşinci Nokta: Kur’anın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakîkatları olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri, hayattar tekemmülleriyle, şecere-i mübarekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakîkat-medar olduğuna delalet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarîkatları ve İslâmiyetin bütün hakîkatlı ilimleri, Kur’anın ayn-ı hak ve mecma-i hakaik ve câmiiyyette misilsiz bir hârika olduğuna şehadet eder.
Bir ağacın kökleri olur, bu kökler üzerinde serpilir, dal ve budak salar, meyveler verir.
Kur’an ağacının kökü eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleridir. O, bu hakikatler üzere serpilmiştir. Evliya ve asfiya (veli zatlar ve seçkin âlimler) ise, ondan hayat alan meyveleridir. Kalp ve akıl cihetiyle kemale ermiş bu mübarek zatlar, Kur’anın bildirdiği meseleleri tekâmül etmiş kalp ve akıllarıyla teyit ve tasdik etmektedir.
Öte yandan bu zatların Kur’an vasıtasıyla hak ve hakikate ulaşmaları, Kur’an ağacının doğruluğuna ve hakkaniyetine kuvvetli bir delildir.
Altıncı Nokta: Kur’anın altı ciheti nuranidir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir.
Evet, altında hüccet ve bürhan direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri ve arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavî hakîkatları, sağında hadsiz ukûl-ü müstakimenin deliller ile tasdikleri, solunda selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itminanları ve samimî incizabları ve teslimleri; Kur’anın fevkalâde, hârika, metin, hücum edilmez bir kal’a-i semaviye-i arziye olduğunu isbat ettikleri gibi; altı makamdan dahi onun ayn-ı hak ve sadık olduğunu ve beşerin kelâmı olmadığını ve yanlışı bulunmadığını imza eden, başta bu kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın mutasarrıfı, o Kur’ana âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimane bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakıyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi; İslâmiyetin menbaı ve Kur’anın bir tercümanı olan zâtın (asm) herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramı ve nüzûlü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i naimanede bulunması ve sair kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisat-ı kevniyeyi, gaybiyane Kur’an ile tereddüdsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında hiç bir hile, hiç bir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercüman, bütün kuvvetiyle Kur’anın her bir hükmünü öyle iman ve tasdik edip hiç bir şey onu sarsmaması dahi Kur’anın semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.
Bediüzzaman burada Kur’anın altı cihetinden söz eder. Onun
1-Altında delil direkler vardır.
2-Üstünde i’caz sikkesi parlar.
3-Önünde ve hedefinde dünya – ahiret saadeti bulunur.
4-Arkasında dayanma noktası olarak semavî vahiy vardır.
5-Sağında hadsiz istikametli akıllar, deliller ile onu tasdik eder.
6-Solunda selim kalpler ve temiz vicdanlar ciddî bir itminan ve samimî kabul ile ona teslim olur.
Öte yandan onun bütünüyle hak ve doğru olduğunu ve insan sözü olmadığını ve yanlışı bulunmadığını imza eden iki büyük şahit vardır:
1- Bu kâinatın mutasarrıfı olan Allahın onu en makbul bir eser kılması.
2-Hz. Peygamberin ona yakinî imanı.
Şüphesiz Allahın şehadeti en büyük bir şahitliktir. Çünkü kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale etmek Onun bir faaliyet düsturudur. Zaman zaman peygamberlik iddia eden Müseylime gibi sahtekârlara fırsat vermemesi, bunun bir isbatıdır.
Öte yandan Hz. Peygamber
-İslâmiyetin kaynağı ve Kur’anın bir tercümanıdır.
-Herkesten ziyade Kur’ana inanmış ve hürmet etmiştir.
-Vahyin inişi zamanında uykuya benzer bir vaziyette bulunmuş, dolayısıyla kendisinin buna bir dahli olmadığı, sadece mübelliğ ve tercüman konumunda olduğu görülmüştür.
-Kendi sözleri asla Kur’ana yetişememiş ve ona benzememiştir.
-Ümmi biri olmasıyla beraber geçmiş ve gelecek bir kısım olayları gaybî bir şekilde Kur’an ile tereddütsüz beyan etmiştir.
-Ayrıca çok dikkatli gözlerin nazarı altında hiç bir hile, hiç bir yanlış vaziyeti görülmemiştir.
Hem nev’-i insanın humsu, belki kısm-ı a’zamı, göz önündeki o Kur’ana müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakîkat-perestane ve müştakane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîler dahi, tilaveti vaktinde pervane gibi etrafında hakperestane toplanmaları, Kur’anın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.
İnsanların ve ruhanî varlıkların Kur’anın cazibesine kapılmaları, onun Allah kelamı olmasının en büyük delillerindendir. Tarih boyu insanların beşte birinin Kur’ana kendini kaptırır ve kabul eder bir şekilde irtibatı ve hakikate tapar ve iştiyak duyar bir şekilde kulak vermesi bunu açıkça gösterir. Günümüzde de bu durum -hem de gittikçe artar bir şekilde- kendini göstermektedir.
Öte yandan cin, melek ve ruhanîlerin onun okunması vaktinde pervane gibi etrafında toplanmaları, Kur’anın kâinatça makbul oluşuna ve en yüksek bir makamda bulunmasına bir imzadır. Meselenin bu kısmının müşahedesi herkes tarafından değildir. Kalp gözü açık olan kimseler, ruhanî varlıkların onun cazibesine kapıldığını görebilmektedir.
Hem nev’-i beşerin umum tabakaları, en gabi ve âmîden tut, tâ en zeki ve âlime kadar her birisi, Kur’anın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakîkatları fehmetmeleri ve yüzer fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhâssa şeriat-ı kübranın büyük müçtehidleri ve Usûl-üd Din ve İlm-i Kelâm’ın dâhî muhakkikleri gibi her taife kendi ilmine ait bütün hacatını ve cevablarını Kur’andan istihraç etmeleri, Kur’anın menba-ı hak ve maden-i hakîkat olduğuna bir imzadır.
Kur’an semavi bir söz sofrası sermiştir. En zeki olanlardan en kıt akıllı kimselere kadar birbirinden farklı konumlarda olanlar bu sofraya yönelmekte ve o sofradan paylarını almaktadır. Manaya hiç muhatap olamayan avam kesimi bile en azından onu dinlerken rahatlamakta, ruhanî bir haz duymaktadır. Öyle ki bebekler bile onun kıraatini duyduklarında rahatlamakta, kendilerine göre ondan hisselerini almaktadır.
Hem edebiyatça en ileri bulunan Arab edibleri, (şimdiye kadar Müslüman olmayanlar) muarazaya pek çok muhtaç oldukları halde, Kur’anın i’cazından yedi büyük vechi varken, yalnız bir tek vechi olan belâğatının (tek bir sûresinin) mislini getirmekten istinkâfları ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur beliglerin ve dâhî âlimlerin onun hiç bir vech-i i’cazına karşı çıkamamaları ve âcizane sükût etmeleri; Kur’an mu’cize ve tâkat-ı beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.
Kur’anın başlıca yedi mu’cizelik ciheti vardır. Onun manasındaki belağat, bu yedi cihetten bir tanesidir. Müslüman olmayan Arab edibleri, aslında muaraza etmek istemelerine rağmen birkaç cılız deneme dışında onun karşısına çıkamamışlardır. Bu durum onun Allah kelamı olmasının en büyük delillerindendir. Kaldı ki onun mu’cizelik yönü belağatıyla sınırlı da değildir. Gaybtan doğru bir şekilde haber vermesi gibi daha başka i’caz yönleri de bulunmaktadır.
Evet, bir kelâm “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâğatı tezahür etmesi noktasından Kur’anın misli olamaz ve ona yetişilemez.
Çünkü Kur’an, bütün âlemlerin Rabbi ve bütün kâinatın Hâlıkının hitabı ve konuşması ve hiç bir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek hiç bir emare bulunmayan bir mükâlemesi ve bütün insanların belki bütün mahlûkatın namına meb’us ve nev’-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i imanı, koca İslâmiyeti tereşşuh edip sahibini Kab-ı Kavseyn makamına çıkararak muhatab-ı Samedaniyeye mazhariyetle nüzûl eden ve saadet-i dâreyne dair ve hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbanî maksadlara ait mesaili ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden ve koca kâinatı bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip çevirip, onları yapan san’atkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’cazına yetişilmez.
Bir kelâma “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti, ulviyeti ve belâğatı ortaya çıkar. Bu noktadan Kur’ana baktığımızda onun misli olamaz ve ona yetişilemez. Çünkü Kur’an,
–“Kimden gelmiş” sorusuyla ona baktığımızda; bütün âlemlerin Rabbi ve kâinatın Hâlıkının hitabı ve konuşmasıdır.
–“Kime gelmiş” sorusuyla ona baktığımızda; bütün insanların, belki bütün mahlûkatın namına elçi ve beşer nev’inin en meşhur ve namlı muhatabı bulunan Hz. Muhammede (asm) gelmiştir. O seçkin muhatabın imanının kuvvet ve genişliği, koca İslâmiyeti netice vermiştir. Bu iman, sahibini miraçta Kab-ı Kavseyn yani Allaha en ziyade bir yakınlık makamına çıkararak Onun hitabına mazhar kılmıştır.
– “Ne için gelmiş?” sorusuyla ona baktığımızda; hem dünya hem de ahiret saadetine medar olacak esasları bildirmiş, kâinatın yaratılış neticelerini ders vermiş ve ondaki Rabbanî maksatlara ait meseleleri anlatmıştır.
Hem Kur’anı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk hattâ yetmiş cild olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik binler mütefennin ulemanın, senedleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’andaki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sırları ve âlî manaları ve umûr-u gaybiyenin her nev’inden kesretli gaybî ihbarları izhar ve isbat etmeleri ve bilhâssa Risale-i Nur’un yüzotuz kitabı, her biri Kur’anın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla isbat etmesi ve bilhâssa Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi; şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarından çok şeyleri Kur’andan istihrac eden Yirminci Söz’ün İkinci Makamı ve Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işaratını bildiren İşarat-ı Kur’aniye namındaki Birinci Şua ve huruf-u Kur’aniye ne kadar muntazam ve esrarlı ve manalı olduğunu gösteren Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risaleler ve Sûre-i Feth’in âhirki âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mu’cizeliğini isbat eden küçücük bir risale gibi Risale-i Nur’un her bir cüz’ü, Kur’anın bir hakîkatını, bir nurunu izhar etmesi; Kur’anın misli olmadığına ve mu’cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve bir Allâm-ül Guyub’un kelâmı bulunduğuna bir imzadır.
Kur’anı tefsir eden yüksek zekâlı müdakkik zatların onda gördükleri ve buldukları i’caz nükteleri onun beşer kelamı olmayıp kelamullah olmasına gayet kuvvetli bir delildir. Bunların bir kısmı otuz-kırk hattâ yetmiş cilt olarak tefsir yazmışlardır. Edebî kıymete haiz olmayan bir eserin böyle kâmil akla sahip kimselerce uzun uzun araştırılması ve kendisinde söz incelikleri bulunması elbette düşünülemez.
İşte altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen, Kur’anın mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki, haşmetli hâkimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak zemin yüzünü dahi bin üçyüz sene tenvir ederek kemâl-i ihtiram ile devam etmesi, hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur’anın her bir harfi, hiç olmazsa on sevabı, on haseneyi ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kısım âyâtın ve sûrelerin her bir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her bir harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyazları kazanmış, diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi: “İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’an, sûrelerinin icmaıyla ve âyâtının ittifakıyla ve esrar ve envârının tevafukuyla ve semerat ve âsârının tetabukuyla bir tek Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına deliller ile isbat sûretinde öyle şehadet etmiş ki; bütün ehl-i imanın hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.”
İşte bu yolcunun Kur’andan aldığı ders-i tevhid ve imana kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın Onyedinci Mertebesinde böyle denilmiştir:
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ الْقُرْآنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ لِاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَ اْلاِنْسِ وَ الْجَانِّ اَلْمَقْرُوءُ كُلُّ آيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ بِاَلْسِنَةِ مِأتِ مِلْيُونٍ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانِ الدَّائِمُ سَلْطَنَتُهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلَى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَ اْلاَكْوَانِ وَ عَلَى وُجوُهِ اْلاَعْصَارِ وَ الزَّمَانِ
وَ الْجَارِى حَاكِمِيَّتُهُ الْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلَى نِصْفِ اْلاَرْضِ وَ خُمْسِ الْبَشَرِ
فِى اَرْبَعَةَ عَشَرَ عَصْرٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِشَامِ ..
وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ وَ بِاِتِّفَاقِ آيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلٰهِيَّةِ وَ بِتَوَافُقِ اَسْرَارِهِ وَ اَنْوَارِهِ وَ بِتَطَابُقِ حَقَائِقِهِ وَ ثَمَرَاتِهِ وَ آثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَ الْعَيَانِ
Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehaddir. Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. O Kur’an,
-Melek ve ins ve cin türlerinin makbulü ve merğubudur.
-Her dakikada bütün âyetleri nev-i insandan yüz milyonların lisanında tam bir hürmetle okunur.
– Kudsî saltanatı arzın ve âlemlerin aktarında, zamanın ve asırların yüzlerinde devam eder.
-Nuranî mânevi hâkimiyeti arzın yarısında ve beşerin beşte birinde on dört asırdır gayet muhteşem bir şekilde cârîdir.
Kezâ, Kur’an, bilmüşahede ve aşikâr bir şekilde
– semâvî kudsî sûrelerinin icmâı
– ve İlâhî nurânî âyetlerinin ittifakı
– ve esrar ve envârının tevafuku
– ve hakîkatleri, semereleri ve eserlerinin tetabukuyla Ona şehadet ve delâlet eder.
1 Bkz. Tevbe, 52. İbn Kesîr, IV, 102; Nesefî, II, 130
2 Necm, 39
3 Asr, 1-2
4 Mesela, bkz. Şûra, 38; Nisa 135 ve Maide 2.
5 Hicr, 94
6 Hadîd, 1
