ÜLFET

Ülfet, çevremize “ben bunları biliyorum” tarzında bakmaktır. Böyle bir bakış, etrafımızda olup biten harikaların üstünü örter.

Ülfet, insanın yaşadığı çevreye alışmasına ve bunun neticesinde çevrede olup biten olaylara sathi bakmasına sebebiyet verir. Ülfet, hem Allah’ı, hem de İlahî san’at eseri olan tabiatı tanımamıza büyük bir engeldir.

“Alışkanlıkların toplamı, insanın bir tür “ikinci doğa“sını (tabiat-ı saniye’sini) oluşturur. Bir yalınlaştırmadır. Özel bir dikkat çabasını gereksiz kılar. Bu yüzden fikrî yükü azaltır. Düşünce ve davranışlarda bir katılaşma meydana getirdiğinden, bunların gelişmesini engeller.”1

Etrafına dikkatle bakmayanlar, nazar-ı sathî (yü­zeysel bir bakış) ile bakmaya mahkûm olurlar. Böyleleri “kâinat kaplarında, ülfet kapağı altında olan gıda-yı ruhaniyi zevk edemediğinden, kabı ve kapağı yala­makla”2 oyalanırlar. Hâlbuki kap ve kapağı yala­mak yerine, kapağı açsalar, ruhun gerçek gıdasını elde edeceklerdir. Şöyle bir temsille konuyu biraz daha açabiliriz:

Harika bir şehir farzedelim. Bu şehirde her ev, planıyla, sitiliyle bir mimari şaheser; bu şehri meydana getiren evlerin her bir taşı, binler nakışla nakışlanmış, duvarları en antika tablolarla süslenmiş olsun. Şimdi bu şehrin sakinleri iki halden birisini yaşayacaklardır: Ya hayretten kendilerinden geçecekler veya ülfet sebebiyle bu harikalığın farkına varmayacaklardır. İşte kâinat o şehirdir. En küçük zerresinden en büyük kürelerine kadar baştan sona harikalarla doludur. Bunun farkına varanlar hayret ve muhabbetle kendinden geçmiş, ülfetle bakanlar ise, okuma bilmeyenlerin kitaba bakması gibi, bakıp geçmişlerdir.

Said Nursi, ülfeti,

-“Cehl-i mürekkebin hemşiresi,

– Nazar-ı sathi’nin annesi” olarak görür.3

Bir şeyi bilmemek, cehildir. Bilmediğini bilmemek, yani bilmediğinin farkına varmamak ise, cehl-i mü­rekkeb. İçinde yaşadığımız şu harika âlemde, güneşin her gün doğup batması, her sene bahar ve kış ol­ması gibi olaylar devamlılık arzettiğinden, pek çok in­sanda harikalığı örten bir perde olmuştur. Ülfet perdesini yırtabilenler kâinata adeta başka boyuttan bakarlar. Başkalarının görmediğini görürler. İlmî keşiflerde bulunan kişilerin en seçkin bir meziyetleri, bu boyutu yakalamış olmalarıdır.

Şu âlemde varlıklar aslında harikulade şeylerdir. Her gün güneşi doğması, batması, her gün sayısını bilmediğimiz kadar yeni yeni varlıklar yaratılması, bunlara rızıklarının gönderilmesi… gibi durumlar, hayretten ve hayranlıktan insana küçük dilini yutturacak olaylardır. Ama beşer felsefesi, bu ilahi kudret mu’cizelerinin üstüne sıradanlık perdesini çeker. O sıradanlık altındaki tevhid delillerini ve Allah’ın o harika nimetlerini görmez ve göstermez. Buna mukabil sıra bazı cüziyatı görür, ehemmiyet verir. Mesela, insanın yaratılışındaki kudret mu’cizelerini görmez ve ehemmiyet vermez. Fakat iki başlı veya üç ayaklı bir insanı görünce bütün nazarları ona yöneltir. Hâlbuki asıl harika olan, insanın şu haliyle yaratılmasıdır.

Kur’an ise, o sıradanlık perdesini yırtar. O küllî, umumî harika mu’cizeleri ve aslında birer harika olan nimetleri insana ders verir, onu şükre ve ibadete sevk eder.4 Mesela, gökten tane tane yağmur yağması hayret ve hayranlıkla seyretmemiz için yeter mi yeter! Şaşırıp kalmamız için gökten illa altın yağması gerekmez. Gerçi Allah dilese gökten altın da yağdırır, Onun gücü her şeye yeter. Ama gökten altın yağsa böyle nimet olmazdı, hayatımızın devamını sağlamazdı.

Dolayısıyla, asıl bizi hayrete sevketmesi gereken durumlar, bize göre sıra dışı olanlar değildir, olağan gördüğümüz harikalardır…

David Hume, insan zihnini duyu verilerinden örülmüş bir alışkanlıklar ağı sayar. Mesela, biz ateş üzerindeki suyun kaynadığını devamlı görürüz; kaynama ile ateş arasında bağ kurmaya alışırız. Ama ateş üzerinde suyun kaynadığını görerek, “ateş, suyun kaynamasının sebebidir” diyemeyiz. Bu söz anlamsızdır. Çünkü biz ateşi kaynama sebebi olarak algılamıyoruz. Biz yalnız kabı ateşe koyduktan sonra, sudaki kaynamayı algılıyoruz… “Ateş üzerinde buz tutan su” alışkanlıklarımıza aykırıdır. Yoksa aklın” özdeşlik ve çelişkisizlik” ilkesine aykırı değildir… Su buz tutarsa, bu aklımıza değil, beklentilerimize aykırıdır.5

1Akarsu, s. 20

2Nursi, Asar-ı Bediiyye, s. 243

3Nursi, Asar-ı Bediiyye, s. 243

4Bkz. Nursi, Emirdağ Lahikası, Sözler Yay. İst. 1993, s. 378

5Türker, s. 122-123

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir