SÜBJEKTİFLİK

Sübjektiflik ve objektiflik, diğer bir deyimle öznellik ve nesnellik birbirine karşıt kavramlardır. “Objektiflik, olguları olmasını özlediğimiz gibi değil, gerçekte oldukları gibi görüp kabullenmektir. Subjektiflik ise, verilen hükmün, varılan sonucun kişinin şahsiyet yapısına, özlemlerine, değer yargılarına göre olması, bu ölçülere göre değerlendirilmesi ve nesnenin özellikleriyle gerçek ilgisi bulunmamasıdır.”1

İnsanlar gerçeği gerçekte olduğu gibi görmek yerine genelde kendi algılarına göre görürler ve yorumlarlar. Mesela, kırmızı camlı bir gözlük takan kimse, “her şeyi kırmızı olarak görüyorum” dese, bu hüküm kendisi açısından doğru olmakla beraber, gerçeğin ifadesi değildir. Hele hele, her şeyi kırmızı görmekten “her şey kırmızıdır” şeklinde bir genellemeye gitmek, gerçeğe büsbütün aykırıdır. Mesela, büyük bilim adamı Galile (ö. 1642) şöyle der:

“Gözlerimizin önünde serili bulunan doğa, büyük bir kitap gibidir. Ancak yazıldığı dili bilirsek, bu kitabı okuyabiliriz. Bu kitap, matematik diliyle yazılmıştır. Onun harfleri, üçgenler kareler, daireler ve öteki geometrik şekillerdir. Bu şekilleri bilmeden, doğanın hiçbir şeyini anlayamayız.”2

Kör birinin görme olayını anlaması imkânsız olduğu gibi, bozguncu birinin ıslahçıları, cimri birinin cömertleri, menfaatçi birinin fazilet sahiplerini… anlayabilmesi mümkün değildir. Aynı dünyada yaşayan insanların iç âlemlerinde farklı farklı dünyalar bulunmaktadır.

Muhtemelen hiç sadık rüya görme­miş olan Freud’un (ö. 1939), “bu tür bir rüya yoktur” demesi, gerçeğin ifadesi olamaz. İlhamdan nasibini almayan birinin, “öyle bir bilgi türü yoktur,” demesi de aynı şe­kildedir. “Onlar ilmen kuşatmadıkları ve henüz te’vili kendilerine gelmeyen şeyleri yalanladılar.”3 âyeti, geniş muhtevası içerisinde bu gerçeğe de işaret eder.

Said Nursi, bu konuda dikkat çekici yorumlar yapar. Şöyle ki:

“Herkes kâinatı kendi aynasıyla görür. Cenab-ı Hak insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için bu âlemden hususî bir âlem vermiş. O âlemin rengini o insanın itikad-ı kalbisine göre gösteriyor. Mesela, gayet me’yus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me’yus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neşeli, müjdeli ve kemal-i neşesinden gülen bir adam, kâinatı neşeli, güler gördüğü gibi, mütefekkirane ve ciddi bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı hakikat-ı kemalatına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna tecavüz eder.”4

Said Nursi, harici âlemin bize yansımasını “ayna” misaliyle açıklar:

“Herkesin her günde şu âlemden mahsus bir âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti o adamın kalbine ve ameline tâbidir. Nasıl ki ayinende görünen muhteşem bir saray, ayinenin rengine bakar. Siyah ise siyah görünür, kırmızı ise kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O ayine şişesi düzgün ise sarayı güzel gösterir. Düzgün değil ise çirkin gösterir…”5

Herkes kendi aynasının gösterdiğini görür. Mesela, güzel bir bahçeye giren iki kişiden biri, bahçenin çeşitli yerlerinde bulunan bazı pis şeylere bakar, midesi bulanırken, diğeri “her şeyin iyisine bak” diyerek o bahçenin güzelliğinden istifade eder.

“Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.”6

Cemil Meriç, bu konuda şöyle der: “Kimi kızılı görür yalnız, kimi yeşili. Yobazlık, manevi bir daltonizmdir. Bilge, düşüncenin gökkuşağını, bütün renkleriyle seven adam!”7

İsm-i Vedud’a mazhar bir ehl-i kalb, her şeyi muhabbetle mest olmuş görür. Karamsar ve kötümser bir bakışla âleme bakan bir pesimist ise, her şeyi birbirine yabancı, birbirine düşman olarak yorumlar.

Ferid Kam, pesimistlerin dünyasını şöyle anlatır:

Pesimistler hayat bahçesine girmişler, onu süsleyen çiçeklerin ne kadar zehirlileri varsa, toplayıp bir demet yapmışlar, bunlara rağbet gösteren gözlere arz etmişler. İnsan, o öldürücü zehir saçan çiçeklerden meydana gelen bu demetin gönül alıcı renklerine aldanıp ta, içten gelerek bir kere kokladı mı, derhal bir sersemlik hisseder. Farkına varmayıp ta biraz daha koklayacak olursa, kendinden geçer.”8

Bu zehirli çiçekten koklayanlar, Nihilizm ekolünü meydana getirir. “Nihilizm, sofistlerden Gorcias’tan başlayıp Schopenhauer, Nietzsche, Sartre şeklinde devam eden bir ekoldür. Bu ekol inkârcıdır, her şeye “hayır” der. Buhranlı bir kimsenin ruh halini ifade eder. Ahlâkî değerler inkâr edilir. Hepsinde yıkıcılık, kırıcılık, tahripçilik vardır. Tevfik Fikret’in, şu beyti, nihilizmin tam ifadesidir:

Her şeref yapma, her saadet piç.

Her şeyin iptidası, âhiri hiç.”

Nihilizm, insanı inkâra götürür. Bu da, yıkım ve çöküntüye sebebiyet verir. “ Nemelazımcılık, bunun bir yansımasıdır.”9

Nihilist felsefenin en meşhur simalarından olan Alman Schopenhauer (ö. 1860) şöyle der:

Hayat kayalıklar ve anaforlarla dolu bir deniz. İnsan ancak akıl ve düşünce sayesinde kendi ustalığı ve gayretleriyle kurtulmaya muvaffak olacağını bilse dahi, zaman ilerledikçe önünde koşan o büyük küllî ve defedilmez boğulmayı (ölümü) yine de geciktiremez. Bu zahmetli deniz yolculuğunun en yüce gayesi, işte budur.”10

Schopenhauer’in bu ifadeleri, kâfirin dünyasını anlatan şu ayeti tedai ettirmektedir:

Onların amelleri, okyanustaki karanlıklar gibidir. O okyanusu bir dalga bürüyor, üstten bir dalga daha… O okyanusun üstünde bir de bulut var. Birbiri üstüne yığılmış bir takım karanlıklar… Kişi, elini çıkardığında, neredeyse onu bile göremeyecek…”11

Schopenhauer, iç âlemindeki karanlıkları, ifadelerine yansıtmaya devam eder:

Âlem, mümkün olan âlemlerin en iyisi olmak şöyle dursun, hepsinin en fenasıdır… Tabiat, sonsuz birbirini yiyenlerden mürekkep bir yerden başka bir şey değildir.

Tarih, sonu gelmez bir sürü cinayet, yağma, entrika, yalandan ibaret.

Varlıklar, zekâ yönüyle yükseldiği ölçüde bahtsızdır. İdealler tasarlayabilen insan, buna muktedir olmayan hayvandan sonsuz derece daha çok ızdırap çeker.

Var olmak ızdırap çekmekle aynı manaya geldiğinden, müsbet saadet ebedi bir vehimdir.”12

Schopenhauer’a göre, “insanın istekleri sonsuza uzanır. İnsan, bu isteklerden birini elde etse, diğerine ulaşamaz. Bu istekler tatmin edilmeyince ızdıraba dönüşür. Bu ızdırabın ne sonu, ne de sınırı vardır. Hayat, sefalet ile can sıkıntısı arasında bir rakkas gibi, gidip gelir. İsteklerin yerine getirilmemiş olması sefaleti doğurur. Yerine getirilir gibi olması da bunalıma düşürür. Açlık, sefalet halkın; can sıkıntısı da burjuvanın çektiği azaptır…”13

Onun bu görüşleri, mizaç açısından görülmüş bir dünyayı sunar bize.14 Zira, Schopenhauer, problemli bir çevrede yetişmiştir. Dedesi iflas edince, ninesi intihar eder. Amcalarından biri delidir. Babası da intiharla hayatını noktalar. Kendisi edebiyata meraklı iken, ailesinin baskısıyla ticaretle uğraşır, fakat mutlu değildir. Babasının intiharından sonra annesinden sevgi ve şefkat yerine, düşmanlık ve nefret görür. Bu yüzden kadınlardan nefret eder, evlenmez.15

İzzetbegoviç, nihilist felsefeyi şöyle değerlendirir:

Nihilizm ve “absurd” felsefesi, dünyanın en zengin ve en uygar kısmının ürünleridir. Bu felsefe, perspektifsiz dünya, ruhen parçalanmış fert, sağır-dilsiz sükût dünyası vs. den bahseder… İmajına ters bir tarzda büyüyen ve gelişen bir dünyaya karşı, insanın mukavemet ve itirazının bir ifadesidir. O, tek boyutlu uygarlık dünyasına karşı insanın isyanıdır.”16

Hippiler, bu tür bir hayat felsefesinin pratik ifadesi, tatbikatı durumundadırlar.17

1Sabri Akdeniz, Eğitim Sosyolojisi, İst. 1990, s. 17-18

2Gökberk, s. 239

3 Yunus, 39

4Nursi, Lem’alar, Sözler Yay. İst. 1990, s. 182

5Nursi, Sözler, s. 253

6Nursi, Asar-ı Bediiyye, s. 743

7Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde, s. 42

8Kam, s. 65

9Bolay, s. 188-189

10Keklik, Felsefede Metafor, s. 207

11Nur, 40

12Alfred Weber, Felsefe Tarihi, Ter. H. Vehbi Eralp, Remzi Kitabevi, İst. 1964, s. 382

13Gökberk, s. 455-456

14Gökberk, s. 451

15Keklik, Felsefede Metafor, s. 207-209

16İzzetbegoviç, s. 135

17İzzetbegoviç, s. 135.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir