İnsan, ruh ve bedenden meydana gelmiştir. Ruhî gücümüz bizi gerçeğin semalarına kanat açmaya sevk ederken, bedenî hazlar aşağıya çeker. Adıvarın dediği gibi, “bir gün ruhumuzun etkisiyle göklerde dolaşırken, ertesi gün vücudumuzdaki et ve kemiğin ağırlığıyla yerlerde sürünürüz.”1 Yerlerde sürünenlerin gerçeği aramak diye bir meseleleri yoktur. Onlar, gündelik işlerin telaşı ve zevklerinin tatmini peşinde ömürlerini eritir, giderler. Gerçeğin semasına kanat açmak isteyenler ise, hemen kolayca hedefe varamazlar.
Gerçek, bir ufuktur. Bu ufuk, şairin
“Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz.
Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık.”2
dediği tarzdadır. Bu ufka yükselmek o derece kolay değildir.
Gerçeğe giden yol engellerle doludur. Bu engellere takılanlar, gerçeğe ulaşmadan yarı yolda kalırlar. Şüphesiz bu engeller, herkes için aynı değildir. Kimi insan için nefis, aile hayatı, toplum engel olur.3 Kiminin ise, önyargı, garaz taklit gibi şeyler önüne çıkar. Kimi gölgelere takılır, kimi perdelere çarpar. Mesela İkbal, çağımızın bilgisini “hicab-ı ekber: en büyük perde” olarak niteler. Zira bu bilgi, görünüşler zindanına ayak bağlamış, duyular sınırını aşamamıştır.4 Sadık Kılıç’ın da dikkat çektiği gibi, şimdi “bilim” sözcüğü “madde” sözcüğüyle özdeşleşmiştir. Bundan çıkan netice şudur: Nesneler dünyasına ait bilgileri istifleyen ve tasnif eden pür-rasyonel sınırlı bilim, evreni taşıdığı derin işaretlerden tecrit ederek maddileştirme tutkusunu kışkırtmaktadır.5
Francis Bacon (ö. 1626), tabiatı tanımaya çalışırken ilk yapılacak şeyin “önyargılardan kurtulmak” olduğunu söyler. Bacon’a göre insan zihni, kendisinin idol tabir ettiği kuruntular, putlarla doludur. Âlemi gerçekte olduğu gibi görmek istiyorsak, önce bu idollerin kökü kazınmalıdır. Bu idoller şunlardır:
1. İdola tribus (kabile/soy putu).
2. İdola specus (mağara putu).
3. İdola fori (çarşı putu).
4. İdola theatri (tiyatro putu).6
Bunlardan kabile putu, insanın subjektifliğini ifade eder. İnsan, gelenekten veya doğal yapısından gelen görüşleri araştırma yapmaksızın kabul eder. Her insan eşyayı ve olayları kendi zihin aynasına yansıdığı şekilde görür. Bu ise, çoğu kere gerçeğin ifadesi değildir. Mesela, eğri bir aynada en doğru şeyler bile eğri olarak yansıyacaktır.
Mağara putu, Ploton’un (Eflatun’un) “mağara simgesi” ile alakadardır. Şöyle ki:
Sırtları mağaranın girişine çevrili, boynu zincirlerle bağlı insanlar düşünelim. Mağaranın önünden değişik varlıklar geçtiğinde onlara vuran güneş ışığı yüzünden bunların gölgeleri mağaranın duvarına yansıyacaktır. Mağaradakiler, boyunlarındaki zincirlerden kurtulmadıkça bu varlıkları gerçekte oldukları gibi asla göremeyecekler ve kendi gördükleri gölgeleri gerçek varlık sanacaklardır.7
Her insanın kişiliği, içine kapanmış olduğu bir mağara gibidir. Âleme, biz bu mağaradan bakarız. Bu mağaranın içine giren ışınlar herkeste bir başka türlü kırılır. Herkesin kendine göre yetenekleri, yetişmesi ve çevresi vardır.8 Zincirleri, yani bedensel bağları koparmadıkça, dönüp mağaranın dışındaki asıl varlıkları ve onları aydınlatan güneşi görmemiz mümkün olmayacaktır.9
Çarşı putları, kuruntularımızın en kötüleridir. Sözlerin düşüncelerimiz üzerindeki etkilerinden doğarlar. Bunların kaynağı dildir. Gelmiş geçmiş çağların görüşleri dilde kalıplaşmışlar ve bu dil kalıpları, bizim için birer önyargı olmuşlardır.10
Tiyatro putları, eski teorilere, otoritelere inanmaktan doğarlar. Bunlar yüzünden eski ünlülerin yanılmaları ortalıkta devamlı yayılır. Otoritelere inanarak yanılmalarda saplanıp kalacağımıza, kendimize inanmak, kendi görüp denediğimiz şeylere güvenmek gerekmektedir.11
Çağdaş insan, “ilkel insanın korktuğu şeyler” anlamındaki tabulardan kendini kurtarabilmiş değildir. İlkel kabile hayatında bazı şeylerin dokunulmazlığı vardı; “aman onun adını anma çarpılırsın” veya “aman ona yaklaşma ” denilirdi. Mukaddes bir günde ateş yakmak, put karşısında başı açık durmak gibi töreler vardı, fertler bunların dışına çıkamazdı. Günümüzde hemen her toplumda benzeri manzaraları görmek mümkündür. Ayrıca, 13 rakamını, merdiven altından geçmeyi, kara kedi görmeyi uğursuz saymak tarzında pek çok batıl inanış insanların hayatında yerleşmiş durumdadır.12
Said Nursi, Hristiyanların şu üç engele takılıp dalalet derelerine düştüğünü söyler:
1. Aklı azl,
2. Bürhanı tard,
3. Ruhbanı taklit.13
Ayrıca, gerçeğin keşfine engel olarak şu hususları da nazara verir:
-Arzuy-u hilaf,
-İltizam-ı muhalif,
-Taraftar-ı nefs cihetiyle asılsız evhamını bir asla irca etmekle kendini mazur göstermek,
-Müşterinin nazarı gibi yalnız meayibi görmek,
-Çocuk tabiatı gibi bahane ile mahane tutmak.14
Hamdi Yazır da tefsirinde zaman zaman gerçekle aramızda yer alan engellere dikkat çekmektedir. Mesela şöyle der:
“Garaz, hırs, teşehhi kalp ve aklı sislendirir, basiret gözünü şaşı yapar. Ya hiç göstermez veya çatal gösterir. Bunun için ilm-i dinde teşehhiden tecerrüd şart-ı azamdır.”15
Yani, dini meselelerde kendi şahsî arzularını, garaz, hırs gibi zaaflarını ön plana çıkaranlar, isabetli hüküm veremezler, gerçeğe ulaşamazlar.
Heva ve şehvet de gerçeğe ulaşmada birer engeldirler. Hamdi Yazır’ın ifadesiyle, “heva ve şehvet, gözü kör, kulağı sağır, kalbi hissiz eder.”16
İnsanın mahiyet tarlasında hem iyilik, hem de kötülük tohumları beraber bulunur. Kötü duygular zararlı bitkiler gibidir, bunlarla mücadele edilmelidir. İyi duygular ise, faydalı bitkiler gibidir, geliştirilmelidir. Her insan, hem cimri hem cömert, hem korkak hem cesur, hem cahil hem âlim… olmaya kabiliyetlidir. Bu haller, terazinin iki kefesi gibidir; birinin yükselmesi diğerinin alçalması demektir.
Hamdi Yazır, tefsirinin bir başka yerinde gerçeğin önündeki engellerden şöyle bahseder:
“-Dostu düşman veya düşmanı dost zannettiren bir vehim,
-Biri iki, eğriyi doğru veya bilakis gösteren bir hayal,
-İyiyi kötü, kötüyü iyi zannettiren bir fikir,
-Boş yere gönlümüzü imrendiren veya bulandıran bir rüya veya söz intibaı.
İşte bütün bunlar gizli veya açık bir şeytan parmağıdır ki, bizimle sema arasında icray-ı şekavet ederler. Bunlar olmasaydı, biz hiçbir his ve irademizde hata etmez, her hususta hakka intibak ederdik.”17
Gerçeğe ulaşmada önümüze çıkan engellere ana hatlarıyla baktıktan sonra, şimdi bu engellerden bazılarına biraz daha yakından bakmaya çalışalım.
1Adıvar, s. 25
2Kısakürek, Çile, b.d. Yay. İst. 1988, s. 19
3Bkz. Başar, s. 26-27
4Muhammed İkbal, İslamî Benliğin İçyüzü, Ter. Ali Yüksel, İst. 1986, s. 87
5S. Kılıç, “Akıl İle Kalbin Uzlaşmasından İnsanın Ebedi Mutluluğuna Doğru”, s. 44
6Gökberk, s. 243-244; Keklik, Felsefede Metafor, Edebiyat Fak. Basımevi, İst. 1990, s. 136-138
7Türker, s. 36; Meriç, Mağaradakiler, Ötüken Yay. İst. 1980, s. 13-16; Keklik, Felsefede Metafor, s. 19-20
8Gökberk, s. 243-244
9Türker, s. 36
10Gökberk, s. 244
11Gökberk, s. 244
12Bkz. Ömer Rıza Doğrul, Yeryüzünde Dinler Tarihi, İnkılap Kit. İst. 1947, s. 23-24
13Nursi, Asar-ı Bediiyye, s. 234
14Nursi, Asar-ı Bediiyye, s. 302
15Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, I, 88
16Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, VI, 4321
17Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, VII, 5167-5168
