Şair,
“Gönlüm uçmak dilerken semavi ülkelere,
Ayağım takılıyor, yerdeki gölgelere”1
derken gerçeği arama yolunda mühim bir engele işaret eder. Gerçeği arayan insan, bazan gerçek zannederek gölgeye yapışır. Gölge ise, asıldan haber vermekle beraber, hiçbir zaman aslın yerini tutamaz. Edebiyatımızdaki Leyla-Mecnun hikâyesi, bunun güzel bir örneğidir. Mecnun, aşk-ı hakikiyi ararken Leyla’ya takılır, bütün sevgisini ona hasreder. Fakat zamanla asıl sevilmeye layık olanın Allah olduğunu anlar, Leyla’dan geçer, Mevla’ya yönelir. Leylayı da artık Mevla namına sevmeye başlar.
Mevlana Celaleddin Rumi, bu hakikati, “gölge avcısı” misaliyle anlatır. “Bir kuş yüksekten uçar, gölgesi de toprak üstünde kuş gibi uçar. Budalanın biri o gölgeyi avlamak ister. Koşar, koşar, takati kesilir. Gölgeye ok ata ata, ok torbasını boşaltır.”2
Mevlana’nın şu sözleri de, aynı hakikatin bir başka yönünü gösterir:
“Ne vakte kadar destinin üstündeki nakışlara âşık olup kalacaksın? Nakıştan vazgeç de, destinin içindeki suyu ara. Akıllı bir adamsan, sadeften inciyi al.”3
Rızkını ağasından bilen, çiftliğini cennet zanneden, amirinin gözüne girmeyi en büyük gaye kabul edenler, gölgelere takılmış kimselerdir. Mevlana, genel bir yaklaşımla şöyle der:
“Sen bütün cihan halkını birer hayal peşine gider gör!” 4
Evliyaullah bile zaman zaman “gölge avcısı” olmaktan kurtulamamışlardır. Mevlana, bunu şöyle anlatır:
“Evliyaullaha tuzak olan hayaller ise, bostan-ı Huda’daki ay yüzlülerin aksinden ibarettir.”5
Mesela, şeyhinde fani olmuş bir mürid, şeyhinden geliyor zannettiği feyzin gerçekte Allah’tan geldiğini idrak edemiyorsa, tuzağa yakalanmış demektir. Aynalarda görülen parlaklık güneşten geldiği gibi, bütün güzellerdeki güzellik, bütün kâmillerdeki kemal ve bütün iyilik sahiplerindeki güzel sıfatlar hep Allah’tandır. O güzeller ve kâmiller, ancak birer ayna durumundadır.
Âlet ilimlerinde boğulmak da, gerçeğe ulaşmaya engel olan gölgelerden biridir. Medreselerde ve dinî eğitim yapan okullarda, Arapça ve Mantık gibi âlet ilimleri, Tefsir ve Hadis gibi yüksek ilimlerle beraber okutulur. Âlet ilimlerinden maksat, yüksek ilimlere ulaşmak iken, bir kısım insanlar bunları öğrenmekle çok şey öğrendiğini zanneder. Faraza, Arapçası biraz iyiyse, bunu enaniyet vesilesi yapar. Hâlbuki ilim gurura değil, tevazua vesile olmalıdır. Arapça bilmek insanları âlim yapsaydı, bütün Arapları âlim kabul etmek gerekirdi.
Benzeri bir durum fen bilimleri için de söz konusudur. Mesela, Cebir, Geometri gibi hesap bilimleri, hendesede, teknolojide kullanılmazsa kuru birer malumat yığınından ibaret kalırlar. Demek ki, hakikat ve mecazı, gaye ve vasıtayı birbirine karıştırmamak gerekir.
1Kısakürek, Çile, s. 249
2Rûmi, I, 274
3Rûmi, VI, 338
4Rûmi, I, 107
5Rûmi, I, 108
