BİLGİ FELSEFESİ

Bilgi, insanı varlıktan haberdar eden şey, var olan hakkındaki bir hükümdür.”1 İnsan, Kur’an’ın nazara verdiği gibi “hiçbir şey bilmez” bir varlık olarak bu dünyaya gelir.2 Kendisine verilen göz ve kulak gibi duyularla şu görülen âleme, akıl ve kalp gibi duyularıyla da metafizik âleme yönelir. Kendisine bu tür cihazlar verilen insan, Necati Öner’in ifadesiyle “adeta bilgi edinmeye mahkûmdur.”3

En geniş anlamda bilgi, “varolanı tanımadır.”4 Genelde, “Süje ile obje arasındaki bağ” şeklinde tarif edilmiştir. Burada süje, insan; obje ise, var olan, bir takım özellikleri olan, türleri ve şekilleri olan varlık dünyasının, ya da insan yapıtlarının herhangi bir alanıdır.5

Kur’an-ı Kerim, ilk insan Hz. Âdem’e bütün isimlerin öğretildiğini anlatır (talim-i esma).6 Müfessirlerin beyanına göre bunlar, insan, hayvan, sema, arz, deniz… gibi eşyanın isimleridir.7

Seyyid Kutub’un da dikkat çektiği gibi, isimler eşya ve şahıslara birer remiz, birer semboldür. Şayet insana böyle bir kabiliyet verilmeseydi, çok zorluklarla karşılaşırdık. Mesela, “hurma” mefhumunu anlatmak için bir hurma göstermek, “dağ” mefhumunu anlatmak için dağa kadar gitmek gerekecekti.8

İsimlerin talimine mazhar kılınan Hz. Âdem, aynı zamanda insanlığın temsilcisi durumundadır. Yani, anlama özürlüler dışında her insan eşyayı tanıyabilecek, devamlı yeni bilgiler öğrenebilecek kabiliyet ve kapasitededir. Bazı insan bu kabiliyet ve kapasitesini kullanır, ilmin zirvelerine yükselir. Bazı insan ise, mümbit zekâ tarlasını ömür boyu nadasa bırakır, ciddi manada bir şey öğrenmeden bu dünyadan göçer gider.

Locke, insan zihnini boş bir levhaya benzetir. Ona göre, zihinde bilgi olarak ne varsa, hepsi prensipte duyu verilerine indirgenebilir. Ancak, duyumları birleştirme ve ayırma kabiliyeti doğuştandır. Deneme yapıldıkça, duyumlar alındıkça tıpkı mührün balmumunda iz bırakması gibi, levha dolar.9

Bilgide “balmumu-mühür” metaforu hayli kullanılmıştır. İnsan ruhu balmumuna, eşya da bunun üzerinde iz bırakan mühürlere benzer. Nihat Keklik’in ifadeleriyle, “ruhumuzda balmumundan bir levha bulunduğunu farzet. Bu levha bazısında daha büyük, bazısında daha küçük, bazısında daha saf, bazısında daha karışık, birininki daha sert, ötekininki daha yumuşak veya bazılarında orta nitelikte olsun.

Yüzüklerdeki kabartma resmi bu balmumuna bastığımızda, resmin bir sureti balmumunda kalacaktır. Onun gibi, gördüklerimiz, işittiklerimiz, düşündüklerimiz ruhumuzda iz bırakır. Bu iz kaldıkça hatırlar, biliriz. Silinir veya hiçbir iz bırakmazsa, onu unutur, artık bilmeyiz.”10

İnsan ruhunda doğuştan ideler (vehbi, fıtri fikirler) vardır. Bunlar, bütün insanlarda ortak olan kavram ve idelerdir. Dekart’a göre bunlar deneyden edinilmemiş olan, ruhumuzda önceden yerleşik olarak bulunan düşünceler ya da tasarımlardır. Mesela, Tanrı düşüncesi bunlardan biridir. Yine Dekart’a göre, şuur olayları ve bilginin önsel biçimleri (mebadileri- esasları) doğuştandır. Ancak Dekart, “doğuştan ideler” derken, insanın bir takım düşünceleri dünyaya hazır olarak birlikte getirmiş olduğunu anlamaz. Bu gibi düşünceleri geliştirebilmek için, insanda doğuştan bir yatkınlık (fıtrî bir kabiliyet) olduğunu söylemek ister.11

Felsefede “bilgi problemi” denilince, bilgimizin hangi vasıtalarla ortaya çıktığını ve değerini araştırmak hatıra gelir.12

Bilgi vasıtaları denince, başta duyular ve akıl hatıra gelir. Fakat Nihat Keklik’in de işaret ettiği gibi, vahiy ve ilhamın da bilgi kaynağı olarak unutulmaması gerekir.13

Dinle barışık gitmeyen felsefe ekolü mensupları, vahiy ve ilhamı bilgi noktasında kabul etmezler. Duyularla, akılla, tecrübe (deneme) ile bütün gerçeklere ulaşacaklarını zannederler.

Duyular, bize dış âlemden haber getirirler. Gözümüzle renkler âlemine, kulağımızla sesler âlemine, burnumuzla kokular âlemine açılırız. Ferid Kam’ın da dediği gibi, mesela “bize görme kabiliyeti verilmeseydi, görünen âlem bizim için yok hükmünde olacaktı.”14 Benzeri bir durum, kulak ve burun için de geçerlidir. Kulak verilmeseydi, sesler âlemini bilmeyecektik. Burun verilmeseydi, hoş veya nahoş kokulardan haberimiz olmayacaktı.

Fakat bu duyular, zaman zaman bizi yanıltabilir. Mesela, göz gölgeyi sabit görür. Ama tecrübe ve müşahede (deney ve gözlem) onun hareketli olduğunu bildirir. Keza göz, yıldızı bir altın lira kadar görür. Ama ilmî deliller, onun dünyadan daha büyük olduğunu gösterir.15

Kant’ın dediği gibi, “bilgi duyularla başlar. Fakat duyulardan doğmaz.”16

Duyuların ötesinde akıl yer alır. Duyular, aklın birer hizmetkârı gibidir. Akıl, duyular elçileriyle gelen intibaları değerlendirir, ölçer, biçer, hükme varır. “Duyular yalnız reel varlık alanı içinde kaldığı halde, akıl bütün varlık alanlarını hatta irreel olan şeyleri de içine alabilir.”17

Fakat akıl da yanılabilir. Nitekim bilim tarihinde akılla ulaşılan ve “bilimsel gerçek” zannedilen şeylerin bir kısmının yanlışlığı zamanla ortaya çıkmıştır. Mesela, Batlamyus’un (ö. 168) “dünya kâinatın merkezidir. Güneş, dünyanın etrafında dönmektedir” şeklindeki teorisi bin yıldan fazla bir zaman diliminde insanlarca doğru olarak kabul görmüştür.18

Gazali, aklın yanılabileceğini “rüya” örneğiyle açıklar. Şöyle ki:

Kişi uykuda pek çok şeyler görür, hayal eder. Bunların böyle olduğunda şüphe etmez. Ama uyandığında işin gerçeğini anlar… Belki de bu dünya hayatı ahirete nisbetle bir uykudur. Kişi öldüğünde şimdi gördüğünden farklı olarak eşya ona zuhur edecektir.19

Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, gerçek bilgiye ulaşmada akıl da yeterli değildir. Duyuların aldatıcılığını akıl düzelttiği gibi, aklın da yanılmalarını vahiy düzeltecektir.

Duyular, akıl ve vahiy, bize kendi alanlarında bilgiye ulaşmamıza sebep olmakla beraber, bunlardan sadece biriyle her türlü bilgiye ulaşamayız. Zira “bilgi hiçbir zaman tek bir aktın, ya da tek bir insan yeteneğinin işi değildir. Bütün insan yeteneklerinin bir arada çalışmasının, iş birliği yapmasının bir neticesidir.”20

1Recep Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Ankara, 1992, s. 7

2Nahl, 78

3Necati Öner, Felsefe Yolunda Düşünceler, MEB. İst. 1995, s. 5

4Öner, Felsefe Yolunda Düşünceler, s. 5

5Takiyyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, Remzi Kit. İst. 1992, s. 48

6Bkz. Bakara, 31

7İbn Kesir, I, 104; Kurtubî, I, 194; Süyûtî, I, 100

8Kutub, I, 57

9Türker, s. 122

10Keklik, Felsefede Metafor, s. 17-18

11Akarsu, s. 59

12Keklik, Felsefenin İlkeleri, s. 42

13Keklik, Felsefenin İlkeleri, s. 163

14Kam, s. 86

15Gazali, el- Munkız mine’d- Dalal, s. 20

16Mengüşoğlu, s. 79

17Mengüşoğlu, s. 60

18Tuna, s. 32; Keklik, Felsefenin İlkeleri, s. 203

19Gazali, el- Munkız mine’d- Dalal, s. 21-22

20Mengüşoğlu, s. 59

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir