Allah insanlardan kendine elçiler seçer,
mesajlarını onlarla bildirir.
İlâhî, müteal bir haberleşme mekanizması olan vahiy, onu teşkil eden birtakım unsurlardan müteşekkildir. Şu ayet, bu unsurları toplu halde bünyesinde taşımaktadır:
“Şüphesiz bu (Kur’an), âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. İnsanları uyaran bir peygamber olman için onu apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Emin Ruh (Cebrail) getirdi.”1
Ayetten hareketle, bu unsurları şöyle sıralayabiliriz:
1. Kur’an, Âlemlerin Rabbinin kelâmıdır.
2. Onu peygambere getiren melek, Hz. Cebrail’dir.
3. Vahyin iniş yeri, Hz. Peygamberin kalbidir.
4. Gelen vahiy, Hz. Peygamberin lisanı üzere gelmiştir.
5. Hz. Peygamber, gelen vahiyle insanları uyarmakla görevlidir.
Bu beş unsuru kısaca açıklamakta fayda görüyoruz:
1. Allah’ın kelâmı olma vasfı, sadece Kur’an’a has bir imtiyaz değildir. Fakat bu kitaplar içinde Kur’an’ın apayrı bir yeri vardır. Zira Kur’an, belli bir devir ve belli bir topluluk için değil, bütün devirler ve bütün insanlar için gönderilmiştir. İşte bu noktadan Kur’an, “Âlemlerin Rabbi” unvanıyla Allah’ın kelâmıdır.
Ayrıca, veli veya mistik bir kişi, kendi kalp aynasıyla ilhama mazhar olabilir. Fakat bu ilham hususîdir, kendisinin özel hayatıyla ilgilidir, onun geleceğine bakan cüz’î bir olayla alakalıdır. Bu konumda olan bir insan, “Kalbim Rabbimin ilhamına mazhardır” diyebilir. Fakat “kalbim âlemlerin Rabbinden ilhama mazhardır” diyemez.2 Çünkü ilahî lütuf, o kişiye ona özgü bir tecelli ile tecelli etmiş, ulaşmıştır. Kur’an ise, Rasulullahın kalbine bütün insanları ilgilendiren meseleleri halletmek için inmiştir. Bu noktadan dahi, “Kur’an Âlemlerin Rabbinin kelâmıdır.
2. Ayette Cebrail’den, “Ruhu’l-Emin” unvanıyla bahsedilmiştir.3 Gerçi, Hz. Peygambere gelen bütün vahiyler, Hz. Cebrail vasıtasıyla olmamış; bazen doğrudan ilâhî mesaja mazhar kılınmıştır. Fakat çoğu kere vahiy, vahyin emîni olan Hz. Cebrail aracılığıyla gelmiştir. Vahyin bu genel karakterine işaret olsun diye, Cebrail zikrolunmuştur. Cebrail’in buradaki fonksiyonu, Allah’ın insanlara elçisi olan Hz. Peygambere, ilâhî vahyin ulaşmasında bir elçilik yapmaktan ibarettir.
3. Vahyin iniş mahallinin kalp oluşunda şüphesiz birtakım hikmetler vardır. Çünkü kalp; akıl, irade ve diğer azaların kendisine itaat ettikleri bir merkez durumundadır. Bundan dolayı, Allah’a muhatap olabilecek bir kabiliyettedir.4 Anlamanın, tespit etmenin, mahallidir. Vahiy ve ilhamın tecelligâhıdır. İnsan vücudunda hitap ve feyze kalpten daha uygun bir mahal de yoktur.5 Nitekim kalp, kişinin aklına da istinat eden ve ruhani ciheti de bulunan bir unsurdur.
Öte yandan ilâhî vahyin kalbe indirilişini bildiren bu ayette şöyle bir incelik vardır: “Kalbine” derken (alâ) harf-i cerri kullanılması, ilâhî vahyin kalbe gelen diğer sünuhat ve ilhamlardan farklı olarak yalnız bir noktadan kalbe ilişivermekle kalmayıp, kalbi bütünüyle kuşattığını bildirmek içindir. Öyle ki, Hz. Peygambere vahiy geldiğinde bütün benliğiyle ona yöneliyor, diğer duyularının hâkimiyetinden sıyrılıyordu.6 Hz. Peygamber, o esnada başka şeyleri hissetmiyor ve neticede, vahyin sonucunu kalbinde zarurî bir bilgi olarak buluyordu.
4. İlâhî mesaj, Hz. Peygambere kendisinin ve ilk muhataplarının dili olan Arapça ile gelmiştir. Evrensel son ilâhî mesajın Arap diliyle gelişi, Arapçanın başka dillerden imtiyazına bir delil kabul edilebilir. Onun, böyle bir şerefe mazhar olmasını, zengin manaları ifadeye elverişli bulunmasında ve nâzil olduğu devirde Arapların belağat ve fesahatte zirvelere çıkmalarında arayabiliriz.
Fakat şu da vardır ki, “Biz her peygamberi, kavminin diliyle gönderdik”7 ayetinden anlaşıldığına göre, Cenab-ı Hak başka dillerde de mesajını göndermiştir. Çünkü her ümmet için peygamber gelmiştir. Zaten, mana bir inciyse, lafız onun sadefi durumundadır. İlâhî mesaj incisi, temel esaslarda hep aynı olmakla beraber, sadefi bu mesaja muhatap kitleye göre değişmiştir. İlahî vahyin bu şekilde gelişi, muhatap kitle yönünden büyük bir rahmet olmuştur. Zira tanımadıkları bir şahıstan, bilmedikleri bir dille yapılan tebliğe insanların muhatap olamayacakları açık bir realitedir.
5. Gelen vahiy, Hz. Peygambere özel bir marifet ve bilgi olarak kalması için gönderilmiş olmayıp, insanlara ulaştırması için gönderilmiştir. Hz. Cebrail, bu mesajın peygambere gelişinde bir elçi olduğu gibi, Hz. Peygamber de, insanlığa ulaşmasında bir elçidir.
Buna karşılık kalbine ilham gelen bir veli ise, tebliğle görevli değildir. Hatta kalbine gelen ilhamı söylemesi, gurur alameti kabul edileceğinden, çoğu kere söylememesi daha uygun olur. Bu durum, vahiyle ilham arasındaki mühim farklardan birini teşkil eder.
Vahyin unsurlarını bu şekilde gördükten sonra, şimdi de vahyin geliş keyfiyetine kısaca bakabiliriz.
Hz. Peygambere gelen vahiy, sadık rüyalarla başlar. Hz. Aişe’nin bildirdiği gibi “Onun vahyin başlangıcında gördüğü rüyalar sabahın aydınlığı gibi açıktır.”8 Bu dönem, özellikle ruhî ve fikrî bir hazırlanma, bu büyük hadiseyi karşılama sürecini oluşturur. Zira bir insan ruhunun, normal şartlarda melek Cebrail’in inip seslenmesine dayanması mümkün değildir. Bu yüzden, Hz. Peygambere ilk vahiy rüya ile başlamış ve bu ön hazırlık dönemi altı ay devam etmiştir.9
Hz. Peygamber, vahyin ilk dönemlerinde, ondan bir şey kaçırma endişesiyle dudağını depretip melekle beraber okumaktadır. Cenab-ı Hak, peygamberine şu talimatı verir:
“Sana vahyedilmesi tamamlanmadan Kur’an’ı okumakta acele etme!”10
Vahiy, Hz. Peygambere bazen çıngırak sesi gibi bir sesle gelir. Celaleddîn Süyutî’nin de dikkat çektiği gibi bu ses, Hz. Peygamberin başka meşguliyetlerden sıyrılıp, bütün benliğiyle gelen vahye yönelmesi içindir.11
İlâhî vahye muhatap olmak, şüphesiz kolay bir şey değildir. Nitekim Hz. Peygamber vahiy geldiğinde, soğuk bir gün bile olsa terlemekte, derin derin nefes alıp vermektedir. Hatta bazen etrafındakiler, bu esnada arı uğultusu gibi bir ses işitmektedir.12
Şu ilâhî hitap da, bir yönüyle vahyin bu ağırlığını bildirir:
“Gerçekten biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz.”13
Ayetteki “ağır söz” tabiri, vahyin ağırlığını ifade etmenin yanında, onun değerini ve yüceliğini de ifade eder.14 Evet, bu ilâhî kelâm, hak mizanında ağır olduğu gibi, kalpler üzerinde de ağır bir tesîre sahiptir.15
1 Şuara, 192-195
2 Nursî, Sözler, s. 134
3 Taberî, XIX, 112; İbn Kesir, III, 347
4 Merağî, XIX, 105
5 Bursevî, II, 871
6 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, I, 433-434
7 İbrahim, 4
8 Buharî, Bedü’l-Vahy, 3
9 Yıldırım, IX, 24
10 Tâhâ, 114
11 Süyutî, İtkan, Mısır, Matbaatu’l-Ezheriyye, 1318 h. I, 46
12 Salih, s.27-28; Muhammed Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, İst. Yağmur Yayınları, 1965. s. 11-12
13 Müzzemmil, 5
14 Zemahşerî, IV, 638; Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, X, 125
15 Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, VI, 3745
