Bizde görülmeyen bir hal,
başkasında yoktur anlamına gelmez.
Vahyin geliş şekillerine bu şekilde kısaca baktıktan sonra, şimdi de vahyin unsurlarına gelen bazı itirazlara temas etmek istiyoruz.
Birinci itiraz: Bu itirazlardan biri, vahyin birinci unsuru olan “Onu, âlemlerin Rabbi indirmiştir”1 hükmüyle alâkalıdır. Şöyle ki:
Dinleyenleri kendine çeken, akıl ve kalpleri hayran bırakan bu ilâhî beyana karşı, Batılı araştırmacıların çoğu peşin fikirle yaklaşarak, onu Hz. Peygamberin kendi fikrinin bir mahsulü olarak görmeye ve göstermeye çalışmışlardır. Bunun sonucu olarak da, Avrupalı pek çok Kur’an mütercimi, tercümelerinin baş tarafına “Muhammed” diye yazmışlardır.2
Kur’an’ı bir beşer kelâmı olarak görenlerden birisi olan Alman müsteşriki Brockelman, şöyle der:
“Muhammed, Mekke yanındaki Hıra Dağında ruhunun şifası için derin tefekkürata dalmıştır. O, hemşehrilerinin çok tanrıcılığının hiçliği fikriyle birlikte, diğer milletlerde bir peygamber vasıtasıyla kendini tanıtmış olan Allah’ın, onları daha ne zamana kadar bu imansızlıkta bırakacağı sualini kendi kendine soruyordu. Bu düşünce, böylece O’nun içinde bizzat kendisinin bu peygamberliğe memur edilmiş olduğu şeklinde olgunlaştı. Fakat fıtrî çekingenliği, uzun zaman böyle birisi olarak ortaya çıkmaktan kendisini menetti. İlk defa, Hıra Dağındaki şahsına has bir hads (sezgi), şüphesini giderdi. Orada bir gün, kendisinin sonradan melek Cebrail olarak kabul ettiği bir hayal göründü. İçindeki, kendisinin Tanrı’nın elçisi olduğuna dair beliren sesi, buna isnat etti.”3
İnat, taassup, peşin hükümlülük gibi durumlar, gerçeğin gerçekte olduğu gibi görülmesine engel olan hususlardandır. Siyah bir gözlükle etrafa bakan kişinin her tarafı karanlıklar içinde görmesi gibi, bu gibi şahıslar da Hz. Peygamberi objektif bir biçimde ve olduğu şekliyle tanıyamamışlardır.
Şüphesiz, hepsi Brockelman gibi bakmış değillerdir. Mesela, meslektaşlarından çoğunun, Kur’an’dan bahsederken “Muhammed şöyle dedi” gibi ifadeler kullanmalarını ele alan Watt, bu konuda şöyle der:
“Bugün elimizde bulunan Kur’an’ın ayetleri, Hz. Muhammed’in şuurunda esrarengiz bir biçimde ortaya çıkmakla beraber, bunlar kesinlikle O’nun düşüncesinin mahsulü değildi. O halde, Kur’an’dan söz ederken “Muhammed şöyle dedi” veya “böyle dedi” şeklinde konuşmak doğru olmayacaktır.”4
Watt, ayrıca şu noktaya da dikkat çeker:
“İslâm’a karşı olanlar çoğu zaman Hz. Muhammed’in saralı (epilepsi) olduğunu, dolayısıyla dînî tecrübelerinin hiçbir geçerliliği olmadığını iddia etmişlerdir. Gerçekte, zikredilen belirtiler sara belirtileriyle aynı değildir. Çünkü bu hastalık, fizikî ve zihnî bozukluklara yol açmaktadır. Oysa Hz. Muhammed’in hayatı boyunca bütün yetenekleri tamamıyla yerindeydi.”5
Şarkiyatçıların bir kısmını “Muhammed saralıdır” iddiasına sevkeden, Hz. Peygamberde vahiy esnasında görülen “terleme, horlama, derin nefes alıp verme” gibi durumlardır. Onların bu çürük iddialarına karşı şu noktaları hatırlamak yerinde olacaktır:
Hz. Peygamberde, vahyin hem şiddetli hem de kolay gelişinde, hem vahiyden önce, hem vahiy esnasında, hem de vahyi müteakiben, tam bir şuur uyanıklığı ve keskinliği söz konusudur.
Ayrıca, tıbben bilindiği üzere, saralı kişi nöbet sırasında idrak ve düşünme kabiliyetini tamamen kaybeder. Etrafında olup bitenin farkına varmaz. Kendisinde ne cereyan ettiğini bilemez, şuuru durur. Hâlbuki Hz. Peygamber, vahyi müteakip insanlara hukukun, ahlakın, edebiyatın, öğütlerin en güzel örneklerini ihtiva eden Kur’an ayetlerini tebliğ etmiştir. Böyle bir kelâm, hiç saralının eseri olabilir mi?
İkinci itiraz: Müsteşriklerin Hz. Peygambere isnat ettikleri “saralı” iddialarının, onların zaman zaman nükseden küfür ve inkâr saralarının bir neticesi olduğunu belirtip, vahyin unsurlarından ikincisine yapılan bir itirazı açıklamaya geçebiliriz. Şöyle ki:
“Şeytan ve cinler, kâhin ve medyumlara bir şeyler getirdikleri gibi, Hz. Peygambere de bir şeyler getirmişler midir? Yani, vahye herhangi bir müdahaleleri olmuş mudur?” meselesi eskiden beri zaman zaman gündeme gelen bir meseledir. Vahyin ilk muhatabı olan Mekkeli müşriklerin Hz. Peygambere “kâhin, mecnun” iddialarında da, böyle bir yaklaşım söz konusudur. Yani, “zaman zaman bunları ona şeytan fısıldıyor” demektedirler.
Kur’an’ın şu ayeti, bu iddiada olanlara susturucu bir cevap niteliğindedir:
“Onu (Kur’an’ı) şeytanlar indirmedi. Bu onlara yakışmaz, ayrıca güçleri de yetmez. Onlar, vahyi işitmekten menedilmişlerdir.”6
Yani, böyle bir şey getirmek her şeyden önce şeytanların tabiatına aykırıdır. Tabiatında fesat ve saptırmak bulunan şeytanlar, elbette iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, insanlara hak yolu gösteren böyle bir kelamı söyleyemezler. Hem sonra, muhal farz olarak böyle bir şey yapmak isteseler bile, semadan meleklerle ve şihaplarla tardedilirler.7
Şeytanların, Kur’an’ın vahyedilmesi esnasında dinlemekten menedilmelerinde şöyle bir incelik vardır: Şayet şeytanlar onu dinleyebilselerdi, duyduklarını kâhinlere haber verirlerdi. Böylece “Muhammed’e gelen, falan kâhine de geldi” denir ve vahye itimat sarsılırdı. Halbuki, “Gaybı bilen O’dur. Gaybını, razı olduğu elçiden başkasına bildirmez. Onun önünden ve arkasından gözeticiler salar”8 ayetinin belirttiği gibi, gaybdan peygambere gelen mesajın gönderilmesi esnasında koruyucu melekler nezaret etmişlerdir.9 Meleklerin nezaret etmesinin bir hikmeti de, şeytanın Hz. Peygambere melek suretinde görülmeye çalışmaması içindir.10
Üstteki ikinci itiraz bağlamında “Garanik” meselesine de burada yer vermek münasip olacaktır. Şöyle ki:
İlâhî vahye şüphe vermek isteyen insî şeytanların, kendi şeytanlarından aldıkları “vahiyle”, zaman zaman gündeme getirdikleri bir mesele, “şeytan ayetleri” safsatası, veya “Garanik olayı” dedikleri meseledir.
Bu iddialarına, şu ayetten delil getirmeye çalışırlar:
“Senden evvel hiçbir rasul ve nebî göndermedik ki, bir şey temenni ettiğinde şeytan onun bu temennisine bir vesvese karıştırmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın o vesvesesini giderir. Sonra da Allah, ayetlerini iyice sağlamlaştırır. Allah her şeyi bilen, her şeyi hikmetle yapandır.
(Allah’ın buna izin vermesi), kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri katılaşmış olanlara şeytanın verdiği vesveseyi bir imtihan yapmak içindir. Zalimler ise, gerçekten çok derin bir muhalefet içindedir.
Bir de, kendilerine ilim verilmiş olanlar, Kur’an’ın Rabbinden gelen hak bir kitap olduğunu bilsinler, ona iman etsinler ve kalplerinde ona karşı bir rahatlık meydana gelsin diye Allah buna izin verir. Şüphesiz Allah, iman edenleri dosdoğru bir yola iletir.”11
Müfessir Zemahşerî, bu ayetin açıklamasında şu rivayete yer verir:
Hz. Peygamberin kavmi O’ndan yüz çevirmiş, en yakınları bile O’nun getirdiklerine sahip çıkmamış, muhalefet etmişti. Rasulullah ise, onların yüz çevirmelerinden sıkılıyor, onların İslâm’a girmelerini şiddetle arzu ediyordu. Bu yüzden, onların İslâm’a meyletmelerine ve inatlarından vazgeçmelerine sebep olur ümidiyle, kendisine onları uzaklaştıracak bir şeyin inmemesini temennî etmişti. Kavminin içinde olduğu bir gün, böyle bir temenni halinde iken, Necm suresi kendisine indi. Okumaya başladı.
“Şimdi gördünüz mü o Lat ve Uzza’yı ve üçüncüleri olan Menat’ı”12 ayetine geldiği vakit şeytan gönülden geçirmesine (ümniye) müdahale etti, vesvese verdi. Lisanı yanlışlıkla “İşte bunlar ulu garaniklerdir (kuğulardır). Onların şefaatleri ümit edilir” dedi. Rasulullah, böyle söylediğinin farkında değildi. Hemen ismet sıfatı yetişti ve farkına vardı. (Hz. Cebrail’in uyardığı da bir rivayet olarak nakledilmektedir). Veya bir başka rivayete göre, bu beyti şeytan söyledi. İnsanlar, bu beyti duydular. Surenin sonunda Hz. Peygamber secde edince, orada bulunan müşrikler de gönül hoşluğuyla secdeye gittiler.13
Din düşmanlarını “şeytan ayetleri” iddiasına sevkeden ve “Garanik” diye meşhur olan rivayet bundan ibaret.
Bu rivayetin muhtevasını şöyle değerlendirebiliriz:
1- İlâhî vahyi reddedenlerin, Kur’an’dan delil getirmeye çalışmaları açık bir çelişkidir.
2- Zemahşerî’nin bu rivayete yer vermesi, onu kabul ettiğini göstermez. Sırf bir haber olarak nakletmesi mümkündür.
3- Bu rivayet, ekser müfessirlerce sahih bulunmamış ve reddedilmiştir.14
4- Necm suresinin okunması ve sonunda Müslümanlarla birlikte müşriklerin de secde ettiklerine dair haberler sahih hadis mecmualarına girdiği halde, Garanik olayına ait olan cümle, bu haberlerde mevcut değildir.15
Mesela, Buharî’nin Sahih’inde, İbn Mes’ud’dan rivayetle şöyle anlatılmaktadır:
“Kendisinde secde ayeti indirilen ilk sure, Necm suresidir. Bu sure nazil olduğunda, Rasulullah secdeye vardı. Orada bulunanlar da secde ettiler. Ancak bir adamın, yerden bir avuç toprak alıp ona secde ettiğini gördüm.”16
5- Zemahşerî’nin naklettiği rivayetlerden birinde, bu sözün şeytan tarafından söylendiği belirtilmiştir. Farz-ı muhal olarak Garanik olayı diye bir şey olsa bile bu, Hz. Peygamberin Kur’an okuyuşunu sabote etme tarzında bir müdahaledir. Nitekim günümüzde bir hatip konuşurken muarızları başka sloganlar atabilmektedir.17
6- Yakut Hamevî Mu’cemu’l- Büldan isimli eserinde Uzza’yı anlatırken, Garanikten bahseden şiire yer verip, müşriklerin bu şiiri Kâbe’yi tavaf ederken söylediklerini belirtir.18 Öyleyse bu ifade, esas itibariyle Hz. Peygambere değil, müşriklere bir şeytanî ilkadan ibarettir.19
7- Böyle bir kıssanın batıl olduğuna, surenin başı açık bir şekilde delalet eder:20
“O (Peygamber), kendi arzusundan konuşmaz. Ancak kendine vahyedileni söyler.”21
8- Surenin başı böyle bir iddiayı reddettiği gibi, tamamı da reddetmektedir. Şöyle ki: “Tema, tamamen Tevhîd temasıdır. Şefaati reddeden bu temada, putların şefaatlerinin umulacağını söylemek mümkün değildir. Böyle bir şey söylenmiş olsa, o zamana dek inanmış olanlar dahi kuşkuya düşüp dinden dönerlerdi. Putlara övgü bu ayetlerin neresine sokulabilir? Sure, baştan sona tevhîdi vurguluyor, şirki kovuyor.”22
Serdedilen mütalaalardan anlaşıldığı üzere “Garanik olayı” diye meşhur edilmeye çalışılan rivayetin, vahye şeytanın müdahalesi olduğuna hiç bir cihetle delâleti yoktur. Ancak, din bir imtihandır. Ayette de, bunun bir fitne olduğu belirtilmiştir.23 Fitne ise, kelime olarak altın, gümüş gibi madenlerin sahte olup olmadıklarını belirlemek için, onları ateşe tutmayı ifade eder.24 Bu deney neticesinde, Ebu Bekir gibi elmas ruhlu olanlar, Ebu Cehil gibi kömür ruhlu olanlardan ayrılır.
1 Şuara, 192
2 Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 46-47
3 Brockelman, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları 1964, Ter: Neşet Çağatay, s. 13-14
4 W. Montgomery Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, Ank. Hülbe Yayınları 1982. Ter: Mehmet Aydın, s. 37
5 Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1986. Ter: Rami Ayas ve başkaları. s. 64
6 Şuara, 210-212
7 İbn Kesir, III, 349
8 Cin, 26-27
9 Merağî, XXIX, 107
10 Taberî, XXIX, 127
11 Hacc, 52-54
12 Necm, 19-20
13 Zemahşerî, III, 164-165
14 İbn Kesir, III, 229-230; Sâbunî, II, 294; Ateş, Gerçek Din Bu, Yeni Ufuklar Neşriyat, ts. s. 217
15 Cerrahoğlu, “Ğaranik Meselesinin İstismarcıları”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXIV (1981) s. 71
16 Buharî, Tefsir, 53/4
17 Ateş, Gerçek Din Bu, s. 217
18 Hamevî, Mu’cemu’l-Büldan, Matbaatu’s- Saade, Mısır, 1906, VI, 166
19 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, VII, 4597
20 Sâbunî, II, 294; Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, VII, 4597
21 Necm, 3-4
22 Ateş, Gerçek Din Bu, s. 221
23 Hacc, 53
24 İbn Manzur, XIII, 317
