Akılla bakarsak gelecek çok karanlıktır,
ama Kur’anla bakarsak apaydınlıktır.
Kur’an’ın gaybî haberlerinden mühim bir kısmı geleceğe bakar. Hatta “gaybdan haber vermek” denildiğinde ilk hatıra gelen, “gelecekten haber vermektir.” Kur’an, Allah’ın ilminden geldiği için geçmişe, geleceğe ve şimdiki zamana aynı anda bakar. Bazen olur, geçmişin derinliklerinden bir kıssa ile insanları ibrete sevkeder. Bazen de, gelecekten bir haberle bakışlarımızı ileriye çevirir.
Kur’an’ın gelecekten haber vermesi, onun başlıca i’caz türlerindendir. İlk bakışta bu tür ayetler, kırk elli kadar sanılır. Fakat dikkat edildiğinde, bu rakamın bini geçtiği görülür.1
Misal olarak Kur’anın en kısa suresine bakalım: Hz. Peygamberin erkek çocuklarının vefatından dolayı, müşriklerin “o ebterdir”2 demeleri üzerine inen3 Kevser suresi, kendisi üç ayet iken dört gaybî habere işaret eder.
1. “Biz sana kevseri verdik” ifadesindeki “kevser”, bazı rivayetlere göre peygambere tâbi olacakların çokluğunu bildirir.
2. “Rabbin için kurban kes” ifadesi bolluğa işaret eder. Zira kurban kesmeye maddî imkânlar olacak ki, bu emir yerine getirilebilsin.
3. “Doğrusu sana dil uzatanın kendisidir ebter olan.”
Bu ifade, iki gaybî haber taşımaktadır:
– Sen ebter değilsin. Senin neslin ve sana tâbi olanlar devam edeceklerdir.
– Sana “ebter” diyenin kendisi ebter olacaktır; nesli kesilecektir.4
Bu surede haber verilen dört gaybî haberin her birisi, haber verildiği şekilde gerçekleşmiştir. Ona “ebter” diyenler kendileri ebter olmuşlardır. Hz. Peygamberin ise, hem mübarek nesli olan ehl-i beyt her tarafta devam etmekte; hem de, O’na tâbi olanların sayısı her asırda gittikçe artmaktadır.
Kur’an’ın geleceğe yönelik bir kısım haberlerini istinbat ve istihraç etmek o kadar zor bir şey değildir. Ayetin açık manası zaten, “ben gelecekten haber veriyorum” dercesine kendini göstermektedir. Mesela, “Kur’an Muhammed’in kendi sözüdür” diyenlere karşı ayette cevaben şöyle denilir:
“Kulumuza indirdiğimizden bir şüpheniz varsa, haydi onun benzeri bir sure getirin. Allah’tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın. Eğer sözünüzde sadık iseniz (bunu yapın). Eğer yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- kâfirler için hazırlanıp yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının.”5
Ayette yer alan “…yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız-” ifadesi net bir şekilde geleceğe ait bir hükmü, hem de te’kîdli olarak belirtmektedir. Kur’an’ın “asla yapamayacaksınız” ihbarı o günden bu güne kadar 1400 senelik bir tecrübe ile sıdkını gösteren daimî bir mu’cizedir. Bu meydan okumanın i’cazı karşısında yarıştan vazgeçip, silahlar çekilmiş, masraflar ihtiyar edilmiş ve fakat bu mu’cizeye hiçbir ret cevabı verilememiştir.6 Hâlbuki söz ile mukabelede bulunup Kur’an’ın davasını çürütmeye çalışmak ilk bakışta daha kolay gibi görülmektedir. Onların bundan aciz kalışları, Kur’an’ın mu’cizeliğini isbat etmektedir.
Kur’an’ın i’cazını sadece lafzının fesahatinde aramamak lâzımdır. Seyyid Kutub’un da dikkat çektiği gibi, onun i’caz boyutu, nazmı ve manalarının i’cazı boyutlarından çok daha ilerdedir. İns ve cin, onun dengi bir kelâm getiremedikleri gibi, onun sistemi gibi her şeyi kuşatan bir sistem dahi getiremezler.7
İnsanoğlu, Allah’ın yarattığı şeylerin mislini yapmaktan aciz olduğu gibi, O’nun kelâmının benzerini söylemekten de acizdir. Kur’an, fıtratın bütün kanunlarının mülahaza edildiği bir kitaptır. Bu fıtrat kanunları, hem beşerî nefislerin bütün tavırlarında, hem de toplumun bütün hallerinde geçerlidir.8
Şu ayete bakarak meseleyi daha iyi değerlendirebiliriz:
“Allah’tan başka kendilerine dua edip taptığınız neler varsa, hepsi bir araya da gelseler, bir sineği bile yaratamazlar.”9
İnsanlar topraktan çanak çömlek gibi şeyler yapar. Allah ise aynı topraktan bitki, hayvan, insan yaratır. İnsanlar topraktan hayat yaratamadıkları gibi, Kur’an’da yer alan veya almayan kelimelerden Kur’an tarzında bir kelam meydana getiremezler. San’at O’nun san’atı, söz de Onun sözüdür.
Bütün insanlar toplansa, birbirlerine yardımcı da olsalar bir sinek yapamazlar. Sinek yapamadıkları gibi koca bir kartal da yapamazlar. Tek hücreli bir canlı yapamadıkları gibi bir fili de yapmaktan acizdirler. Benzeri şekilde kısa bir surenin benzerini de yapamazlar, uzun bir surenin benzerini de getiremezler.
Kur’an’ın bazı ifadelerinde ise, geleceğe bakan yönü ilk bakışta dikkat çekmeyebilir, görülmeyebilir. Fakat şelaleye bakan iki kişiden birisinin sadece manzarasından lezzet alması, şırıltısını dinlemesi yanında; bir mühendisin bunun ötesinde bir baraj görüp, çevreyi sulama ve aydınlatmayı planlaması gibi, bazı ayetlerden bir kısım âlimler gaybî bir mana sezemezken, bazılarının böyle bir manayı sezmeleri mümkündür. Ayetin açık manasını reddetmeyen böyle ince, sırlı, işarî manalar ulema arasında hüsn-ü kabul görmüştür. Buharî’nin Sahih’ine aldığı, Hz. Ömer zamanında cereyan eden şu olay, bu hükme bir misal olabilir. İbn Abbas anlatıyor:
Hz. Ömer, beni, Bedir savaşına katılan yaşlı kimselerle aynı meclise alıyordu. Bazısı buna alınır gibi oldu. “Bunu niye buraya getiriyorsun? Bizim onun kadar oğullarımız var” dediler… Hz. Ömer, bir gün beni çağırdı. Onlara haklılığını göstermek için çağırdığını anlamıştım. Onlara, “Nasr suresi hakkında görüşünüz nedir?” diye sordu. Bir kısmı, “Yardıma mazhar olup fetih bize ihsan edildiğinde, Allah’a hamd ve tesbîh etmekle emrolunduk” dedi. Bir kısmı ise, bir şey demedi. Hz. Ömer bana: “Ey İbn Abbas, sen de böyle mi söylüyorsun?” dedi. Dedim: “Hayır… Bu sure, Rasulullah”ın vefatından haber vermektedir.”
Hz. Ömer bunun üzerine “Ben de ancak senin dediğin gibi biliyorum” dedi.10
Görüldüğü gibi, Hz. Ömer ve İbn Abbas, ekseriyetin görmediğini görmüşler, ayetin geleceğe yönelik manasını hissetmişlerdir.
Zikrettiğimiz olayda medar-ı bahs olan Nasr suresi, kısa surelerdendir. Cenab-ı Hak Hz. Peygambere hitaben şöyle bildirir:
“Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde ve insanların fevc fevc Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde, Rabbini hamd ile tesbih et ve O’na istiğfar et. Çünkü O, Tevvab’tır (tevbeleri çok kabul edendir).”
Öyle görülüyor ki, Peygambere Allahın yardımı ve fethi mutlaka gelecektir. Bunun sonucu olarak insanlar gruplar halinde İslama gireceklerdir. Bu gerçekleştiğinde Allahın dini tamamlanmış olacak, dinin mübelliği olan zatın da görevi bitecektir. Bu ise, Onun vefatı demektir.
Şimdi vereceğimiz ayetin gaybî yönü ise, fen alanındaki gelişmeler sayesinde 19. yy’da anlaşılabilmiştir:
“İnsan, kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor?
Doğrusu biz, onu parmak uçlarına kadar düzeltmeye kâdiriz.”11
Ayetin asıl olarak anlattığı, öldükten sonra dirilme olayıdır. “Parmak uçlarına kadar” denilmesi, insanın en ince ayrıntılarıyla tekrar yaratılacağından kinâyedir. Öyle ki, parmak uçları bile zayi olmayacak, ne kadar küçük ve dakik de olsa, hiçbir uzuv ve o uzvun şekli değişmeyecektir.”12
Bu mana ile beraber, ayette “parmak uçlarına” dikkat çekilmesi, oralarda mühim sırlar olduğuna da işaret etmektedir. Bu sırlardan biri, her insanın parmak izinin kendine has olması, başka hiç bir kimseninkine benzememesidir. Her insana ayrı bir sîma veren ilâhî kudret, her insanın parmak uçlarına da o şahsa has bir mühür vurmuştur. Bu öyle bir mühürdür ki, bir başkasıyla karışması mümkün değildir. Nitekim günümüzde kimlik tesbiti parmak iziyle de yapılmaktadır. Kur’an böyle bir şeye dikkat çekerken, beşerî bilgi düzeyinde parmak izi ilk defa Sir Edward Henry tarafından 1875 yılında bulunmuş ve kısa süren bir tecrübe devresinden sonra, birçok polis teşkilatı tarafından kullanılmaya başlamıştır.13
1-Hz. Peygamberin Korunması
Peygamberin korunmuş olması, tek başına bir mucizedir.
Cenab-ı Hak şu ayette, Hz. Peygamberin ilâhî koruma altında olduğunu bildirir:
“Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Bunu yapmazsan Onun risaletini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.”14
Gayba ait bu ilâhî tekeffül fiilen gerçekleşmiş, İslâm düşmanlarından hiçbiri Hz. Peygamberi öldürmeye güç yetirememiştir. Hâlbuki düşmanları pek çok ve imkânları da yerindeydi. Üstelik daima, O’nu ve davasını yok etmek için fırsat kolluyorlardı. Hz. Peygamber ise, (maddi sebepler açısından bakıldığında) zayıf bir konumda idi. Yardımcıları azdı.15
Üstteki ayet nazil olduktan sonra Hz. Peygamber, muhafızlığını yapan zatlara der: Artık gidin, Rabbim beni koruyor.”16
Bu ilâhî vaat gerçekleşmiş, Hz. Peygamber, o kadar düşmanları içinde, pek çok suikastlara maruz kaldığı halde yatağında vefat etmiştir.
“Rasulullah’ın Uhud’da yüzü yaralandı, iki dişi kırıldı; öte yandan pek çok eziyetlerle karşılaştı. Koruma teminatı nerede kaldı?” şeklindeki bir soruya, İbn Cevzi şöyle cevap verir: “Allah’ın teminatı O’nu öldürülmekten, esir edilmekten, tamamen telef olmaktan koruma hususundadır. Maruz kaldığı eziyetler, korunmuş olmasına engel değildir.”17
İbn Kesîr, Hz. Peygamberin amcası Ebu Talib’in İslâm’a girmemesini de peygamberin korunmasıyla alâkalı görür. Ona göre, şayet Ebu Talib de Müslüman olsaydı, Kureyş kâfirleri hücuma cesaret bulurlardı. Fakat Ebu Talib’le aralarında küfür bağı bulunduğundan ona saygı duyar, hürmet ederlerdi.18
Allah’ın koruması altında olduğunu bilen Hz. Peygamber, en sıkışık anlarda bile ümitsizliğe düşmemiştir. İşte, hicret esnasında, mağaraya gizlendiklerinde gösterdiği harika cesâret ve teslîmiyet… Yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir telaşlanıp, “Ya Rasulallah, birisi ayakları üzerinde yükselse bizi görecekler” deyince, Hz. Peygamber şöyle cevap verir: “Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyorsun?”19
Kur’an-ı Kerîm, bu anı ebedîleştirdiği ayetlerinde bunu şöyle ifade eder:
“Eğer siz Ona (peygambere) yardım etmezseniz, Allah vaktiyle O’na yardım etmişti (yine eder). Hani kâfirler onu yurdundan çıkardıklarında, mağarada iki kişiden biri olduğu halde, arkadaşına diyordu: ‘Üzülme, Allah bizimle beraberdir.’ Böylece Allah onun üzerine sekînetini (emniyet ve rahmetini) indirdi. Görmediğiniz ordularla onu kuvvetlendirdi…”20
Tefsirlerde, Hz. Peygamberin teyit edildiği orduların melekler ordusu olduğu belirtilir.21 “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır”22 ayetinin ifade ettiği gibi, gökte ve yerdeki bütün varlıklar Allah’ın ordusunda birer asker durumundadır. Cenab-ı Hak, Rasulünün muhafazası için bu askerlerden örümceğe mağaranın girişini kapattırmış, bir çift güvercine mağaranın üstünde nöbet tutturmuştur.23
Hz. Peygamberin bedenen korunmasının yanında, psikolojik yönden de korunduğunu görmekteyiz. Şöyle ki: Müşrikler, Hz. Peygamberi psikolojik olarak çökertmek, insanların O’nu dinlemesine engel olmak amacıyla yoğun bir propaganda içindeydiler. Kendileri söz ehli kimseler olmakla beraber, Kur’an karşısında bir söz söyleyemeyince, Hz. Peygambere “şair, kâhin, sahir, mecnun” gibi iftiralarda bulunuyorlardı.24 Onların türlü iftiralarına karşılık, Cenab-ı Hak indirdiği ayetlerle, Rasulünü teselli ve takviye ediyor, O’na yol gösteriyor, mesela şöyle diyordu:
“De ki: O Rahman’dır, biz O’na imân ettik ve O’na tevekkül ettik. Kimin apaçık bir dalalette olduğunu yakında bileceksiniz.”25
“Sen öğüt vermeye devam et! Rabbinin sana olan nimeti sayesinde ne kâhinsin, ne de mecnun. Yoksa ‘o bir şairdir. Biz onun felaketini bekliyoruz’ mu diyorlar? Sen, de ki: Bekleyiniz bakalım, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”26
Tur suresinde, 29. ayetten 44. ayete kadar kâfirlerin batıl iddiaları birer birer çürütüldükten sonra Hz. Peygambere şu talimat verilir:
“O halde çarpılacakları güne kadar onları kendi hallerine bırak.”27
Ayetin bu ifadesinden, bir gün gelip onların cezalarını çekecekleri, belâlarını bulacakları anlaşılmaktadır. Nitekim Bedir günü geldiğinde, küfrün elebaşları layık oldukları cezayı bulmuşlardır.28
Bir başka ayette ise şöyle denilmekte:
“Yakında hem sen, hem de onlar kimin meftun (mecnun) olduğunu göreceksiniz.”29
Kimin mecnun olduğu görülmüştür. O’na mecnun diyenlerin pek çoğu Mekke’nin fethinden sonra O’nun saflarında yer aldılar. Küfründe inat eden Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi kimseler, daha dünyadayken cezalarını buldular. Hem hayatları, hem saltanatları bitti. Böylece, üstte zikredilen ayetlerin hakikati tecelli etti. Gaybdan peygambere bildirilen ilâhî teminat gerçekleşti.
1 Nursî, Lem’alar, s. 35
2 Ebter: Nesli kesik, erkek evladı olmayan anlamındadır. İbn Manzur, IV, 38
3 İbn Kesir, IV, 559; İbn Hişam, II, 34
4 Âlûsî, I, 22
5 Bakara, 23-24
6 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, I, 272
7 Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, IV, 2250
8 Kutub, age. IV, 2249-2250
9 Hacc, 73
10 Buharî, Tefsir, 110/3; Zemahşerî, IV, 812
11 Kıyame, 3-4
12 Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, VI, 3768
13 Celâl Kırca, Kur’an-ı Kerim ve Modern İlimler, İst. Marifet Yayınları 1981. s. 198; Sâbunî, III, 484
14 Maide, 67
15 Zerkânî, II, 335-336
16 Tirmizî, Tefsîr, 5/6; İbn Kesîr, II, 78
17 İbn Cevzî, II, 397
18 İbn Kesîr, II, 79
19 Buhârî, Tefsîr, 9/9; Taberî, X, 136; İbn Kesîr II, 358
20 Tevbe, 40
21 İbn Kesîr, II, 358; Nesefî, II, 127
22 Fetih, 4
23 Nesefî, II, 127; Tabersî, III, 3
24 Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, VI, 3398
25 Mülk, 29
26 Tur, 29-31
27 Tur, 45
28 Merâğî, XXVII, 38; Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, VII, 4565
29 Kalem, 5-6
