Bir vasfı “nur” olan Kur’an,
karanlık olan mazi ülkesini aydınlık hale getirir.
Geçmiş milletlerin hayat maceraları, insanın yeryüzünde yaratılış hikâyesi, göklerin ve yerin yaratılış keyfiyeti gibi meseleler, geçmişte olup bitmiş, fakat insanlar tarafından yakînî bir bilgiyle sırrına erilememiş hususlardandır. Geçmişi bize anlatmaya çalışan tarih, insanlığın eski devirleri hakkında “karanlık devir” demekte ve pek çok meselede o devirlerle ilgili birtakım varsayımlarda bulunmaktan öteye geçememektedir.
Şimdi, bu karanlık devirlerin ve bilinmez dönemlerin Kur’an’da nasıl ele alındığını görelim:
1-Göklerin ve Yerin Yaratılışı
Göklerin ve yerin nasıl yaratıldığı, eskiden beri insanların zihnini meşgul eden bir meseledir. Hemen her felsefeci, bu konuda bir şeyler demeye çalışmıştır. Kimisi, ilk yaratılan şeyin “su” olduğunu söylemiş, kimi “ateş” olduğunu savunmuş, bazısı “havadır” demiştir. Bir kısmı ise, yaratılışı tamamen inkâr ederek “ezelî ve ebedî bir âlem” fikrini savunmuşlardır. Şu âyet, bu konuda ileri geri konuşanlara bir cevap gibidir:
“Onları göklerin ve yerin yaratılışına şahit tutmadım. Kendi yaratılışlarına da… Doğru yoldan çıkaranları yardımcı edinmiş de değilim.”1
Kur’an’ın bize bildirdiğine göre, gökler ve yer altı günde yaratılmıştır. Bu manayı “Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı” gibi âyetlerde görebiliriz.2 Şüphesiz bu günler, bizim bildiğimiz günler cinsinden değildir. Çünkü âlem yaratılmazdan önce ne güneş vardı, ne de ay…3
Kur’an’da, bizim için bin sene ve elli bin senelik bir zamanın, Allah katında bir gün olduğuna dikkat çekilir.4 Buradan hareketle, göklerin ve yerin yaratıldığı altı günün “ilâhî günler” çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir. Bu altı gün, gökler ve yerin şimdiki hale gelinceye kadar geçirdiği altı tavır veya yaratılışta ve varlığa gelişte altı merhale veya arasını en iyi Allah’ın bildiği altı zaman dönemi olabilir.5
Tevrat’ın “Tekvîn” bölümünde de, göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı belirtilir. Tevrat, İncil ve Kur’an’ı mukayeseli bir şekilde inceleyen Bucaille’nin de dikkat çektiği gibi, “Tevrat kıssası, en ufak müphem bir taraf bırakmaksızın haftanın günlerine benzeterek yaratılışın altı günde olduğunu ve Cumartesi olan yedinci gün Tanrı’nın istirahat ettiğini bildirir.”6 Buna karşılık, Kur’an’ın şu âyeti, muharref Tevrat’ın bu hükmünü düzeltmek için inmiş gibidir:7
“Andolsun ki, biz gökleri, yeri ve aralarındakileri altı günde yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı.”8
Gökler, yer ve bunların arasında bulunanların yaratılışındaki mertebelerini bir cihetten şöyle değerlendirebiliriz:
1-“İnkâr edenler görmediler mi, göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi sudan yarattık.”9
Ayetten anlaşıldığı üzere Allah önce gökleri ve yeri birbirinden ayırmıştır. Günümüz bilim çevreleri, bunu “big bang” yani “büyük patlama” nazariyesi ile ifade etmektedir.
2-Cenab-ı Hak göklerle yer arasında önce “melekût âlemini” ve bu âlemde melekleri de içine alacak şekilde ruhları yaratmıştır.
3-Gökler ve yer arasındaki olay ve varlıkların kayıt altına alınmış olduğu “levh-i mahfuzu” halketmiştir.
4-Ardından galaksileri ve dünyayı yaratmıştır.
5-“Geceyi, gündüzü, güneş ve ayı yaratan O’dur. Bunların her biri bir yörüngede yüzüp gider”10 diye bildiren Cenab-ı Hak, bu âyetle de dünya ile doğrudan ilgili olan güneş ve ayın yaratılışını ve bunların sahip olduğu sistemi beyan etmiştir.
6-Dünyada önce ateşten şeytanı ve cinleri yaratan Cenab-ı Hak, sonra da süzülmüş topraktan insanı var etmiştir.
Göklerin ve yerin, Allah’ın yaratmasıyla yokluktan varlığa gelmeleri, yoktan yaratılmış insan için anlaşılması güç ve derin bir meseledir. Kur’an, sekiz ayetinde Allah’ın (Kün) emriyle, yani “ol” demesiyle eşyaya vücut verildiğini bildirir.11
Bu, yaratıcı ilâhî iradenin varlık alanına nüfuz edip, müşahhas gerçekliklere dönmesini anlatır. Bir başka ifadeyle, “bu, yaratmaktaki sür’ati ifade için bir mecazdır. Yoksa ortada böyle bir konuşma söz konusu değildir. İtaatkâr bir memurun, emir verildiğinde, beklemeden, tereddüt etmeden, diretmeden emri yerine getirmesi gibi, Allah’ın olmasını istediği şeylerin de, direnmeden, beklemeden vücut sahasına çıkmaları anlamına gelir.12
Allah’ın “ol” emri karşısında her şey müsavidir. Bu şey, ister sema olsun ister yer; ister sivrisinek olsun ister karınca hiç farketmez. Allah “ol” der ve olur. O’nun için bir zorluk ve kolaylık, yakınlık ve uzaklık söz konusu değildir. Bir şeyin yaratılışı için, ilâhî iradenin yönelmesi yeterlidir.13
Bir başka açıdan “ol” emrine baktığımızda ise, karşımıza şu manzara çıkar:
Allah’ın olmuş ve olacak her şeyi kuşatan bir ilmi vardır. Eşyanın suretleri ve ilmî vücutları Allah’ın ilminde mevcuttur. Bunları gözle gördüğümüz şu âleme çıkarmak, Allah için elbette hiç de zor değildir. Bu, yanma kabiliyetinde olan kibritin, bir temasla hemen yanması gibi kolaydır. Veya göze görülmeyen bir yazı ile yazılan bir hattın, göze gösterici bir madde sürülerek ortaya çıkması yahut fotoğrafın aynasındaki görüntünün, kâğıt üstüne çok kolay bir işlemle nakledilmesi gibidir.14
Kur’an’ın şu ayeti, Allah’ın ilminde planları, programları ve manevî miktarları bulunan eşyanın, Allah’ın emriyle vücut sahasına çıkmak için ne derece iştiyak içinde olduklarını gösterir:
“Sonra (Allah) duman halindeki semaya yönelip, ona ve arza ‘İster istemez gelin’ dedi. Onlar da ‘isteyerek geldik’ dediler.”15
Halık ile mahlûk arasındaki bu muhavere, yaratıcı iradenin nüfuzunun anlatımıdır. Bundan murat, Cenab-ı Hakk’ın kudretinin kemalini, iradesinin nüfuzunu göstermektir. Yoksa sema ve arzın varlığa gelişi isteyip istememeleri değildir.16
Cenab-ı Hakk’ın nafiz ve yaratıcı iradesi, daima bir akış halindedir. Yoksa “ol” emri ilk yaratışta sona ermiş değildir. Bu muhteşem kâinat, her an ve zaman, ilâhî emir ve iradeye muhataptır ve bu emir ve iradenin mahkûmudur. Gerek gündüzün sultanı görülen güneş, gerek gecenin melikleri gibi görülen ay ve yıldızlar “Allah, her semaya görevini vahyetti”17 medlûlünce, kendilerine verilen ilâhî emre itaat etmek ve boyun eğmek mecburiyetindedir. Hilkatleri, mahiyetleri, tabiatları aldıkları emre musahhariyetten ibarettir… Hepsi mahlûk, hepsi ilâhî iradeye tabidirler. “Yürü” derse yürürler. “Dön” derse dönerler. “Dur” derse dururlar. “Parla” derse parlarlar. “Sön” derse sönerler…18
Kâinatta müşahede ettiğimiz bu itaat ve inkıyat; kevnî bir İslâm’ı, bir teslim oluşu simgeler. Her şey, mahiyeti içerisine yerleştirilmiş kanunlar doğrultusunda hareket ettiği için, bütün kâinat Müslümandır. Yani, Allah’ın iradesine teslim olmuştur.19
Görüldüğü gibi Kur’an, insanlığın zihnini meşgul eden “ilk yaratılışın nasıl olduğu” muammasını, apaçık ayetleriyle net bir şekilde çözmektedir. Onu, âlemi yaratan Zât’ın kelâmı olarak kabul edenler için, Kur’an’ın bu ifadeleri ne kadar anlamlıdır! Çünkü bir binayı yapan ustanın “bunu şöyle şöyle yaptım” deyip eserini anlatması gibi, Cenab-ı Hak dahi yaratılışı nasıl yaptığını kelâmında bildirmektedir.
Göklerin ve yerin yaratılışını araştıran insanoğlu, kendisinin nasıl ve ne şekilde yaratıldığını çok daha fazla merak eder. Hayatının ilk üç dört senesini hiç hatırlayamayan insan, yeryüzünde ilk insanın nasıl meydana geldiği meselesinde de, aciz bir konumdadır. Bu noktadan ilk insanın yaratılışı “mutlak gayb” alanında mütalâa edilebilir. Yani, bu konuda sağlıklı bilgi, ancak Allah’ın bize bildirmesiyle mümkündür. Nitekim Darwinist düşüncenin insanın menşeini maymuna irca etmesi, ilim çevrelerinde genel bir kabule şayan olmamış, ancak bir teori seviyesinde kalmıştır.
Darwinist anlamda bir evrim teorisini reddeden Kur’an, ilk insanın Hz. Âdem olduğunu, Âdem’in cisminin topraktan yaratılıp, ayrıca bir ruh verildiğini bildirir.20
Hz. Âdem yeryüzüne “halife” olarak gönderilmiştir.21 Her ne kadar onun neslinden gelenler arasında, yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek kimseler bulunsa bile, insanın yaratılışında meleklerin bilmediği ilâhî hikmetler söz konusudur. Bu ilâhî hikmetlerden biri, şu ayetin nazara verdiği talim-i esmadır:
“Allah Âdem’e, bütün isimleri öğretti.”22
Ayetten öğreniyoruz ki, insanlığın ilk atası hiçbir şey bilmez bir mağara insanı değildir, ilâhî ta’lîme mazhar arzın şerefli bir halifesidir.
İnsanlığın atası Hz. Âdem’in yaratılışı, meleklerle imtihan edilişi, meleklerin Âdem’in büyüklüğünü kabul etmesi, İblisin ise gururlanması ve Âdem yüzünden ilâhî rahmetten kovulması, bunun için de ona ve nesline düşman kesilişi… Kur’ân’ın gaybî haberlerindendir.23
Zaman olarak o an, geçmişe dönük gayb okyanusuna karışmıştır. O tarihi an, Kur’an ayetlerinde yer almasıyla ebedîleşmiş, Âdem’in torunlarına gayb ummanından bir katre olarak takdim edilmiştir. Kuran’ın insanlığın menşeini bu şekilde ele alışı, Allah-insan eksenli âlem anlayışına uygun bir görünümdür. Yani, insanın Allah katında ayrıcalıklı bir konumu olduğu bu şekilde gösterilmiştir.
Gerçekten de insan cismen küçük olmakla beraber, manen kâinattan daha büyüktür. Bütün varlık âlemi insana hizmetçi durumundadır. Bu küçük insan, aklıyla âlemin sınırlarını aşmakta, kalbiyle Allah’a muhatap olabilmektedir.
3- Geçmiş Milletlerin Kıssaları
Geçmiş milletlerin kıssaları, Kur’an’da hayli yekûn teşkil eder. Zikredilen kıssalar, Kur’an’ın ilk muhataplarının az çok bilgi sahibi oldukları kıssalardır. Bunun böyle olması, irşat gayesine yöneliktir. O kıssalarda, onların dikkat etmedikleri hususlara dikkat çekilmiştir.
Kur’an-ı Kerîm, bu kıssalardan bahsetmekle, “kısmî gayb” penceresinden toplum bilimine pencere açmış, insanları tarih aynasından geçmiş milletleri seyre ve ibret almaya sevketmiştir. İnsanlara “Tevhîd, nübüvvet, haşir, adalet” gibi temel mesajlarını sunarken, kıssaları da bu mesajın iletilmesinde bir motif olarak kullanmıştır.
Kur’an’da zikredilen Hz. Âdem’in yaratılışı, iki oğlunun mücadelesi, Hz. İbrahim, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. İsa gibi bir kısım kıssalar, Ehl-i kitap tarafından bilinmekteyse de, Kur’an bu kıssaları işin ayrıntılarında muharref Tevrât ve İncil’den farklı şekilde takdim etmiş, o kitaplardaki tahrifi düzeltmiş, doğruları ise tasdik etmiştir.
Bu gibi kıssaların Kur’an’da zikrediliş hikmeti olarak:
1. Hz. Peygamberin nübüvvetini isbat,
2. Bütün peygamberlerin yolunun aynı olduğunu göstermek,
3. Bu kıssalardan hisse almalarını sağlamak,
4. Peygamberi ve ehl-i imanı teselli ve takviye gibi hususları sayabiliriz.24
Ümmî olan Hz. Peygamberin dilinden, geçmiş milletlerin mühim kıssalarının nakledilmesi, O’nun bu gaybî bilgiyi Allah’tan aldığını göstermektedir.25 Nitekim bu mana, Kur’an’ın çeşitli yerlerinde açık bir şekilde belirtilmiştir. Mesela, Hz. Âdem’in yaratılışı, meleklerin ona secde etmesi, İblisin ise etmemesi olayları anlatılmazdan evvel şöyle denilir:
“De ki: Bu (Kur’an) büyük bir haberdir. Siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz. Mele-i âlâ’nın sakinleri tartışırlarken benim buna dair hiçbir bilgim yoktu. Bana vahyedilen, benim sadece apaçık bir uyarıcı olduğumdur.”26
Ayette geçen “mele-i âlâ sakinleri” meleklerdir. Semada bulundukları için böyle denmiştir. İnsanlar ve cinler ise, arzın sakinleri oldukları için “mele-i esfel’dirler.”27
Hud suresinde Hz. Nuh’un kıssası anlatıldıktan sonra şöyle denilmektedir:
“Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Bunları daha önce ne sen biliyordun, ne de kavmin. Sabret! Akıbet takva sahiplerinindir.”28
Bu âyette, Hz. Peygamberin sonunda galip geleceğine dair bir işaret hissedilmektedir: “Sabret! Akıbet takva sahiplerinindir” denilerek, sonunda galip gelen Hz. Nuh gibi, Hz. Peygamberin ve O’na tabi olanların galibiyetine işaret edilmiştir.
Kur’an’da bir bütün olarak en uzun kıssayı teşkil eden Hz. Yusuf’un kıssasına şöyle başlanır:
“Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmemizle, en güzel kıssayı sana anlatıyoruz. Daha önce sen, bunlardan haberdar değildin.”29
Yani “…kıssadan asla haberin yoktu. Buna dair hiçbir şuura malik değildin. Ne aklına gelmişti, ne hayaline. Ne işitmiş, ne düşünmüştün. Zihnin bunlardan tamamen boş idi. Binaenaleyh bu; ne başka bir kaynaktan alınmış bir nakil, ne de senin tarafından düşünülmüş bir roman değil; senin hiç haberin yokken, birden bire sana gaybdan vahy olunmuş haberlerdendir.”30
Kıssanın bitiminde ise, bu kıssadaki gayb boyutuna dikkat çekilerek şöyle buyurulmaktadır:
“İşte bu, sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar (Yusuf’un kardeşleri) işlerine karar verip tuzak kurarlarken sen onların yanında değildin.”31
Kasas suresinin 44-46. âyetleri de, benzeri bir üslupla, Hz. Musa’yla ilgili bu haberleri Hz. Peygamberin ancak vahiy yoluyla aldığını ifade etmektedir.
Okuma – yazması olmayan bir zatın, yine okuma- yazması olmayan bir topluluk içinde, eski ümmetlerin ibretli kıssalarını nakletmesi, onun bu gayb bilgisinin vahiy menşe’li olduğuna en büyük delil iken,32 eskide ve yenide inkârcı çevreler bu durumu beşerî kaynaklı görmeye ve göstermeye çalışmışlardır. Şu âyet, onların bu halini anlatmaktadır:
“Andolsun, onların ‘Ona ancak bir beşer öğretiyor’ demelerini biliyoruz. Nisbet ettikleri kişinin dili yabancıdır. Hâlbuki bu (Kur’an) ise, apaçık bir Arapçadır.”33
Bu şahsın kim olduğu hakkında tefsirlerde kesin bir bilgi verilmemektedir. İbn Cevzî, bununla ilgili dokuz rivayeti naklettikten sonra şu hükme varır: “Hepsinde ortak olan husus, Hz. Peygamberin bir kişiyle zaman zaman görüşmesidir.”34
Aldığı ilâhî mesajı tebliğ için, Mekke’nin hem reisleriyle, hem de alt tabakadan olan kölelerle görüşen Hz. Peygamber hakkında, “Bu ilmi, Arap olmayan falanca Hristiyan köleden öğrendi” demek, olayı basite indirgemek ve apaçık iftirada bulunmaktan başka bir şey değildir. Böyle bir iddia, Necip Fazıl gibi bir söz ustası hakkında “Bu edebî ifadeleri, doğru dürüst Türkçe bilmeyen falan yabancıdan öğrendi” demek gibi, dayanaksız ve komik bir iddiadır.
Ömrünü kütüphanelerde geçirdiği halde, insanlığa ciddi bir mesaj sunamayan bir kısım şarkiyatçıların, Hz. Peygamberin geçmiş milletlerin kıssalarını çocukken Şam tarafına yaptığı seyahatte görüştüğü Rahip Bahira’dan aldığını söylemeleri de bir başka gülünç iddiadır.35
Şarkiyatçılardan Brockelman, Hz. Peygamberin bu bilgileri Kitab-ı Mukaddes’ten (Tevrat’tan) naklettiğini söyleyip, devamla şöyle der: “Kitab-ı Mukaddes bahislerine dair malumatı, herhalde pek sathî ve yanlışlarla dolu idi.”36
Yanlış ölçülerle doğru neticelere varmak mümkün değildir. Brockelman gibi muharref Tevrat’ın ifadelerini doğru, Kur’an’ın doğrularını yanlış kabul eden kimselerin doğru hükümler verebilmeleri elbette düşünülemez. Hâlbuki meselenin hakikati şudur: Hem Tevrat, hem İncil, hem de Kur’an aynı kaynaktan gelmiştir. Hepsi Allah’ın kelâmıdır. Tevrat ve İncil, ilahî mesajı insanlığa sunmuşlar, fakat zamanla art niyetli kişilerin müdahalesiyle orijinalliklerini kaybetmişlerdir.
Bu hakikate binaen, peygamberler birbirini yalanlayıcı değil, birbirini tasdik edicidir. Mesela, Hz. İsa şöyle demektedir:
“Ey İsrailoğulları! Ben, daha önce indirilen Tevrat’ı tasdik etmek ve benden sonra gelecek Ahmet ismindeki bir peygamberi müjdelemek üzere Allah tarafından size gönderilen bir peygamberim.”37
Benzeri bir durumu şu âyette de görmek mümkündür:
“Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı), önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak hak ile indirdik.”38
Demek ki, sonra gelen peygamber önce geleni tasdik etmekte, önce gelen de sonrakini müjdelemektedir. Bir kısım muamelât hükümleri dışında, hepsi dinin akaidle alakalı temel meselelerinde ittifak halindedir. Buna binaen, Kur’an-ı Kerim Tevrat ve İncil’in aslını reddetmez. Onlarda yer alan gerçekleri tasdik eder, zamanla onlara karışan yanlış bilgileri ise düzeltir. Mesela, insanın yaratılışı hem Tevrat’ta, hem de Kur’an’da birbirine yakın ifadelerle ele alınmıştır.39 “Tufan kıssası” da hem Tevrat’ta, hem de Kur’an’da yer alır. Tevrat, topyekûn inkârcı insanlığı cezalandıran evrensel bir tufandan bahsederken, Kur’an onu Nuh kavmine mahsus bir felâket olarak bildirir.
İkinci temel fark da şudur: Tevrat’a aykırı olarak Kur’an, tufanın vuku bulduğu zamanı bildirmediği gibi, bizzat bu felâketin ne kadar sürdüğünü de belirtmemektedir. Geminin karaya oturduğu yer Tevrat’a göre Ararat Dağı,40 Kur’an’a göre ise Cûdî Dağıdır.41 Tevrat, İncil ve Kur’an’ı mukayeseli bir şekilde inceleyen Maurice Bucaille, Tufan olayını bu şekilde ele aldıktan sonra, özetle şu değerlendirmeyi yapar:
“…Tevrât’ın tufan olayını ele alışında, zaman ve kapsam bakımından, günümüz çağdaş bilgileriyle bağdaşmayan hususlar vardır. Hâlbuki aynı meselede Kur’an tarafsız tenkide yol açabilecek hiçbir unsur ihtiva etmez. Bu özelliği, beşerî faktörlerde izah edemediğimize göre, bir başka izahı kabul etmek gerekir. O da, Tevrât’ın ihtiva ettiği vahiyden daha sonra yapılmış olan bir vahyi kabul etmektir.”42
Hz. Musa ve yanındakilerin Mısır’dan çıkışı meselesi de konumuza güzel bir örnek teşkil eder. Hz. Musa’nın beraberindekilerin sayısı hususunda Kur’an’da herhangi bir ifade yer almaz. Oysa bu husus Tevrât’ta inanılmayacak boyutta şişirilmiştir. Ayrıca, Kur’an-ı Kerîm Firavunun cesedinin kurtulmasını haber verirken,43 bu konuda Tevrat’ta bir şey denilmemiştir.44
Kur’an-ı Kerîm, Tevrat’ın muharref hükümlerini düzelttiği gibi, İncil’in de sonradan karıştırılmış nice yanlışlarını düzeltir. Mesela, muharref İncil’e göre Hz. İsa, Allah’ın oğludur ve ulûhiyetin bir rüknüdür. Kur’an-ı Kerîm, Hz. İsa’nın İbnullah değil, Abdullah olduğunu Hz. İsa’nın diliyle haber verir.45 Hz. İsa’dan bahsettiği yerlerde “Meryem oğlu İsa” diyerek Hristiyanlığın velediyet inancını iptal eder.
Hristiyanlar, -paradoksal bir biçimde- ilah kabul ettikleri Hz. İsa’nın âciz insanlar tarafından çarmıha gerildiğine inanırlar. Haç işareti, bu çarmıha gerilmenin sembolüdür. Kur’an ise, net bir ifadeyle O’nun çarmıha gerilmediğini haber verir.46
Verilen örneklerden görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerîm, önceki semavî kitapların acemice bir taklidi olmayıp, onları da gönderen Allah’ın, mesajını cihan şümul şekilde yenilemesinden ibarettir.
Bu gerçeği kabul etmek istemeyen oryantalistler, Asaf Hüseyin’in de işaret ettiği gibi, objektif görünüp subjektif hareket etmektedirler. Onların asıl meselesi, ya Kur’an’da İslam öncesi Arap âdetleri ve geleneklerinden ödünç alınmış veya taklit edilmiş fikirleri bulmaya çalışmak, ya da Kur’an’ın Hristiyanlık ve Musevîlikten türetildiğini isbat etmektir.47
Görüldüğü üzere, Kur’an-ı Kerîm’in âlemin ve insanın yaratılışını, geçmiş milletlerin mühim kıssalarını haber vermesi, onun gaybî haberlerinin bir bölümünü teşkil etmektedir. Mücerret akılla nüfuz imkânımız olmayan gaybın bu kısmına, Kur’an ayetlerinin ışığında bir derece nüfuz edebilmekteyiz. Bir derece diyoruz; çünkü Kur’an-ı Kerîm bu haberleri, ayrıntılarıyla bize bildirmiş değildir. Buna lüzum da yoktur. Zira kâinatın niçin yaratıldığını bilmezsek, nasıl yaratıldığını bilmemiz bize pek fayda vermez. Geçmiş milletlerin kıssalarından bir hisse almazsak, bilgimiz kuru bir malumat yığınından ibaret kalır.
1 Kehf, 51
2 Hud, 7
3 Razî, XXVIII, 183-184; Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, V, 2806-2807
4 Hacc 47 ve Mearic 4
5 Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, V, 2978
6 Maurice Bucaille, Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, İzm. TÖV. Yayınları 1981. s. 200
7 İbn Kesir, IV, 229
8 Kaf, 38
9 Enbiya, 30
10 Enbiya, 30-33
11 Bakara 117, Âl-i İmran 47-59, En’am 73, Nahl 40, Meryem 35, Yâsîn 82, Mü’min 68
12 Nesefî, I, 71; Tabersî, V, 6
13 Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, V, 2978
14 Bkz. Nursî, Şualar, s. 24
15 Fussilet, 11
16 Beydâvî, II, 385
17 Fussilet, 12
18 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, III, 2191
19 Fazlurrahman, s. 81
20 Bkz. Hicr, 26-34; Sad, 71-76
21 Bakara, 30
22 Bakara, 31
23 Bakara 30-39, Hicr 26-34, Sad 71-76.
24 Kutub, Tasviru’l-Fenni fi’l-Kur’an, Kahire, Daru’l- Maarif 1980, s. 120-127
25 Taberî, III, 266
26 Sad, 67-70
27 Razî, XXVI, 123
28 Hud, 49
29 Yusuf, 3
30 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, IV, 2845
31 Yusuf, 102
32 Taberî, III, 266; Merağî, XX, 65
33 Nahl, 103
34 Ebu’l- Ferec İbn Cevzî, Zâdu’l-Mesir, Beyrut, Mektebu’l- İslami, 1964, IV, 492-493; Taberî, XIV, 177-180; Zemahşerî, II, 635
35 Hz. Peygamberin Rahib Bahira’yla görüşmesi olayı için bkz. İbn Hişam, I, 191-95
36 Brockelman, s. 15
37 Saff, 6
38 Maide, 48
39 Kılıç, Mitoloji, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’ân-ı Kerim, s. 270
40 Tekvîn, 8/4
41 Hud, 44
42 Bucaille, s. 320-323
43 Yunus, 92
44 Bucaille, age. s. 331
45 Meryem 30
46 Nisa, 157-158
47 Asaf Hüseyin, Oryantalistler ve İslamiyatçılar, İst. İnsan Yayınları 1981 Ter: Bedirhan Muhib, s. 26
