Zavallı insan!
Kendini tanıyamadan gitti!
İnsan, sadece et ve kemikten meydana gelmiş bir madde yığını değildir. Onun ceset perdesinin altında akıl, kalp, hafıza, önsezi, merak, sevgi gibi nice manevi duygular ve latifeler vardır.
Akıl ve kalp, manevi âlemimizin merkezinde yer alır. Bunlardan akıl,
– Nuranî bir cevher,
– İlahî, kudsî defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır.1
Kalb ise,
-Hislerinin görüldüğü yer vicdan, fikirlerinin yansıdığı yer dimağ olan Rabbanî bir latife,2
–Allah’a müteveccih bir telefon,3
–Gayb âlemlerine karşı pencere,4
-İnsan makinesinin merkezi ve zembereği,5
-Binler âlemlerin manevi bir haritasıdır.6
Aklın; ilâhi, kudsî defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açabilmesi için müstakîm ve münevver; kalbin, gayb âlemlerine karşı bir pencere olabilmesi için selim ve nuranî olması lazımdır. Bu özelliği gösteren akıl ve kalbler “âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır. İki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri insana nisbeten o noktalarda olmaktadır.”7 Yani, gerek istikametli ve nurlanmış akıllar, gerekse selîm ve nurlu kalpler, gayb ve şehadet âlemlerinin ortasında, insana ait geçit noktalarıdır. İnsan, akıl ve kalb vasıtasıyla bu âlemlerle temasa geçer. Mesela, kalp telefonuyla doğrudan doğruya Allah’a muhatap olur, halini arz eder. Allah’tan kalbine ilham gelir. Aklına da, bir takım parıltılar görülür, şimşekler çakar. Günlerdir halledemediği bir meseleyi, birden aklında halledilmiş olarak bulur.
Beynimizde mercimek kadar maddî bir merkezde yer alan hafıza,
-Dimağın cebi,8
-Levh-i mahfuzun bir numuneciği,9
-İnsanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütüphanesi durumundadır.10 Bu cep olmasa, delik cebe atılan paraların düşmesi gibi, öğrenilen her şey kaybolur gider. Bu küçük hafıza, insanın hayat boyu okuduklarını, gördüklerini, duyduklarını, hatta hissettiklerini hatırlayabilecek kapasitededir. Cisim olarak çok küçük olmakla beraber, asırlık bir ömürde öğrenilenleri arşivleyebilir.
Gayba yönelik duygularımızdan biri, ecdadımızın “hiss-i kable’l-vuku” dedikleri önsezidir. Önsezi, herkeste az çok vardır. Hatta hayvanlarda da vardır. Sadık rüyaların ehemmiyetli bir kısmı, önsezi türündendir. Hatta bazı insanlarda bu önsezi, hassasiyet cihetiyle keramet derecesine çıkar.
“Herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken ani kapı açılarak, tahminin fevkinde aynı adam gelir.”11 Demek bir önseziyle Rabbani latife o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru kuşatamadığı için, ihtiyarı dışında ondan bahsetmeye sevkeder.
Gözü kapalı bir insan, çevresini el yordamıyla görür. Gözünü açtığında ise, birden çok geniş bir çevreye muhatap olur. Demek önsezi de, âdeta bir başka göz gibidir ki, maddi gözün görme alanına girmeyen şeyleri hissedebilir. Bu hissin tesiriyle, o anda yanına gelen bir kimseden bahsetmeye başlar.
Salih kişilerde ve özellikle veli olan zatlarda, bu önsezi çok daha kuvvetlidir. Böyleleri zaman zaman muhatabının kalbinden geçenleri söyleyebilir veya bir olay daha meydana gelmeden az çok hissedebilir.
Önsezi hayvanlarda da vardır. Deprem öncesi, kedi ve köpeklerin şehirlerden uzaklaştıkları, toplandıkları yerde garip sesler çıkardıkları tecrübeyle bilinen gerçeklerdendir.
Sadık rüyalar da, önseziyle alakadardır. Sevindirici veya üzücü olaylar, daha meydana gelmeden bazen rüyaya yansır. Kişi, o olayla karşılaşınca rüyasını hatırlar.
Ayrıca hassas ruhlu, şeffaf kalpli, ince duygulu insanlar bir felaket öncesi kabz hali, bir sevindirici olay öncesi bast hali yaşarlar. Çoğumuzun kullandığı “içimde bir sıkıntı var” sözü, aslında meydana gelmiş veya gelecek bir üzücü olayın habercisidir. Sevindirici bir olay öncesinde ise, insan büyük bir neşe içindedir. Nerden geldiğini bilmediği bir şevk dalgası onu bürümüştür.
Önsezi bazen uzak istikbale de uzanabilir. Bediüzzaman’ın talebelerinden Ahmet Nazif, Bediüzzamanı ilk olarak 1908 de İnebolu’da görür. Birbirlerine bakışırlar. Bediüzzamanın keskin bakışları Ahmet Nafiz’i cezbetmiştir. Bir defa gördüğü Bediüzzamanı unutamaz. Muhabbeti gittikçe artar. 1938 de Bediüzzaman Kastamonu’da sürgünde iken gelir, O’na talebe olur. Bediüzzaman, bu olayı şöyle değerlendirir:
“Bazı ehl-i velayetin, ilerde talebesi olacak zatları daha dünyaya gelmeden hiss-i kable’l-vukuun (önsezinin) inkişafıyla kerametkarane keşfettikleri gibi; Risale-i Nur talebelerinin mühimlerinden birkaç zât dahi, çok zaman evvel bir hiss-i kable’l-vuku ile ilerde Said ile alakadar bir surette Nur’a hizmet edeceğini hissetmişler. İşte, onların birisi de Nazif’tir.”12
Bediüzzaman’ın zikrettiği şu olay da, önseziye güzel bir misaldir:
“Bir miktardır hiç görmediğim bir tarzda, pek şiddetli bir alâka ile çoktan görmedikleri peder validelerine hararetli bir iştiyak ile ellerine sarılmaları gibi, iki yaşından on yaşına kadar masum çocuklar, faytonla gezdiğim vakit beni görünce aynen öyle uzaktan koşup benim ellerime sarıldıklarının ne hikmeti var diye hayret ediyordum. Birden ihtar edildi ki:
Bu küçük masumlar taifesi, bir hiss-i kable’l-vuku ile ilerde Risale-i Nur ile saadeti bulacaklarını ve tehlike-i maneviyeden kurtulacaklarını, belki de içinde çokları şakird (talebe) olacaklarını ve buranın maddî manevî havasına imtizaç edemediğim için menfilere (sürgündekilere) serbestiyet münasebetiyle, buradan gitmemekliğim için lakayt olan büyüklerin bedeline, ‘bizler Nur dairesindeyiz, bizi bırakma, gitme’ gibi bir mana var hissettim.”13
İnsan ve gayb konusunda son olarak saika ve şaika‘dan bahsetmek istiyoruz. Bunlar, insandaki beş duyuya ilâveten, Bediüzzaman’ın bahsettiği iki duygudur. Bunları bir nevi, “altıncı ve yedinci duyu” şeklinde mütalaa edebiliriz. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, meşhur olmayan o duygulara, hata ederek “sevk-i tabiî” (içgüdü) diyorlar. Haşa, içgüdü değil, belki bir çeşit fıtrî ilham olarak insan ve hayvanı kader-i İlâhi sevk ediyor. Mesela, kedi gibi bazı hayvan gözü kör olduğu vakit, kaderin sevkiyle gider, gözüne ilaç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.14
Kediyi, kendisine lazım ota sevkeden ilâhi kader, insanı da hayat boyu değişik şeylere sevk eder. Tereddütler içinde bocaladığımız hallerde, içimizden gelen ses, bir nevi sevk-i İlâhidir. Çıkmazlardan bizi çıkaran, sevk-i İlâhidir. Pek çok alternatif içinde isabetli olana bizi yönlendiren sevk-i İlâhidir. Daha önceden hiç gitmediğimiz bir şehirde, aradığımız dostumuzu yolda bize denk getiren sevk-i İlâhidir…
İnsana şevk veren duygu ise, şaikadır. Araba için benzin ne ise, insan için de şevk odur. Şevkini yitirenler, yolda kalmaya mahkûmdur. İşte bazen insana bir şevk dalgası gelir. Daha önce günde yirmi sayfa okuyamayan birisi, anlayarak her gün yüzlerce sayfa okumaya başlar. Bu şevkin tesiriyle, diğer duygularında tam bir uyanıklık hali meydana gelir. Rahmanî ilhamlara hassas bir alıcı özelliği kazanır. Fennî ve teknolojik keşifleri yapan ilim adamları da, böyle bir şevk ve sevk dalgasının neşesi içinde buluşlarını gerçekleştirmişlerdir.
1 Nursî, Şualar, s. 16
2 Nursî, İşârâtü’l-î’câz (Arabî), s. 84.
3 Nursî, Sözler, s. 54.
4 Nursî, Muhakemat, s. 116.
5 Nursî, Mektubat, s. 456.
6 Nursî, Mektubat, s. 443.
7 Nursî, Şualar, s. 121-122
8 Nursî, Sözler, s. 470.
9 Nursî, Şualar, s. 215.
10 Nursî, Şualar, s. 215.
11 Nursî, Mektubat, s. 348
12 Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 40-41
13 Nursî, Emirdağ Lahikası I, s. 252
14 Bkz. Nursî, Mektubat, s. 348
