İman Esasları ve Gayb

Görülen tasdik edilir,
görülmeyen ise inanılır veya inkâr edilir.

Kur’an’ın bize bildirdiği gaybî haberlerden en mühimi, iman esaslarıyla ilgili olanlardır. Bu esaslar “Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, öldükten sonra dirilmeye ve kadere inanmak” şeklinde özetlenir.1 Bunlara iman, şehadet âleminde yaşayan insanı, gayb âlemine muhatap eder. Onu, fizik ötesi âlemlere götürür. Âleme bakışına bir anlam kazandırır. Geçmiş zamanı, peygamberlerin nurlarıyla nurlandırır. Uçsuz bucaksız fezayı, ibadet eden meleklerle şenlendirir. Kişinin eline bir rehber kitap, önüne bir model peygamber koyar. Hepsinden de mühimi, Allah’ı tanıttırarak insanı bu kâinat çölünde sahipsizlik, başıboşluk felaketlerinden kurtarır. Ahireti bildirerek, ölümün şifresini çözdürür, ölümsüzlük reçetesini takdim eder.

Kur’an-ı Kerîm, takva sahiplerinin özelliklerini anlatırken ilk özellik olarak şöyle der:

Onlar gayba iman ederler.”2

Bu hüküm, meselemiz açısından son derece anlamlıdır. Çünkü imanın bütün esasları “gayb” muhtevası içindedir.3

Ayetin de işaret ettiği gibi, gayba iman, seçkin bir özelliktir, bir ayrıcalıktır. Çünkü inanan insan, duygu ve düşüncede sadece görülen âlemin dar çemberi içinde sıkışıp kalmaz, başka bir boyuta açılır. Ruhunun derinliğinde, vahyî veriler ışığında, gaybdan hayal, zihin ve duygu dünyasına akseden zengin görüntüler arasındaki benzerliği, yakınlığı ve ülfeti duyumsar.4

Biz şimdi bu bölümde, imanın altı esasının konumuza temas eden yönlerine kısaca bakmaya çalışacağız.

Allah’a İman

Kur’an’ın gaybî haberlerinden en mühimi, bize Allah’ı tanıtmasıdır. Ayçiçeği bitkisinin daima güneşe yönelmek temayülü gibi, insanın tabiatı da Allah’ı bulmak ve O’nun marifetine ermek ister. Fakat her insan Allah’ı, Allah’ın kendisini tanıttığı şekilde tanıyabilmiş midir? Bu soruya, “Evet” diye cevap verebilmek mümkün değildir:

Biz putlara ancak, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz”5 diyen cahiliye müşrikleri Allah’ı tanıyamadığı gibi; “Fezada Tanrıyı bulamadım” diyen uzaydaki ilk Rus kozmonot Gagarin de Allah’ı tanıyamamıştır.6

Felsefe ve düşünce tarihini incelediğimizde, düşünen beyinlerin genelde Allah’a inandıklarını görürüz. Fakat onların inancı mücerret akılla varılan bir inanç olduğundan, vahyin marifet seviyesine ulaşabilmiş değildir. Mesela, Newton (ö. 1727) gibi bazı tabiat araştırıcılarına göre “Tanrı, evrenin içine matematik – mekanik ilkeler yerleştirmiştir. Artık kendisi istemiş olsa bile, yerleştirmiş olduğu rasyonel düzene karşı gelemez. O’nun iradesi bu rasyonel ilkelere bağlıdır… Dünyada mucizelere yer yoktur. Tabiattaki kanunları koyan Allah olmakla beraber, bir defa yarattıktan sonra evrenin gidişine artık karışmaz olmuş, onu kendi kendine işlemeye bırakmıştır.”7

Bu kimseler Allah’a inanmakla beraber, Allah’ın irade ve kudret sıfatlarını anlayamamışlar, “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer”;8 “O, her an bir tasarruftadır”;9 “Allah, dilediğini yapandır”10 gibi hakikatlerin şuuruna erememişlerdir. Çünkü Allah, her türlü zorunluluğun üstünde olan bir zâttır. “Kendimiz için hürriyet ararken, Yaratıcımız için mecburiyet yakıştırmak” haddi aşmaktan başka bir şey değildir.”11 Allah, elbette kendi koyduğu kanunların mahkûmu değildir.

Newton gibi, asırlara damgasını vurmuş bir düşünür Allah’a inandığı halde, sıfatlarında böyle hataya düşerse, diğer felsefeci ve düşünürlerin Allah’ı tanımakta ne derece noksan kaldıkları kıyas edilebilir.

Bundan dolayı olsa gerek, ünlü bilim adamı Pascal, “bana Allah gerek, filozofların anladığı manada değil, haberini peygamberin getirdiği Allah” demiştir.12

Şu ayet, hem Allah’ı inkâr eden, hem de Ona inandığı halde O’nu sıfatlarıyla tanıyamayanların halini gayet güzel ifade eder:

Onlar Allah’ı layıkıyla bilemediler.”13

Gerçekten de

-bir kısım melek ve cin gibi bize görülmeyen varlıklara tapanlar;

-Firavun gibi zalimleri Tanrı kabul bilenler;

-Hz. İsa gibi büyük bir peygamberi ulûhiyetin bir rüknü sayanlar;

-inek gibi bir hayvanı mukaddes tanıyanlar;

-taş, ay, güneş gibi cisimlere ibadet edenler;

-kendi heva-yı nefsini ilahlaştıranlar elbette ve elbette Allah’ı tanıyamamışlar, o yolda bir mesafe kat edememişlerdir. Bu kadar birbirinden farklı Tanrı telakkilerinin meydana gelişi, Allah’ı tanıma hususunda ilâhî vahye ne derece ihtiyaç olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Bu muhtevada, Kur’an-ı Kerim şu ayetiyle, ilah yerine konulan batıl mabutların hakikatini dile getirir:

Allah’tan başka taptığınız şeyler, sizin ve atalarınızın uydurmuş olduğu bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah, onların ilâhlığı için bir delil indirmemiştir.”14

Yani, onların bir hakikati yoktur. Müsemmasız isimlerden ibarettirler. Hiçbir cihetle ilah olmaya kabiliyet ve liyakatleri yoktur.15

İşte, Kur’an’ın en temel davası olan tevhîd, inanan insanları kesretten vahdete çıkarır, onları batıl mabutlardan kurtarır. Kelime-i tevhidde yer alan “La ilahe” bütün batıl tanrıları nefiy ve inkârdır. “İllallah” ise, gerçek ilah olan Allah’ı isbat ve tasdîktir.

Çölde yol alan birisinin bazen serabı su zannedip ona doğru koşması gibi, fıtraten tevhîd denizini arayan insanoğlu, tarih boyunca kesret çöllerinde yol alırken, pek çok batıl mabut seraplarına takılmıştır. Onun ruhunu tatmin edecek, aklına sükûnet kazandıracak ancak ve ancak, Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanımaktır.

Meleklere İman

İçinde yaşadığımız dünya, birbirinden farklı hayat şekilleriyle doludur. Gözle göremediğimiz mikroorganizmalardan fillere, sularda yüzen balıklardan havada uçan kuşlara kadar farklı hayat çevresinde yaşayan yüzbinlerce tür canlı, âlemimizi şenlendirir.

Havada, karada, suda bu derece hayat kaynarken, uzaya baktığımızda herhangi bir canlı göremeyiz. Nitekim insanoğlu aya kadar gitmiş, Mars gezegenine araç göndermiş, fakat oralarda hayatın izine rastlayamamıştır. Acaba, bu uçsuz bucaksız fezada her türlüsüyle hayat, sadece şu küçük gezegenimize mi mahsustur? Uzayın diğer yerlerinde hayat yok mudur?

İnsanlığın zihnini meşgul eden bu sorulara, fen bilimleriyle tatmin edici bir cevap verebilmek son derece zordur. Çünkü bu bilimler, her ne kadar dev adımlarla ilerliyor görülse de, hakikatte çok da fazla yol alamamışlardır. Zira sınırlarını bile tespit edemediğimiz kâinatı İstanbul gibi bir şehre benzetirsek, Samanyolu galaksisi bunun küçük bir mahallesi, dünya bir ev, ay ise hemen bitişiğindeki kulübe gibi olacaktır.

Şu küçük dünya evini bu kadar canlılarla şenlendiren ilâhî hikmetin, fezanın diğer bölümlerini boş bırakması elbette düşünülemez. Mesken, sakinleri için vardır. Kümes tavuk için, kafes kuş için olduğu gibi, elbette şu yıldızlar ve diğer gök cisimleri sakinleri içindir. Kur’an-ı Kerim bu sakinlerden, “melek, ruh, cin” isimleriyle bahsetmektedir.

Bu varlıkların bize görünmemeleri, olmamalarını gerektirmez. Çünkü görünmemek, olmamaya delil olamaz. Dünyamızda sayıca en fazla olan varlıklar bakteriler ve virüsler olduğu halde bunların hiçbirini çıplak gözle göremiyoruz. Fakat inkâr da etmiyoruz. Güneşin şiddetli sıcağı bile, onların yaşamasına engel değildir. Çünkü nurdan yaratılmışlardır. Ateş ışığı yakmaz, bilakis kuvvet verir.16

Balık” ifadesi irili ufaklı binlerce türün genel bir ismi olduğu gibi, “melek” ifadesi de büyük küçük binlerce türün ismidir. Bu melekler, âlemin her tarafını şenlendirip Allah’ın kendilerine verdiği görevleri yerine getirirler. (Onlar), Allah’ın emrettiği şeye isyan etmezler ve kendilerine ne emredilse yerine getirirler” ayeti, bu gerçeğin ifadesidir.17

Meleklere iman âlemimizi genişletmekte, “acaba uzayda hayat var mıdır?” şeklindeki bir muammadan bizi kurtarmaktadır. Bu yönüyle “meleklere iman” gecenin karanlığında uzayda parlayan yıldızlar misali, mana âlemimize nur saçmaktadır.

Peygamberlere ve Kitaplara İman

İnanma olayı, görülmeyen şeylerde cârîdir. Gözle gördüğümüz şeye “sen buna inanıyor musun?” denilmez. Mesela “güneşin varlığına” inanmayan yoktur, çünkü varlığı gözler önündedir. Bu noktadan baktığımızda, “İnsanların içinde yaşayan, onlarla oturan, beraber yiyip içen peygambere iman nasıl gaybtan sayılır?” şeklinde bir soru hatıra gelebilir. Hâlbuki “peygamberlerin gayb olmayan, görülen cihetleri Allah’ın kulu oluşlarıdır. Kulluk üzerine kurulmuş kudsî peygamberlik görevi ise, gaybdır. Böyle olmasaydı, zamanlarına yetişen ve kendileriyle görüşen bütün insanlar mü’min olurlardı.”18

Benzeri bir durum “Kitaplara iman” için de geçerlidir. Kur’an elimizle tuttuğumuz ve gözümüzle gördüğümüz bir kitaptır. Ama onun “Allahın kelamı olması” gaybî bir durumdur. Mümin onu kelamullah olarak görür, kâfir ise -haşa- “Muhammedin yazdığı kitap!” şeklinde telakki eder. Mevlâna Celaleddîn Rûmî, zarif bir ifadeyle bunu şöyle belirtir:

Kur’an lisan-ı peygamberîden sudûr etmekle beraber her kim ‘onu Hak söylemedi, Allah kelâmı değildir’ diyecek olursa, o kâfirdir.”19

Yani görünüşte Kur’an’ı söyleyen Hz. Peygamber olmakla beraber gerçekte kelâm, Allah’ın kelamıdır. Kelamını vahiy yoluyla O’nun kalbine ilka etmiş; O’nun diliyle mesajını insanlara duyurmuştur. Ağaçların dallarıyla meyveleri insanlara gönderen Allah, Rasûlü’nün diliyle de Kur’an’ı göndermiştir. Ağacın dallarında sallanan leziz meyvelere bakıp, onları ağacın yaptığını sanan maddeci felsefe mensupları küfre düştüğü gibi, peygamberin dilinden neşredilen Kur’an’ı, Peygamberin kendi sözü sananlar da küfre düşmüşlerdir.

Zahir (dış görünüş), çoğu kere aldatıcıdır. Kur’an şu ayetiyle, inkârcıların zahire takılıp kaldıklarına dikkat çeker: “Onlar dünya hayatından zahiri bilirler.”20 Ancak gayba iman vasıtasıyla zahiri aşabilenlerdir ki, hakikati açık seçik görebilirler, zahir kabuğunu parçalayıp, hakikat özünün tadına varırlar.

Ahirete İman

Bu konuyu, Kur’an’ın gelecekle ilgili verdiği haberlerden “Kıyamet ve ahiret” bölümünde ele aldığımızdan, burada tekrara lüzum görülmemiştir.

Kadere İman

Kader, Allah’ın olmuş ve olacak her şeyi bilmesinin bir unvanıdır. “Biz her şeyi belli bir ölçüyle yarattık”21 ayeti, her şeyin takdir edilen bir miktar, bir plan, bir program çerçevesinde yaratıldığını bildirir.22 Milyarlarca yıl evvelinden kâinatın yaratılıp genişletilmesinden, insanın bir tek hücreden binlerce âlet ve cihaz sahibi biri hale getirilmesine; yüzüne göz, ruhuna merak takılmasına kadar her şey bu programa göre yürütülmektedir. Beşer âlemindeki tasarruflar da ilâhî programdan hariç değildir.

Bu noktadan baktığımızda, gerek Kur’an’da yer alan gaybî haberleri, gerek Hz. Peygamberin geleceğe yönelik haberlerini, gerekse bazı veli insanların şifreli olarak veya doğrudan söyledikleri gaybî haberlerini daha iyi anlayabiliriz. Madem, Allah’ın ilminin bir unvanı olan kader programı, ezel ve ebedi kuşatmıştır. Elbette, Yüce Allah dilediğinde bu gaybî haberlerden önemli bir kısmını kitabına yansıtır, bir kısmını peygamberlerinin, bir kısmını da veli kullarının kalplerine aksettirir.

Zaman nehrinde akıp giden varlıklar, şimdiki zamanın dar kalıbı içinde sıkışıp kalmışlardır. Allah için ise, zaman yoktur. Ezel ve ebed, dün ve yarın hükmünde O’nun önündedir. Bizim ne yaptığımızı bildiği gibi, dedelerimizin ne yaptığını da bilir. Keza torunlarımızın da ne yapacağı O’nun ilminde bellidir. Bu açıdan, Allah’ın bazı kullarına vahiy veya ilhamla veya ilhamın bir türü olan sadık rüyalarla veya bazı duyarlı insanlardaki önseziyle bazı gaybî şeyleri bildirmesinde hiç de inkârı gerektirecek bir durum yoktur. Her insan, en azından sadık rüyalarla bu hakikati nefsinde yaşamaktadır. Gece rüyasında gördüğü şeyin, diğer gün veya bazen yıllar sonra aynen çıkması, kaderin mazi, hal ve istikbali kuşattığını isbat eder.

Yerdeki bir radarın binlerce km. uzaktaki uçağı hissetmesi gibi, manevî bir radar hükmünde olan kalp, bazen bir gün, bazen bir yıl, bazen de yıllar sonrasının mühim olaylarını hissedebilir. Hz. Peygamberin ve evliyaullah’ın bazı mühim olayları haber vermeleri, bu hakikatin bir tezahürüdür.

1 Bkz. Buhârî, Îmân, 37

2 Bakara, 3

3 Nesefî, I, 13; Merâğî, I, 41; Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, II, 1114; Muhammed Ali Sâbunî, Safvetu’t-Tefâsîr, Ensar Yay. İst. 1987, I, 32

4 Albayrak, s. 186

5 Zümer, 3

6 Seyyid Ahmet Arvasî, İnsan ve Ötesi, İst., Burak Yayınları, 1988, s.84

7 Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1961, s. 404

8 Kasas, 68

9 Rahman, 29

10 Buruc, 16

11 Yazır, (Metalib ve’l-Mezâhib ismiyle Fransızca’dan Türkçeye tercüme ettiği kitabın “Hutbe Bölümünde), İst. Eser Neşriyat, s. XLI

12 Yazır, age. s. 55

13 En’am, 91; Hacc, 74 ve Zümer, 67

14 Yusuf, 40

15 Mahmûd Bin Ömer Zemahşerî, Keşşâf an Hakâkı Ğavâmizi’t-Tenzîl, (Tefsîru’l- Keşşâf) Dârul- Kütübi’l- Arabî, Beyrût, ts , II, 471

16 Bkz. Said Nursî, Sözler, Envâr Neşriyat, İst. 1988, s. 506

17 Tahrîm, 6

18 Alaaddin Başar, “Gayba İman” Zafer Dergisi (Aralık 1988) s.7

19 Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî, Tercüme ve Şerh: Tâhiru’l- Mevlevî, Ahmed Saîd Matbaası, İst. 1971. VII, 553

20 Rum, 7

21 Kamer, 49

22 İbn Cerir Taberî, Camiu’l- Beyan an Te’vili’l- Kur’ân, (Tefsiru’t- Taberi), Daru’l- Fikr, Beyrut 1995. XXVII, 110

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir