Dünya, âlemin merkezi,
kalp de insanın merkezidir.
Şehadet ve gayb âlemlerinin yol ayrımında yer alan insan, çok hassas cihazlarla donatılmış canlı bir makina gibidir. Bu hassas cihazların merkezinde kalp yer alır. Kalbin merkeziliği, hem fizikî boyutumuz, hem de metafizik boyutumuz için geçerlidir. Kardiyoloji ilminin araştırma sahasına giren maddî kalbimiz, bedenimizdeki bütün azaların hayatiyetine, çalışmasına vesiledir. Bozulduğunda ise bütün ceset, harap olmaya mahkûmdur.1
Merak, sevgi, endişe, korku gibi manevî duygularımızın merkezi ise, manevî kalbimizdir. Bu manevî kalp, ruhânî bir latife-i rabbaniyedir. Bütün hissiyat ve idrakimizin madenidir.2
“Kalp” kelimesi, “çevirmek” anlamındadır. Çokça çevrildiği için kalbimize de aynı isim verilmiştir.3 İnsanın kalbi, “bir ağacın dalından sarkıtılmış ince bir ipin ucundaki tüy gibi” her yönden gelen rüzgârlara açıktır.4 İnsan kalbinin Allah’ın parmakları arasında olduğunu bildiren hadis de, -teşbîhî bir ifadeyle- kalbin hassasiyetini dile getirmektedir.5 Bu mahiyetteki kalp, hem cismanî tesirlere, hem ruhanî tesirlere duyarlı bir alıcıdır. Mesela, insanın gördüğü güzel bir bahar manzarası kalbinde ferahlık meydana getirirken, duyduğu acı bir haber onun kalbine ızdırap verir.
Bu şekilde şehadet âleminden etkilenen kalp, ayrıca hem melek ilhamına, hem de şeytan vesvesesine alıcı bir cihaz gibidir. Bazen olur, günlerce içinden çıkamadığı bir meselenin çözümünü kalbinde ilham edilmiş bulur. Bazen olur, içinden bir sesin en fena hasletleri güzel göstermeye çalıştığını hisseder.
Bazen olur, insanın içine nereden geldiğini bilemediği bir şevk meltemi eser, sevinçten uçacak gibi olur. Bazen de, sebebini teşhis edemediği bunalımlı anlar yaşar, “içimde bir sıkıntı var” diye çevresine söyler. Bunlardan birincisine sebep, onu ilgilendiren sevindirici bir olayın vukuudur. İkincisine sebep ise, onunla alakadar üzücü bir şeyin meydana gelmesidir. Halk arasında söylenen “kalpten kalbe yol vardır” sözü, böyle bir hakikatin tercümanı gibidir.
Kur’an’ın yüzlerce âyeti kalpten bahseder. Bu bahisler, yumruğumuz büyüklüğünde ve çam kozalağı biçimindeki maddi kalbimiz için olmayıp, fikir ve his dünyamızın merkezini teşkil eden manevî kalple ilgilidir. İşte bu âyetlerden birkaçı:
“Onların kalpleri vardır. Fakat onlarla (gerçeği) kavramazlar.”6
“Allah onların kalplerini mühürlemiştir.”7
“Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa bazı kalpler üzerinde kilitler mi var?”8
“Onlar yeryüzünde dolaşmadılar mı, ta ki akledecek kalpleri ve işitecek kulakları olsun. Doğrusu gözler kör olmaz, lakin sinelerdeki kalpler kör olur.”9
Son âyetten anlaşılıyor ki, asıl körlük gözün görmemesi değil, “basiret” denilen kalp gözünün gerçekleri görmeyişidir.10
Gazalî’ye göre kalp, bütün eşyanın hakikatlerinin kendisinde tecelli etmesine kabiliyetlidir.11
Bu nedenledir ki kalp, bir havuza benzer. Bir havuzu, ya yukarıdan akan dereler besler veya bizzat kendi dibinden su kaynar. Bu ikincisi daha devamlıdır, suyu daha iyidir. İnsanın beş duyusu, kalp havuzuna akan dereler gibidir. Uzlet ile gözü hariçten çekip bu dereleri kapamak, kalbin derinliklerine dalıp onu temizlemek, perde tabakalarını kaldırıp atmak suretiyle kalbin bizzat içinden hikmet pınarları akıtarak kalbi doldurmak da mümkündür.12
Duyular ve akıl vasıtasıyla varılan birtakım hakikatlere, bizzat kalp vasıtasıyla ulaşılabilir. Rivayet edildiğine göre, meşhur sofilerden Ebu Said Bin Ebi’l-Hayr, İbn Sina ile bir araya gelir. Ayrıldıklarında Ebu Saîd’e İbn Sina’dan sorulur. “Benim (keşfen) gördüğümü o (ilmen) biliyor” der. İbn Sina’ya da Ebu Saîd’den sorulduğunda “Benim (ilmen) bildiğimi o (keşfen) görüyor” cevabını verir.13
“İçi boş kalpden nasıl ilim nebean eder?” şeklinde bir soru hatıra gelebilir. Gazalî, bu soruya şu cevabı vermektedir:
“Eşyanın hakikatleri Levh-i Mahfuzda ve mukarreb meleklerin kalplerinde yazılıdır. Mühendisin, bir inşaatı önceden hazırladığı plana göre yapması gibi, gökleri ve yeri yoktan var eden Allah da, âlem nüshasını evvelinden sonuna kadar Levh-i Mahfuzda yazmıştır… Bazen güneşin zâtına, bazen de suda tecelli eden suretine bakmakla güneşin sureti gözde meydana geldiği gibi, Levh-i Mahfuz’dan âlemin hakikati ve sureti kalpte hâsıl olur. Kendisi ile Levh-i Mahfuz arasındaki perde kalktığı zaman, oradaki eşyayı görür ve oradan kendisine ilim nebean eder.”14
Levh-i Mahfuzda her şeyin yazılması, bir hafızın hafızasında bütün Kur’an’ın yazılması gibidir. Bu yönüyle Levh-i Mahfuz, ilâhi ilmin bir tecelligâhı olmuştur. İlm-i ilâhiye ayna olan Levh-i Mahfuza kalp aynası mukabil geldiğinde, oradakiler kalp aynasına yansır. Ancak, iki ayna arasında perde olduğunda görüntü olmaması gibi, Levh-i Mahfuzdaki hakikatlerin kalbe yansımasına da şu beş şey engel olur:
1- Çocukluk gibi zâti bir noksanlık.
2- Günahlar sebebiyle kalp aynasının şeffaflığını kaybetmesi.
3- Kalbin (geçim derdi, şehvet gibi) başka şeylere yönelmesi.
4- Arada (taklit gibi) bir perdenin bulunması.
5- Matlubun ne şekilde elde edileceğini bilmemek.15
Bu beş engel sebebiyle pek çok insan, kalbî bir marifete erişemez, duyular ve akıl yoluyla elde ettiği bilgilerle yetinmek zorunda kalır. Enbiya ve evliyanın ilmi, kalbin Levh-i Mahfuzdaki hakikatlere muhatap olması şeklindedir. Peygamberlere vahyin iniş mahalli kalptir.16 Allah’ın veli kullarının mazhar oldukları pek çok feyiz ve keşiflerin, ilham ve müşahedelerin mahalli, yine kalptir.
Fakat şunu da unutmamalıdır ki, güzel bir manzaraya karşı tutulan ayna düz bir ayna değilse, o manzarayı gerçekte olduğu gibi yansıtamaz. Onun gibi, eğri kalplerde doğru hakikatlerin yansıması mümkün değildir. Ayrıca, ayna düz, şeffaf olsa bile, eğer renkli ise, yansıttığı manzarayı da, gerçek rengiyle değil, kendi rengiyle yansıtacaktır.
İşte, kalplerin gerek gaybdan, gerek şehadet âleminden birtakım hakikatlere muhatap olması da böyledir. Peygamberlerin kalpleri, gerçeği gerçekte olduğu gibi yansıtır. Veli zatların çoğu, hakikatler âlemini kendi aynalarının rengine göre görürler.
Böylece anlaşılmaktadır ki; kalp, sonsuz gayb realitesi karşısında, varlığımızda sahip olduğumuz bir toplayıcı, tabir caiz ise ilâhî nefahat ve sonsuz gerçeklere asılı bir anten… Bu manevî odak noktasının safveti derecesinde mü’minler, -her ne kadar subjektif bir karakteri olsa, yani herkesi bağlayıcı olmasa da-, keşif ve ilham yoluyla gaybın perdelerini aralar; gayb okyanusunun insanî âlemimize iniverdiği bir aralığı teşkîl eder. Mü’min kulun kalbinin, Yüce Allah’ın karargâh ve nazargâhı olmasının anlamlarından biri de, bu olsa gerektir.
1 Bkz. Buharî, İman, 39; İbn Mace, Fiten, 14
2 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, I, 210
3 Râğıb İsfehanî, Müfredat fi Ğaraibi’l – Kur’an, İst. Kahraman Yayınları 1986. s. 620
4 İbn Mace, Mukaddime, 10
5 Tirmîzî, Daavât, 89
6 Araf, 179
7 Bakara, 7
8 Muhammed, 24
9 Hacc, 46
10 Merâğî, XXVII, 122
11 Gazalî, İhya, III, 18. “Acâibu’l-kalb” bölümü
12 Gazalî, age. III, 19
13 Ahmed Emin, Zuhru’l-İslam, Kahire, Mektebetu’n – Nehda 1966. II, 61
14 Gazalî, İhya, III, 19-20
15 Gazalî, a.g.e, III, 12-13
16 Bkz. Şuara, 194
