Akıl ve tecrübeyle ulaştığımız arzî bilgiye evet!
Gökten gelen yönlendirici semavî bilgiye de evet!
Tabiatında gerçeğe ulaşma meyli olan insan, bu meylin tahrikiyle, akan sular misali hakikat okyanusuna ulaşmaya çalışır. Bu çalışmasında, elde ettiği tecrübelerinin ve bu tecrübelerini değerlendiren aklının çok büyük önemi vardır. İnsan, bu tecrübe ve akıl yürütmelerle fizîkî âlemin ve metafizik dünyanın bir takım sırlarına erebilmiştir. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, bütün sırlar onun bulabildiklerinden ibaret değildir. Değil metafizik sırların tamamını bulmak, fizikî âlemin sırlarını çözebilmek hususunda dahi topyekûn insanlık, -tabir caizse- “bir arpa boyu yol” almıştır.
Fizikî âlemin görülmesi güneşe bağlıdır. Görme yetenekli gözler karanlıkta eşyayı göremez. Beşer ötesi ilâhî ufuktan gelen vahiy dahi, bir güneş konumundadır. Gözlerin karanlıkta eşyayı el yordamıyla tanımaya çalışması gibi, hakikate yönelik akıl ve kalpler de, vahiy güneşinden nur almadıklarında eşyanın hakikatine tam anlamıyla nüfuz edemezler.
Kur’an’ın “Allah’a, Rasulüne ve indirdiğimiz nur’a iman edin”1 ayetinde Kur’an’dan “Nur” olarak bahsedilmesi bu gerçeğe bir işaret gibidir. Bu ezelî Nur, hakikat âleminin güneşi durumundadır ve “özellikle, Allah’ın varlığı, ahiret, vahyin mahiyeti, insanın hürriyeti gibi birçok konular sadece vahiyle bilinebilecek konulardır. Bu bize, vahyin aynı zamanda bir bilgi içerdiğini de göstermektedir.”2
Bu bakımdan “Akıl, deney ve duyularımızın sınırlılığı göz önünde tutulursa, sonsuz ilâhî bilgiden vahiy yoluyla kaynaklanan haber-i Rasûlün kudreti daha iyi sezilebilir.”3
Batı dünyasında, muharref Hristiyanlığın akılla tezat teşkil eden dogmaları, düşünen insanları ilahî karakterli metinlerden soğutmuş, nass’ların rehberliği yerine, aklı rehber yapmayı tercih ettirmiştir. Bu nedenle Batı felsefecileri, “Akıl mı yoksa vahiy mi?” konusunu pek çok defa gündeme getirip, aklı ve sadece gözleme dayanan bilimi esas yapmayı seçmişlerdir. Bu bilimsellik akımı; aklı, kilisenin baskısından kurtarıp hür bir düşünceye kavuşturmuştur. Batı’nın ortaçağ fanatizminden kurtulup teknoloji ve sanayide bu derece ilerlemesinin temelinde, akla bu hürriyetin verilmesi yatmaktadır. Ancak aklı putlaştıran ve aklın kabul etmediği hususları reddeden pozitivist Batı medeniyeti materyalizmin tesiri altında kalarak bugün büyük bir çıkmazın içerisinde çırpınmakta ve bocalamaktadır.
Hâlbuki akıl Cenab-ı Hakkın insana bahşettiği en büyük nimetlerden biridir. Hatta Kur’an’da en çok tekrar edilen ayetlerden biri “aklınızı kullanmıyor musunuz?” ayetidir.4 Hz. Peygambere ve ümmetine yapılan hatırlatmalardan biri de şu düşündürücü ifadelerdir:
“De ki: İşte bu, benim yolum. Basîret üzere (apaçık bir delile dayanarak) Allah’a davet ediyorum. Ben ve bana uyanlar (işte böyledir)…”5
Bu “basîret üzere davet”, körü körüne taklide bünyesinde asla yer vermez. “Gözünüzü yumun, peşimden gelin” demez.6
Bu gerçeği görmemezlikten gelenlerse, “ya akıl, ya da vahiy” alternatifini sunmaya çalışmışlar, böylece “vahyin rehberliğinde akıl” formülüne sırt çevirmişlerdir.
Oysa beşeriyetin, vahiyden uzaklaştırılmaya değil, vahiyle yönlendirilmiş akla ihtiyacı vardır. Çünkü akıl ve vahiy, insanın hayatında ihtiyaçlarına ulaşmasında ve sorumluluklarını ifa etmesinde birbirini tamamlayan iki unsurdur.7 Dolayısıyla, akıl ve vahyi, insanın aralarında bir tercihte bulunmak zorunda olduğu birbirine zıt şeyler olarak görmek İslâmî bir görüş değildir.8 Bunlar birbirinin alternatifi değil, birbirinin mütemmimidir.
“Gaybın gerçeklerini anlama yolunda, vahyin rehberliğinde akıl” şeklinde formüle ettiğimiz görüşü biraz açmakta fayda görüyoruz. Şöyle ki:
İnsan, aklıyla uzaydaki gezegenler arası çekim kanununu bulmuştur. İlâhî vahiyse, o kanunları koyanın kim olduğunu bize bildirir.
İnsan, aklıyla kâinatın nasıl meydana geldiğini bulmaya çalışır. İlâhî vahiyse, kâinatın nasıl yaratıldığını anlatmanın ötesinde “kâinatı kim yaratmıştır, niçin yaratmıştır?” sorularına tatmin edici cevap verir.
İnsan, aklıyla pek çok fenleri bulur. Bu fenlerle tanklar, uçaklar, televizyonlar yapar. İlâhî vahiyse, bu aletlerin nasıl kullanılması gerektiğini ders verir.
Kısaca ilâhî vahiy bize, hayata ve olaylara karşı çok köklü bir bakış kazandırır. Aklımızı, kalbimizi nurlandırır ve yönlendirir. Bizi, basit hedeflerin düşkünü olmaktan kurtarır. Elimizden tutar; hem bu âlemde, hem de diğer âlemde mutlu edecek esasları bildirir.
Burada bir hususa daha temas etmekte fayda görüyoruz. Şöyle ki: Kur’an’da yer alan:
“Yaş ve kuru her şey Kitab-ı Mübîn’de vardır.”9
“Biz Kur’an’ı sana, her şeyin apaçık bir beyanı olarak indirdik”10 gibi âyetlerden hareketle, bazı müfessirler her şeyin Kur’an’da anlatıldığını dile getirmişlerdir.11 “Vahiy bize bir şey getirmemiştir” diyenlere karşı bunlar da “Vahiy bize her şeyi getirmiştir” mesajını vermeye çalışmışlardır. Kanaatimizce, ifrat ve tefritin ikisi de zarardır. Bu meselede, şu noktaları nazara almakta yarar olacaktır.
1- Kur’an; bir Tarih, Coğrafya, Fizik kitabı değildir.
2- “Yaş ve kuru her şey Kitab-ı Mübîn’de vardır” âyetindeki “Kitab-ı Mübîn” “Allah’ın ilmi, Levh-i Mahfuz” şeklinde de açıklanmıştır.12 Dolayısıyla âyet, “Allah’ın ilminde ve bu ilmin bir tecelligâhı olan Levh-i Mahfuzda her şeyin bulunduğunu” bildirir.
3- “Biz Kur’an’ı sana, her şeyin apaçık bir beyanı olarak indirdik” âyeti her şeyin ayrıntılarıyla Kur’an’da yer aldığı anlamına gelmez. Ancak, genel çerçevede her şey hakkındaki bahisler Kur’an’da bulunmaktadır.13
4- Kur’an’da var olan bir şeyi inkâr etmek küfür olduğu gibi, onda olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek de büyük bir hatadır.
5- Her yeni bulunan ilmî keşîf veya revaçta olan teorilere “İşte, Kur’an’da bu da var” diye İslâm vahyinin mührünü vurmak ilerde birtakım mahzurları netice verebilir. Allah’ın ilminden gelen Kur’an’ın, birtakım “bilimsel payandalarla” desteğe ihtiyacı yoktur. Böyle bir destek bulmaya çalışmak bilimi asıl, Kur’an’ı ise ikinci derecede kabul etmek demektir. Hâlbuki asıl olan Kur’an’ın ezelî ve ebedî değişmez hükümleridir. Fen ve Sosyal bilimlerin hiçbir kat’i hakikati Kur’an’a aykırı değildir ve olamaz. Kâinatı yaratan zâtın kelâmı olan Kur’an, kâinattaki kanunlara nasıl aykırı olabilir?
Müslümana düşen görev, Kur’an’daki talimat doğrultusunda, aklıyla kâinattaki kanunları bulmaya çalışmak, bu kanunlardan yararlanmaktır.
6- Kur’an, âyetlerinin derin hakikatleriyle ilerde meydana gelecek ilmî gelişmelerden, fennî keşiflerden de işârî bir şekilde bahsetmektedir. Bu işârî yönlerin gösterilmesi Kur’ân’ın i’caz parıltılarından birinin gösterilmesi demek olacaktır.
Netice olarak diyebiliriz ki, vahyin bir ışımasını teşkil ettiği gayb bilgisi, insan aklı ve müfekkiresinin önünde açılan bir sonsuzluk sofrası durumundadır. Vahiy yoluyla elde edilen bilgiler üzerinde dururken akıl, kendi kabiliyet ve yeteneklerini de geliştirmiş olacaktır. Kıyamete kadar bütün insanlar bu ilâhî sofranın davetlisidirler. Fakat bu ziyafetten, ancak ona inananlar yararlanacaktır.
1 Teğabun, 8
2 Bkz. Açıkgenç, s. 54; İzmirli, s. 29
3 Emrullah Yüksel, Amidî’de Bilgi Teorisi, İst. İşaret Yayınları 1991. s. 76
4 Abdülbaki, s. 468-469, Bakara, 2/44; Âl-i İmran, 3/65; En’am, 6/32; A’raf, 7/169; Yunus, 10/16; Hud, 11/51; Yusuf, 12/109, Enbiya, 21/10 ve 67; Mü’minun, 23/80; Kasas, 28/60; Saffât, 37/138
5 Yusuf, 108
6 Zemahşerî, II, 508; Merağî, XIII, 52
7 İsmâil Fârûkî Raci, Bilginin İslamileştirilmesi, İst. Risale Yayınları 1987. Ter: Fehmi Koru-Nurettin Yıldız, s. 99
8 Age. s. 79-80
9 En’âm, 59
10 Nahl, 89
11 Mesela, Mısır’da Tantavî Cevherî, Cavahir fi Tefsiri’l- Kur’an isimli 25 ciltlik hacimli eserinde yer yer zorlamalı tevillerle bunu göstermeye çalışır.
12 Zemahşerî, II, 31; Nesefî, II, 16; Merağî, V, 146; Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, III, 1947
13 Taberî, XIV, 161; Zemahşerî, II, 628; Merağî, XIV, 128
