Kıyamet kopmadan
Müslümanların yeni bir dünya hâkimiyeti olacaktır.
Bu böyledir, zira kader proğramından böyle çıkmıştır.
Hz. Peygamber devrinde, İslâmın iki dönemi vardır: Mekke ve Medine…
On üç yıllık Mekke dönemi, Müslümanların akıl almaz sıkıntılara, zorluklara maruz kaldıkları bir dönemdir. Öyle ki, bazı mü’minler, bu zorluklar karşısında Hz. Peygambere varıp, “Ya Rasulallah, Allah’a dua etsen de bize yardım etse, zafer verse” derler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şu cevabı verir:
“Sizden önceki milletlerde öyle durumlar olmuştu ki, kimi çukura konulup başı testereyle kesiliyor, vücudu ikiye bölünüyor; kimi ise demir taraklarla taranıp eti kemiğinden ayrılıyordu da, bu onları dinlerinden döndürmüyordu. Allah’a yemin ederim ki, Allah bu işi tamamlayacaktır. Öyle ki, San’a’dan Hadramevt’e giden bir atlı, Allah’tan ve koyunları hakkında kurttan başkasından korkmayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz.”1
Medine döneminde Müslümanlar, bir derece sıkıntılardan kurtulurlar. Fakat sıkıntı tamamen bitmemiştir. Bunu, şu rivayette açık bir şekilde görmekteyiz:
“Hz. Peygamber ve ashabı Medine’ye gelip Ensar onları barındırdığında müşrik Araplar Müslümanlara karşı yekvücut olur. Bundan dolayı Müslümanlar Medine’de silahla yatmakta, silahla kalkmaktadırlar. ‘Acaba Allah dışında hiçbir şeyden korkmadan, emin bir şekilde geceyi geçireceğimiz günler görecek miyiz?’ demektedirler. Onların bu endişelerine mukabil, Cenab-ı Hak şu ayeti inzâl buyurur:”2
“Sizden îman edip salih amel işleyenlere Allah şöyle vaat buyurdu: Andolsun ki, onlardan önce gelenleri yeryüzüne halife kıldığı gibi, onları da arza halife kılacak. Onlar için seçtiği dini kuvvetlendirip icra imkânı verecek. Onların korku hallerini emniyete çevirecek. Onlar bana ibadet edecekler, hiçbir şeyi bana ortak koşmayacaklar. Kim bundan sonra küfre dönerse, işte onlar, fasıkların ta kendileridir.”3
Bu müjdeli ayet,
-Hz. Peygamberden sonra hilâfete seçilen Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali’nin hilafet dönemlerine;
-sahabilerin korku ve zillet halinden iktidar mevkiine gelmelerine baktığı gibi,
-Kurtubî’nin de dikkat çektiği gibi, bütün Müslümanların galebesini şümulü içine almaktadır. Çünkü genel olarak söylenmiş bir hükmü tahsis etmek, ancak kendisine teslim olmayı gerektiren bir haberle olur. Tefsîr usulünde belirtildiği gibi, asıl olan, lafzın umumî oluşuna itibar edilmesidir.4
Şüphesiz, ayette müjdelenen “yeryüzüne halife olmak, hükmetmek” meselesi, Seyyid Kutub’un da belirttiği gibi, mücerret bir kahır ve galebe olmayıp, bu hükümranlığın ıslah ve imarda kullanılmasıdır. Allah’ın insanlığa çizdiği yolda onların gidişini sağlamaktır. Bu şekilde, insanlık için arzda mukadder olan kemâle ulaşmayı te’min etmektir.5
İnsanlık tarihine baktığımızda, tarihin hemen her devrinde zulme dayanarak ayakta duran pek çok kral, hükümdar görürüz. Firavun ve Nemrud gibiler, bu tip zalim idarecilerin prototipleridir. Bu açıdan ayetteki müjde, böyle zalimlerin zulmüne son verecek, adil bir şekilde insanları yönetecek kimseler içindir. Başta ilk dört halife olmak üzere, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar gibi İslâmî idarelerde, bu mananın mazharı olan pek çok sultan ve tebaası gelmiş; tarihin altın sayfalarına geçecek adalet tabloları sunmuşlardır.
“Neden İslâm âleminin tamamı siyasî, ekonomik veya kültürel olarak Batı’nın mahkûmu durumunda? Neden İslâm âlemini meydana getiren ülkelerin idarecileri ekseriyetle zalim insanlar? Neden bu günün Müslümanları yer yüzünde söz sahibi değiller..?” şeklinde hatıra gelebilecek sorulara, bahsinde bulunduğumuz ayet, âdeta bir cevap niteliğindedir. Tek cümleyle ifade edersek: Günümüz Müslümanı salih amel işlemiyor da ondan. Çünkü ayetteki vaat, “iman eden ve salih amel işleyenler” içindir. Fasık bir toplumun, salihler için vaadedilen neticeye ulaşması mümkün değildir. Mesele, liyakat meselesidir. Yeryüzüne hükümrân olmanın, Allah’ın hükümlerini icrâ etmenin ve zalimlere “dur” diyebilmenin yolu “salih amelden” geçmektedir.
Bu gerçekleri ifadeden sonra, tekrar İslâm’ın galebesi meselesine dönebiliriz.
Şu ayet, İslâm’ın bütün dinlere galip geleceğini haber veriyor:
“O Allah ki, Rasulünü bütün dinlere galip gelmesi için hidayet ve hak din ile gönderdi.”6
İstikbâl, bu gaybî haberi Hint okyanusundan Atlas okyanusuna kadar İslâm kılıcının uzamasıyla tasdik etmiştir.7 Bu gaybî haberin, Hz. Peygamber daha kendi küçük kabilesine tam galip gelememiş bir halde iken verilmesi ise, ayrı bir i’câz nüktesidir.
Hamdi Yazır, bu ayetin Kur’an’da üç ayrı surede tekrar edilmesine dikkat çeker ve şöyle der:
“Bu zuhur ve galebe muhtelif devirlere ait olmak üzere birçok kereler tahakkuk edecektir. Bunun için de, bu dînin ikbâl ve idbâr zamanları olacak.”8
Tarihe baktığımızda, bunun örneklerini görebiliriz. Mesela, Cengiz Han ve Hülagu’nun hücumlarıyla Abbasî devleti çökmüş, İslâm âleminin o günkü merkezi durumunda olan Bağdat harabeye çevrilmiş, asırların birikimi olan kıymetli kitaplar Dicle nehrine dökülerek büyük bir miras yok edilmiştir. Daha sonra tarih sahnesine çıkan Selçuklular ve ardından da Osmanlı’lar İslâm sancağını dünyanın dört bir yanında dalgalandırmışlar, dünyanın büyük bir kısmında, İslamı hayata hâkim kılmışlardır.
Altı yüz yıl devam eden bu hâkimiyetten sonra, Osmanlı’nın çöküşü ve İslâm âleminin Batı’ya mahkûmiyetini görüyoruz. Fakat şuna dikkat etmek gerekir ki, mahkûm olan İslâm değil, İslâm’ı bilmeyen ve yaşamayan Müslümanlardır. Yoksa İslâm, daha zuhuruyla fikir planında bütün din ve inançlara galip gelmiştir. İnsanlık, gerçek manada İslâm’dan daha güzel bir sistem bulabilmiş değildir. Mesela insanlık, bugüne kadar, zengin ile fakiri barıştıran ve aralarında derin uçurumlar açılmasını engelleyen “zekât müessesesinden” daha güzel müessese kuramamıştır. Dolayısıyla, bu en güzel sistem olan İslâm’ın yaşanması ve hayata uygulanmasıyla Müslümanların tekrar galibiyeti mümkün olacaktır.
Kur’an’da haber verilen bu gaybî hakikatin tahakkukuna medar olmak üzere, yeryüzünde bugün İslâm ile diğer din ve inançlar arasında büyük bir mücadele gözlenmektedir. Bu, yanlışın elenip tutunamayarak, hak itikadın zihinlere ve gönüllere nüfuz etmesi sürecidir. Bu süreçte Kur’anî itikat, gaybî müjdenin bir teyidi olmak üzere bütün beşeriyet ufkunda ziyasını neşretmektedir.
Günümüzdeki bu dinler mücadelesiyle ilgili olarak Watt, şu değerlendirmeyi yapar:
Birçok Hristiyan’ın meylettiği fikre göre, bütün dünyanın nihâî dini Hristiyanlık olacaktır. Fakat bu, kesin olmaktan çok uzaktır. Sadece bir noktaya dokunmak, konuya açıklık getirmek için yeterlidir: Başta gelen Hristiyan ülkelerden bazıları bugün bir ırkçılık felaketine düşmüşler. İmdi, kendi mensupları arasında görülen ırkçılık felaketiyle başa çıkamayan bir dinin, diğer dünya problemlerinin çözümüne katkıda bulunması elbette mümkün değildir… İslâm’ın üstün olduğu konular arasında başta geleni, onun insan kardeşliğinin kurulmasındaki başarısı ve iman konusundaki derinliğidir… Geleceğin yegâne dininin çerçevesini te’min etme iddiasında İslâm, şüphe yok ki güçlü bir yarışçıdır.9
Bu dinler yarışında, İlâhî menşeli olmayan dinler, zaten İslâm’a rakip olamazlar. Zamanla tahrifata uğramış İlâhî menşeli Yahudilik ve Hristiyanlık ise, belli bir dönem için gönderilmiş dinlerdir. Topyekûn bütün insanlığa hitap etmekten uzaktırlar.10
Konunun bir mütemmimi olarak, kısaca şu hususu da vurgulamak istiyoruz: Cenab-ı Hak, pek çok ayetiyle Müslümanları ümitlendirip şevklerini tazelerken, şu ayetiyle de bir tehlikeye dikkat çeker:
“Ey îman edenler! İçinizden kim dininden dönerse şunu bilsin: Allah öyle bir kavim getirir ki, O onları sever, onlar da Onu severler. Mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah Vasi’ Alimdir (ihsanı boldur, her şeyi bilendir).”11
Bu ayet, “ridde olayı” denen dinden dönme olaylarını vukuundan önce haber vermesi cihetiyle, gaybdan bir ihbardır ve Kur’an’ın bir mu’cizesidir. Çünkü özellikle Hz. Peygamberin vefatından sonra, kalbinde iman kökleşmemiş bazı kabileler dinden dönmüşlerdir.12
-Hz. Peygamber devrinde, kâhin Esvedü’l- Anesî’nin kavmi olan Beni Müdlic ve Müseylimetu’l- Kezzab’ın kavmi olan Beni Hanife irtidad etmiştir.
-Hz. Ebu Bekir devrinde ise, Gatafan, Beni Süleym, Beni Temîm’in bir kısmı dinden dönmüştür.
-Hz. Ömer zamanında ise Gassan kabilesinde irtidat olayına rastlanmıştır.13
Cüz’i denilebilecek irtidat olayları daha sonraki devirlerde de olmuştur ve günümüzde de olmaktadır. Bu tarz dinden dönmelerde temel unsur, ya dîni bilmemek veya dîni yaşamaya yanaşmamaktır. Yoksa gerçek manada İslâm’ı bilen bir kimsenin, dinden dönüp başka bir dini tercih ettiği görülmemiştir.
Bahsinde bulunduğumuz ayette, “Allah bir kavim getirir” ifadesi de gaybî bir haberi taşımaktadır. Yani, dinden dönenlerin yerine, mümtaz sıfatlarla donanmış ve Allah’ın dinine hizmet edecek bir kavim daima bulunmuştur.
Hamdi Yazır, bu konuda şöyle der:
“Önce Araplar kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar; sonra Emevîlerin son zamanlarında olduğu gibi, bu hizmet Arap’tan Acem’e doğru geçmiş; İran milleti manen ve maddeten İslâm’a pek büyük hizmetler eylemiş. Sonra bunlar da aynı hale gelmiş. Bu defa da Allah, Türkleri göndermiş. Arapların, İranlıların kadrini bilmeyip zayi ettikleri İslâm Devletini ele alarak, İstanbul’a ve oradan dünya kıtalarının her tarafına yaymışlar… Demek ki, onlar da bu nimetin kadrini bilmez, küfür ve küfrana doğru giderlerse, yerlerini Allah’ın göndereceği diğer bir kavme bırakmaya mecbur olacaklardır. Ve kim bilir Vasi’ ve Alîm olan Allah, kıyamete kadar daha ne kavimler gönderecektir.”14
Demek, ara sıra dinden dönenler olsa bile, din bundan bir zarar görmeyecek, Allah yeni kişilerle ve milletlerle bu dini kıyamete kadar devam ettirecektir.
1 Buhârî, Menâkıb, 25
2 Ebu Abdullah Hâkim, (en-Nisâbûrî), Müstedrek, Mektebu Matbûâti’l- İslâmiyye, Beyrût, ts. II, 401
3 Nur, 55
4 Kurtubî, XXII, 297-299
5 Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, IV, 2529
6 Tevbe, 33; Saf, 9; ve Fetih, 28
7 Bkz. Nursî, Lem’alar, s. 30
8 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, VII, 4938
9 Watt, Modern Dünyada İslâm Vahyi, s.173
10 Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, VI, 6358
11 Maide, 54
12 Kurtubî, VI, 219; Nesefî, I, 288; Sâbunî, I, 350; Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, III, 1715
13 Merâğî, VI, 140-141
14 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, III, 1719-1720
