Akıl her şey değildir,
kalbi de devreye sokmak gerekir!
Vahiyle ilgili yaptığımız bu değerlendirmelerden sonra “gayb bilgisi”nin mühim konularından biri olan “ilhama” geçmek istiyoruz. Istılahî anlamdaki vahiy, peygamberlere has bir keyfiyet iken, ilham daha umumî bir karakter taşır. Veli kulun kalbine gelen ilham, meleklere gelen ilham, hatta arı gibi hayvanlara gelen ilhama kadar şümullü bir ifadedir.
Kelime olarak ilham, “bir şeyi birden yutturmak” anlamında olup, ıstılah olarak
-“kalbe bir takım mana ve fikirlerin ilkâ edilmesi” anlamında kullanılır.1
-“Allah’ın, kulun kalbine bıraktığı şey”,2
-“feyz yoluyla kalbe bırakılan şey” tarzında da ifade edilmiştir.3
Kur’an-ı Kerim’de “ilham” kelimesi sadece Şems suresinde geçer. Bu surenin başında yüce Allah, güneş ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza yeminden sonra, “Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirip fücur ve takvasını ilham edene yemin ederim ki, nefsini arındıran muhakkak kurtulmuştur. Onu kötülüklere daldıran ise ziyan etmiştir” buyurur.4
Bu âyetler, insan nefsinin fücur ve takvaya kabiliyetli olduğunu beyan etmektedir. İnsan, nefsini hayra da, şerre de yönlendirebilir.
İnsanın terkîbi ulvî ve süflî âlemden gelmiştir. Bundan dolayı insan, nefsi itibarıyla süfliyata meyyal, ruhu itibarıyla ise, ulviyâta müştaktır.5
Surenin başında “güneş ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza” yemin edilmesi, insanın fücur ve takvadaki haline bir işaret gibidir. Yani, insan nefsi ya güneş gibi nuranî veya ay gibi zulmanîdir. Ya gündüz gibi aydınlık veya gece gibi karanlıktır. Ya sema gibi ulvî veya arz gibi süflîdir.
İnsan nefsi, Allah’ın ve meleğin ilhamına muhatap olduğu gibi, şeytanî bir ilham olan vesveselere de muhatap olmaktadır. Allah’ın nefse fücur ve takvayı ilham etmesi ise, hayır ve şerri ona bildirmesi anlamındadır.6
İlhamın Kur’an’da ele alınan bu şeklinin yanında, zamanla meşhur olan kullanımı “Ehl-i velayet zâtların kalplerinde mazhar oldukları ilâhî menşeli birtakım tecelliler” tarzında olmuştur. Buna misal olarak Hz. Musa’nın annesi ve Hz. İsa’nın havarilerine gelen ilhamı örnek olarak verebiliriz. Şöyle ki:
1- Hz. Musa’nın annesine gelen ilham
Kur’an-ı Kerim, Hz. Musa’nın annesine gelen ilâhî ilhamdan bahseder. Şöyle ki:
Hz. Musa dünyaya geldiği sıralarda Mısır’a hükmeden Firavun, “ilerde saltanatımıza tehlike olmasınlar” diyerek Benî İsrailin küçük erkek çocuklarını öldürtmektedir. Oğlunun da öldürülmesinden endişe eden Hz. Musa’nın annesine şu ilâhî ilham gelir:
“Çocuğunu emzir, Onun başına bir şey gelmesinden korktuğunda onu (sandık içinde) denize (Nil’e) bırak. Korkma ve üzülme! Biz onu tekrar sana kavuşturacağız ve onu peygamberlerden yapacağız.”7
Hz. Musa’nın annesine gelen bu ilham, onu teselli edici ve yönlendirici bir keyfiyet arzetmektedir. Aynı zamanda ileriye yönelik iki müjdeyi taşımaktadır. Bu iki müjde, Musa’nın annesine geri döndürülmesi ve küçük Musa’nın ilerde bir peygamber olmasıdır.
Musa’nın annesine ilhamın nasıl ve ne şekilde geldiği meçhulümüz olmakla beraber, bunun rüyada bildirilmesi, ya da Hz. Meryem’de olduğu gibi melek gönderilmesi şeklinde olabilir.8
Bu şekilde bir ilhama mazhariyeti, sadece Musa’nın annesine has bir olay olarak görmek hatadır. Benzeri durumlarda böylesi ilhama mazhar pek çok kişi vardır. Bu ilhamlar, Musa’nın annesi örneğinde olduğu gibi, “teselli edici, yönlendirici ve gelecekten haber verici” özellikler taşır.
2- Hz. İsa’nın havarilerine gelen ilham
Havariler, Hz. İsa’ya, hayatında tâbi olan ve Onunla beraber Allah’ın dinine hizmet eden bahtiyar kimselerdir. Sayılarının on iki kişi olduğu rivayet edilir. “Hani havarilere ‘Bana ve Rasulüme iman edin’ diye vahyetmiştim”9 ayetinin ifade ettiği gibi, ilâhî mesaja muhatap olmuşlardır. Burada da vahiy, ilham anlamında kullanılmıştır.10
İlhamın Değeri ve Bağlayıcılığı
Vahiyden istifade edildiği gibi,
ilhamdan da istifade edilmektedir.
İlham da vahiy gibi sübjektif bir yapı arzeder. İlhamın keyfiyeti, tatmayanlarca bilinmez. Fakat onun bu bilinmezliği, kendisi hakkında fikir yürütmemize engel değildir. Bu nedenle, ilhamın keyfiyetiyle ilgili bazı görüş ve tecrübeleri kaydetmekte fayda görüyoruz:
“İlham, vicdanda ani bir surette belirir. Nereden geldiği his ve idrak olunmaz. Açlık, susuzluk, üzüntü ve sevinç duyguları vicdanda nasıl duyuluyorsa, ilham da aynı şekilde duyulur.”11 Böyle ani gelen bir ilham, beklenmedik ruhî coşkun bir istila gibidir. Bundan dolayı da, kalbî hassasiyet ve aklî titizlik daima onu almaya hazır olmalıdır. Yoksa “Nurlar senin üzerine gelirler ve kalbini kâinat içindeki eserlerin suretleriyle dopdolu görünce geldiği gibi giderler. Kalbini ağyarın suretlerinden boşalt ki, maarif ve esrar ile doldurasın.”12
İşârî tefsîr ekolünün mümtaz simalarından Bursevî, kendi ilham tecrübelerinden bahsederken şöyle der:
“Nefsimizde tattık ki, ilham ve hitap bazen Arapça lafızla, bazen de Farsça veya Türkçe olarak geliyordu.”13
Menar Tefsirinde ilhamın mahiyeti ile ilgili şu değerlendirmelere yer verilir:
“Kişi; feraset, ilham gibi gizli ruhî idrak vasıtalarıyla bir bilgiye ulaşabilir. Bu, çoğu kere ruha bazı levhaların açılması şeklinde olur. Bunun kesinliği, ancak vukuundan sonra anlaşılır. Böyle bir ilham, bazı keskin gözlü kimselerin başkalarının görmediği çok uzak mesafeyi görmeleri gibi bir haldir.”14
Fakat gayb, derece derecedir. Gaybın en derin noktasını ne bir peygamber bilebilir, ne de bir veli. Ezelî kaderin vukua çıkma, tezahür etme zamanı yakınlaştıkça, o hadise gayb hazinesinden yavaş yavaş ayrılıp, insanın kavrayış ufkuna, dünya semasına doğru gelir. Denizin ta dibindeki cisim görünmez. Ama dipten ayrılıp yüzeye doğru gelen cisim, yüzeye yaklaştıkça kuvvetli gözler tarafından görülür. İşte gaybın, derinliklerinden ayrılıp şehadet âlemine doğru yaklaşan olayları da, basiret gözü açık olan bazı keşif erbabı görebilir.15
İlhama mazhariyetle elde edilen bilgi, çoğu kere o şahsı ilgilendiren cüzî şeyler içindir. Yani, ya sıkıntılı halinde gelen bir teselli veya içinden çıkamadığı bir müşkilin halli veya kendisi ve çevresiyle ilgili geleceğe yönelik bir müjde şeklindedir.
Bu tarz bir ilhamın değeriyle ilgili olarak ekser âlimlerin görüşü, ilhamın başkasını bağlayıcı bir bilgi türü olmadığıdır. Taftezanî, Nesefi’nin “Akaid” metninde geçen “İlham, ehl-i hak nezdinde bir şeyin sıhhatini bilme yollarından değildir” cümlesini şöyle açıklar:
“Müellif bununla ‘İlham, bütün insanların kendisiyle ilim elde ettiği ve başkasını bağlayıcı bir sebep değildir’ manasını murat etmiştir. Yoksa şüphesiz ilham yoluyla her hâl ü karda bir ilim elde edilmektedir.16
Diğer bir ifadeyle, “kelâmcılar, ilhamın vukuunu değil, bu yolla elde edilecek bilginin başkası için delil olacağını kabul etmezler.”17
Mesela birisi “kalbime ilham edildi ki, şu tarihte şu olay olacak” dese, onun bu ilhamı başkasını bağlayıcı bir hüküm taşımaz. Bu ilhamının hükmü zamana bırakılır. Zaman onu ya tasdik eder veya yanlış gördüğünü ortaya koyar.
Kalbine ilham gelen kişi, bunun ilâhî menşeli olduğunu hissederse, kendisi onunla amel eder. Nitekim Hz. Musa’nın annesi kalbine gelen ilhama göre hareket etmiş, küçük Musa’yı sandık içinde Nil’in sularına bırakmıştır.18
Bu noktada şunu da belirtmek isteriz ki: İnsanın kalbi sadece Rahmanî ilhamlara yönelik bir alıcı durumunda olmayıp, şeytandan da ilham almaya kabiliyetlidir. Bundan dolayı, ilhama muhatap olan kişi, eğer dinin hükümlerini iyi bilmiyorsa, şeytanların oyuncağı haline gelebilir. Kalbine gelen şeytanî ilhamı Rabbanî zannedip hem sapar, hem de saptırır.
Anlatılır ki, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’a biri “kendini peygamber gören Muhtaru’s- Sakafî kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor” deyince İbn Ömer “Doğru söylemiş” der ve şu âyeti okur:19
“Şüphesiz şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmelerini vahyederler.”20 Yani, vesvese yoluyla ilham ederler. Ehl-i imanla mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar.
Demek ki, bilhassa şeytan fikirli insanlar, şeytanî ilhamlara maruz kalırlar. Şeytan, ehl-i imana vesvese verip günahlara sevketmek istediği gibi, ehl-i küfre de mesajlar gönderir, ehl-i imanla uğraşmalarını sağlar.
Hamdi Yazır şöyle der:
“İmansızlıkla şeytanet arasında bir cazibe vardır. Korusuz bahçeye haşerat musallat olduğu gibi, “Görmedin mi biz, kâfirlerin üzerine kendilerini iyice azgınlığa sevkeden şeytanları gönderdik”21 medlulünce, imansız kalplere de şeytanlar musallat olur. İmansızlar şeytaneti sever. Şeytanî hasletlere, hareketlere meftun olurlar. Hayırsız, hayırsızla düşer kalkar. Eşkıyanın reisi, en büyük şaki olur. Bunun gibi, imansızların bütün temayülleri şeytanette olduğundan, önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer.”22
Günümüzde, memleket çapında ve dünya çapında ehl-i imanla uğraşanları gördükçe, üstteki âyetin manasını daha iyi anlayabiliyoruz.
1 İsfehani, s. 687-688
2 Razî, XXXI, 192
3 Cürcanî, s. 34
4 Şems, 8-10
5 Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, VI, 3917
6 İbn Kesir, IV, 516; Razî, XXXI, 192
7 Kasas, 7
8 Razi, Mefatihu’l-Gayb (Tefsiru’l-Kebir), Mısır, 1357, H. XXII, 51-52
9 Mâide, 111
10 İbn Kesir, II, 115; Nesefî, I, 309; Merağî, VI, 57
11 Gölcük, s. 291
12 İskenderanî, Hikem’ul-Ataiyye, Ank. MEB. Yayınları 1963. Ter: Saffet Yetkin, s. 130
13 Bursevî, IV, 193
14 Abduh, VII, 422-423
15 Ateş, İslam Tasavvufu, s. 126
16 Taftezanî, s.13-14
17 Çelebi, s. 249
18 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, V, 3719
19 İbn Kesir, II, 170
20 En’am, 121
21 Meryem, 83
22 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, III, 2148
