Bilmek yetmez,
yakine ulaşmak gerekir.
İnsan, araştırmaları sonucu elde ettiği bilginin ve bir mesele hakkında verdiği hükmün “kesin bilgi” olmasını ister. Gerek Kimya gibi deneye dayanan fennî bilimlerde, gerekse fikir yürütmeye dayanan gaybî meselelerde, böylesi kesin bilgiye ulaşmak kolay bir şey değildir.
Bu noktada karşımıza “şek ve yakîn” meselesi çıkmaktadır. Bu iki ifade “cehil ve ilim” gibi birbirinin zıddıdır.1 Yakîn, kendisinde hiçbir şüphe olmayan bilgiyi ifade eder.2
Metafizik meselelerde kişinin kendi kanaati, hiçbir zaman yakînî bilgiyi yansıtmaz. Kur’an-ı Kerîm, inkârcıları bu noktada şiddetle tenkit eder, onların bir bilgiye dayanmadıklarını vurgular. Mesela, ahirete inanmayan ve melekleri dişi isimlerle niteleyenler hakkında şöyle der:
“Onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyarlar. Hâlbuki zan, hak adına hiç bir şey ifade etmez. Zikrimizden yüz çeviren ve sadece dünya hayatını murat eden kişiden yüz çevir. Onların ilimden ulaşabildikleri işte budur.”3
Gökleri – yeri ve ikisi arasındakileri boşuna yaratılmış sananlar, ilâhî kader programını inkâr edenler, öldükten sonraki hayata inanmayanlar… şahsî zanlarıyla böyle kanaate varmışlardır. Hiçbir zaman bir delile dayalı olarak inkâra ulaşmış değillerdir. Sözgelimi, “hayat sadece bu dünya hayatıdır, ahiret diye bir âlem olmayacaktır” diyen birisi, bu iddiasını hiçbir şekilde isbat edemez. Hâlbuki göklerin ve yerin yaratılışına insanı şahit tutmayan Allah, insanı yaratırken ona sormadığı gibi, diriltirken de sormayacaktır. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kişiye ahirette: “Sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi gözünden perdeyi kaldırdık. Bugün bakışın pek keskindir” denilecek.4 Dünyada iken metafizik konuları inkâr eden bu kişi, gözünden perdenin kalkmasıyla birden yakîn mertebelerinin zirvesi olan “hakka’l-yakîne” yükselecek, fakat bu yükseliş, cehenneme inişine engel olmayacaktır. Çünkü ondan istenen, şehadet âleminde iken “gayba iman” etmesiydi.
“Gayba iman” eden mü’minlerin ise, sadece “inandım” demekle yetinmeyip, bu inançlarında “yakîne” ulaşmaya çalışmaları gerekir.
Yakinin üç mertebesi vardır: İlme’l-yakin, ayne’l-yakin ve hakka’l-yakin.5 Cürcanî, bunu şöyle bir örnekle açıklar: Her akıl sahibi ölümü ilme’l- yakin bilir. Meleği görünce ayne’l- yakine yükselir. Ölümü tattığında ise, artık hakka’l- yakin mertebesindedir.6
yakin konusunda, Hz. İbrahim’le ilgili şu ayet bize rehberlik eder:
“Böylece biz İbrahim’e, yakîn sahiplerinden olması için göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.”7
Ayetin ifadelerinden açıkça anlaşıldığı gibi, sema ve arzda tecelli eden kudret eserlerinin Hz. İbrahim’e gösterilmesi O’nu yakîn mertebelerinde ilerletmek içindir.8 Yıldız, ay, güneş, yeryüzü aslında herkes tarafından görülmektedir. Fakat bunların bir bütün olarak bir mülk, bir saltanata tâbi bir memleket şeklinde görülmesi ve bu geniş memleketi elinde tutan ilâhî kudretin kalben tasdiki, ancak bunlardaki “melekutiyet” cephesini görmekle mümkündür.9
İnsan, eşyadaki bu melekûtiyeti aklıyla, kalbiyle görerek yakîn mertebelerinde derece elde eder. Bu, sabahın ilk aydınlığından öğle vaktindeki muhteşem aydınlığa geçiş gibidir.10 Çünkü delillerin kuvvetinin artması, kalpteki iman nurunu da artıracaktır.
Marifetullah yönünden böyle bir tecelliye ve nimete mazhar olan Hz. İbrahim: “Ya Rabbî, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster”11 diye Allah’a dua eder, ölülerin diriliş keyfiyetini görmek ister. Ayetin devamında belirtildiği gibi, bu talebi “kalben mutmain olmak” içindir, yoksa bir şek ve şüpheden kaynaklanmış değildir. Nitekim bizlerin de radyo, telefon gibi fennî meselelerde durumumuz buna benzer. Bunları inkâr etmediğimiz halde, nasıl çalıştıklarını bilmek isteriz.12
Şüphelerden uzak yakînî bir bilgiye ulaşma mücadelesi veren en meşhur simalardan birisi, Gazali’dir. Gazali, “el-Munkız mine’d- dalâl” isimli eserinde bu mücadelesinin macerasını dile getirmektedir. Onu bu mücadeleye iten, içindeki şüphe olmuştur. Fakat bu şüpheciliği, metodik bir şüphe olup, şüpheyi gaye edinmez. Sadece, hakikati bulmak ve yakînî bilgiye ulaşmak için onu bir vasıta olarak görür.13
Gazali’ye göre, bilgi o derece kuvvetli olmalıdır ki, mesela birisi o bilginin batıl olduğunu iddia etse ve davasının doğruluğuna; taşı altına, değneği ejderhaya çevirmek suretiyle delil gösterse, bu durum karşısındaki muhatabı tereddüde düşürmemelidir.14 Gazali şöyle demektedir:
“Ben, on sayısının üçten büyük olduğunu bildiğim halde birisi ‘Hayır, üç ondan daha büyüktür. Sözümü isbat için şu değneği ejderhaya çevireceğim’ dese ve dediğini yapsa, bende asla bir tereddüt meydana gelmez. Ancak, o adamın bunu nasıl yaptığına şaşarım o kadar. Yoksa bildiğim şeyde şüphe etmem.”15
Nitekim Kur’an-ı Kerîm müttakî mü’minlerin vasıflarını sayma sadedinde şunu da bildirir:
“Onlar, ahirete yakînî bir şekilde iman ederler.”16
Demek, “gayba iman” çerçevesinde, gözle görmediğimiz ve henüz gitmediğimiz bir âleme, gözle görmüş gibi inanmak mümkündür. Böyle katî bir inanç, insanın tabiatında bulunan kabiliyetlerini kullanarak, vahyin getirdiği esaslarla bütünleşmesini ifade etmektedir.17
1 İbn Manzur, XIII, 457
2 Muhıbbuddîn Ebu’l- Feyz Seyyid Muhammed Murtezâ Zebîdî, Tacu’l-Arus, Mısır, Matbaatu’l -Hayriye 1306 h., IX, 370
3 Necm, 28-30
4 Kaf, 22
5 İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, Ank. Ümran Yayınları 1981, Haz: Sabri Hizmetli, s. 41.
6 Cürcanî, Tarifat, Y-K-N md. s. 90
7 En’am, 75
8 Tabersî, II, 322
9 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, III, 1966
10 Fahreddîn Râzî, Mefâtihu’l- Ğayb, (Tefsîru’l-Kebîr) Mısır, 1357 h.XXIII, 45-46
11 Bakara, 260
12 Muhammed Abduh ve Reşid Rıza, Tefsiru’l- Kur’an’il- Hakim (Tefsiru’l- Menar) Kahire, Daru’l- Menar 1947, III, 54; Merağî, III, 27
13 Süleyman Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, İst. Ötüken Yayınları 1981. s. 246
14 Gazalî, el-Munkız mine’d- Dalal, (“Kanunu’t-Te’vil” ve “Ehadisi’l-Kudsiyye” eserleriyle beraber) Beyrut, Daru’l- Kütübi’l- İlmiyye 1988. s. 26
15 Gazalî, el-Munkız mine’d- Dalal, s. 26
16 Bakara, 5
17 Albayrak, s. 1
