Allah Kullarından Bir Kul (Hz. Hızır)

Kehf suresi 60-82. âyetlerde Hz. Musa’nın “Allah kullarından bir kul” ile seyahati anlatılır. Bu seyahat, “gayb bilgisi” konusunda son derece dikkat çekici, ilginç durumları ihtiva eder. Bu meçhul zâtla, Hz. Musa’nın seyahatleri şöyle cereyan eder:

Hz. Musa, yanındaki delikanlıyla beraber uzun bir yolculuktan sonra Hz. Hızır’la buluşacağı yere gelir. Olayların devamını Kur’an şöyle anlatır:

Orada kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş ve ledünnümüzden bir ilim öğretmiştik.

Musa ona “sana öğretilenden bir irşad olarak, bana öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?” diye sordu.

O dedi: “Sen benimle beraberliğe dayanamazsın. İçyüzünden haberdar olmadığın şeylere nasıl sabredersin?”

Musa, “inşallah sen beni sabreder bulacaksın, dedi. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim.”

O, dedi: “Eğer bana uyacaksan, ben sana ondan bahsedip de bir söz söyleyinceye kadar hiçbir şey hakkında bana sual sorma.”

Böylece yola koyuldular. Gemiye bindiklerinde O, gemiyi deldi. Musa, “İçindekileri batırmak için mi gemiyi deldin?, dedi. Andolsun ki, büyük bir şey yaptın.”

O, “benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?” dedi.

Musa, “Unuttuğum için beni kınama; işimi (seninle olan arka­daşlığımı) zorlaştırma” dedi.

Yine yola koyuldular. Bir erkek çocuğa rast geldiklerinde onu öldürdü.

Musa dedi ki: “Bir can karşılığında kısas olmaksızın suçsuz birini mi öldürdün! Doğrusu, pek kötü bir şey yaptın.”

O, “Ben sana benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?” dedi.

Musa dedi: “Eğer bundan sonra sana bir şey daha soracak olursam, benimle arkadaşlık etme. Doğrusu, tarafımdan özre ulaştın.”

Yine yola koyuldular. Nihayet, bir belde halkına vardılar. Onlardan yiyecek istediler. Onlar ise, o ikisini misafir etmekten kaçındılar. Orada, yıkılmak üzere bulunan bir duvara rast geldiler. O, duvarı doğrultuverdi.

Musa dedi: “İsteseydin, bu yaptığın işe karşı bir ücret alırdın.”

O, “İşte bu, seninle benim ayrılışımızdır, dedi. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü bildireceğim:

Gemi, denizden geçimlerini sağlayan birtakım fakirlere aitti. Ben, onu kusurlu hale getirmek istedim. Çünkü arkalarında, bulduğu her sağlam gemiyi gasbeden bir hükümdar vardı.

Çocuğa gelince; onun anne babası mü’min kimselerdi. Çocuğun, ileride anne ve babasına isyan etmesi ve onları inkâra sevketmesinden korktuk. İstedik ki onların Rabbi, kendilerine huy temizliği bakımından daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk versin.

Duvar ise, o şehirdeki iki yetim çocuğa aitti ve altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları ise, salih bir kimse idi. Rabbin istedi ki, onlar yetişkin çağa gelince hazinelerini oradan çıkarsınlar. Bütün bunlar, Rabbinden bir rahmet eseridir. Yoksa ben kendi reyimle yapmış değilim. İşte, sabredemediğin şeylerin açıklaması budur.”1

Bu ibretli kıssayla ilgili bazı noktalara dikkat çekmekte fayda görüyoruz:

1- Kıssanın başkahramanı olan bu “Allah kullarından bir kul”un ismi âyetlerde zikredilmemiştir. Gaybtaki bilinmezlik atmosferi, kıssanın tamamında görüldüğü gibi, kıssa kahramanının ismen zikredilmemesinde de görülmektedir. Bundan dolayıdır ki, “Kur’an’ın göl­gesinde yaşamak” noktasından hareketle, tefsirinde bu zatın isminden bahsetmeyenler de olmuştur.2

Biz ise, bu meçhul zatın ismen tayininin o kadar mühim bir mesele olmadığını kabul etmekle beraber, hadislerde “Hızır” olarak bahsedilmesinden dolayı3 pratikte sağladığı kolaylıktan istifade için bundan sonra bu zattan “Hızır” olarak söz edeceğiz.

2- Hz. Hızır’ın nebî veya veli olması hususunda âyetlerde açık bir ifade yoktur. Ancak, “Hz. Musa gibi büyük bir peygamberin bilmediği gaybî sırlara vakıf olması ve “Ben bunları kendi reyimle yapmış değilim”4 diyerek, bu tasarrufları Allah’ın emriyle yaptığını söylemesi” gibi noktalardan hareketle, nebî olduğunu söyleyenler çoğunluktadır.5

3- Hz. Hızır’ın ilmi, “ilm-i ledünnî” diye şöhret bulmuştur. Bu ifade, “Biz O’na ledünnümüzden bir ilim öğretmiştik” âyetindeki “ledün” kelimesinden gelmektedir.

Bütün ilimler Allah tarafından olduğu halde, burada özel olarak bunun ayrıca belirtilmesi, bu ilmin dıştan her hangi bir sebep olmaksızın doğrudan İlâhî talime dayandığını gösterir.6 Çünkü Tarih, Fıkıh gibi ilimleri kitaplardan okumak veya birisinden dinlemek yoluyla öğrenmek mümkündür. Ledün ilmi ise, bu yolla öğrenilecek ilimler cinsinden bir ilim değildir. Hatta öyle ki Hz. Musa gibi bir peygambere bile, bu ilim doğrudan verilmemiştir. Bu ilim hakkında “hakikatin ilmi, batın ilmi”7 “gayb ilmi”8 gibi açıklamalar yapılmaktadır. Hz. Hızır’ın, Hz. Musa’ya söylediği şu sözler, her ikisinin ilmindeki farklılığı belirtmektedir:

Ya Musa! Allah tarafından, ben senin bilmediğin bir ilmi biliyorum, Sen de benim bilmediğim bir ilmi biliyorsun.”9

Bazıları “zarf edatı olan böyle bir kelimeden bir ilim dalı çıkmaz” deseler de, “isimlerin değişmesiyle eşyanın gerçekleri değişmez” esasından hareketle bu isimlendirmede bir problem olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü esas olan, bununla neyin kastedildiğidir. Bununla kastedilen ise, Allah tarafından verilen bir çeşit gayb bilgisi ve sırlar bilgisidir. Bu, özel bir bilgi olup, olayların iç yüzüne vukufiyeti sağlar.

Kelimelerin kavrama dönüşmesi zamanla olur. Mesela “tefsir” kelimesi Kur’an’da sadece şu ayette geçer:

(Ey Peygamber!) Sana hiç bir mesel getirmezler ki (buna karşılık) sana gerçeği ve en güzel tefsiri getirmiş olmayalım.”10

Tefsir, manayı açmak ve açıklamaktır. Bu kelimenin “Tefsir ilmi” manasına gelmesi zamanla olmuştur. Benzeri bir durum “ledün” kelimesi için geçerlidir.

Ledünnî bilgi (ilham), sübjektif bir karakter arzeder, başkasını bağlayıcı bir özellik taşımaz. Mazhar olan kişi açısından ise, bir kanaat verir. Sıkıntıda olanı fe­rahlatır. Darda olanı rahatlatır. Arayış içinde olana yol gösterir. Arif olanın marifetini artırır.

4- Hz. Musa ve Hz. Hızır, iki ayrı meşrebin temsilcisi durumun­dadır. Hz. Musa, zahir ilimlerinde bir deniz, Hz. Hızır ise, batın ilimlerinde bir deniz gibidir. “Benzeri bir durumu, İmam-ı Azam’la Hasan-ı Basrî arasında da görmek mümkündür. İmam-ı Azam şemsî meşreptir. Hasan-ı Basrî ise, kamerî meşreptir. İmam-ı Azam’ın feleği, Hasan-ı Basrî’nin feleğinden daha büyüktür. İmam-ı Azam, bütün insanlara umumiyet itibariyle bir rahmettir. Hasan-ı Basrî ise, has insanlara hususiyet itibariyle bir rahmettir… İmam-ı Azam Allah’ın “Evvel ve Zâhir” isimlerinin mazharı iken, Hasan-ı Basrî “Ahir ve Bâtın” isimlerinin mazharıdır.”11

5- Vazife noktasından baktığımızda, ikisi arasında farklılık olduğunu görürüz.

Hz. Hızır, Hz. Musa gibi halkı Hakk’a götürmeye memur değil, Hak’tan halka olan mukadderatın infazına memurdur. Bundan dolayı, oğlanı öldürmesi de Allah’ın emriyle vefat eden çocukların ruhlarını kabza müvekkel olan ölüm meleğinin vazife ve mesuliyeti gibi olur.”12

6- Bize bakan yönüyle kıssa, pek çok ibretleri ihtiva etmektedir. “Gayb Bilgisi” noktasından alacağımız en mühim ders, “olayların dış görünüşündeki çirkinliğe aldanmamaktır.” Evet, çirkin görülen pek çok olayın neticesi güzel olabilir. Nitekim Kur’an’ın “Sevmediğiniz bir şey hakkınızda hayırlı olabilir”13 âyeti, bunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Bu kıssa, üstteki âyetin açıklaması gibidir. Görünüşte kötü bir fiil gibi görülen geminin yara alması ve çocuğun ölümü ileride güzel neticelere vesile olmuştur.

7-Bazı tarikat ehlinin, fiilleri açık bir şekilde şeriata muhalif olan kendi şeyhleri hakkında “bizim şeyhimiz Hızır gibi bir makamdadır, onun sorumlu olduğu şeriatın hükümleri bizimkinden farklıdır” demeleri tam bir dalalettir. Ümmet-i Muhammed’den olan herkes aynı şeriatın hükümlerine bağlıdır. Bir insan isterse en sapık bir yolda da gidebilir, bu onun şahsi tercihi olur, ama hiçbir kimsenin kendi dalaletini dindenmiş gibi göstermeye hakkı yoktur.

8- Bu kıssadan bazılarının yanlış mesajlar alabileceği doğru bir hükümdür. Ama şurası unutulmamalıdır: Din bir imtihandır. Bu bağlamda bu kıssa da imtihanın bir parçasıdır. Bize düşen, kıssayı doğru bir şekilde anlamak ve algılamak, yanlış anlayanlara da işin doğrusunu anlatmaya çalışmaktır.

1 Kehf, 65-82

2 Kutub, fî Zılâlil- Kur’an, IV, 2278

3 Buharî, Sahih (Sahihu’l- Buhari) İst. Çağrı Yayınları, 1981. Tefsir, 18/2; Taberî, XV,278; Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, V, 3260

4 Kehf, 82

5 Zemahşerî, III, 733; Merağî, XV, 172-173

6 Bursevî, II, 499; Âlûsî, XV, 330

7 Âlûsî, XV, 330

8 Kâdı Nasiruddin Beydâvî, Envaru’t-Tenzil Esraru’t-Te’vil, İst.1303 h. II, 21

9 Taberî, XV, 278; Ebu’l- Fida İsmail İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’an’il-Azim, Daru İhya-ı Kütübi’l- Arabiyye, ts. III, 93; Ebu’l-Berekât Nesefî, Medarik (Tefsiru’n-Nesefî), Kahraman Yayınları 1984. III, 19

10 Furkan, 33

11 Bursevî, II. 501

12 Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, V, 3273

13 Bakara, 216

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir