1- Ezeli Sözleşme
İnsan, varlık âlemi içinde en seçkin bir konuma sahiptir. Arzın halifesi,1 mahlûkatın sultanıdır. İlahi, sonsuz ikramlara mazhardır. Cenab-ı Hakk’ın kelâmına muhataptır. Cenab-ı Hak bu muhatap oluşu şöyle bildirir:
“Hani Rabbin Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini aldı. ‘Rabbiniz değil miyim?’ diye onları kendi nefislerine şahit yaptı. Onlar da ‘Evet, Rabbimizsin, buna şahit olduk (söz veriyoruz)’ dediler.”2
Ayet, ekser müfessirlerce temsilî bir anlatım olarak değerlendirilmiştir. Burada bilinen manasıyla şahit tutma, sual ve cevap düşünmek lazım değildir. Sanki öyle denilmiş ve öyle cevap verilmiş de, bir mukavele yapılmış gibi hukukî kıymet taşıyan kuvvetli bir fıtrat vermek söz konusudur. Cenab-ı Hak fıtrat itibariyle insanları, afak ve enfüste nasbedilen delillerinden istifade ile İlahi rububiyeti tasdik edecek kabiliyette yaratmıştır.3 “Her çocuk fıtrat üzere doğar”4 hadisi de bu manayı teyit etmektedir. İnsan, peygamber gönderilmese bile, bu fıtratla Allah’ı bulabilir. Seyyid Kutub’un ifadesiyle, “peygamber göndermek bir hatırlatma ve fıtrattan inhiraf edenlere bir uyarı içindir.”5 Hamdi Yazır, ayetin anlatımını fıtrî bir akit ve misak şeklinde değerlendirir.6 O’na göre, bu misak tekvinî olmakla beraber, ruhî ve kelâmî haysiyeti de haizdir. Dolayısıyla buna “mukavele” demek de hakikattir. Ancak bu hitap, lafzî kelâm ile değil, meleklere olan tebliğ gibi, nefsî kelâm ile bir tebliğ tarzında telakki edilmelidir. Ayetin başında “Biz şöyle dedik” denilmemesi bu manaya işaret eder.7
Cenab-ı Hakk’ın insanı yaratması, onu rızıklandırması, ona güzelliğin bütün çeşitlerini görebilecek bir göz, hakikatin bütün inceliklerine nüfuz edebilecek bir akıl vermesi gibi durumlar, aslında “Rabbiniz değil miyim” demesidir. Duyan kulaklar için her an ve zaman Cenab-ı Haktan “Rabbiniz değil miyim” sadası gelmektedir.
Ayette, “onları nefislerine karşı şahit yaptı.” denilmesi rububiyetin bilhassa enfüsî delille daha iyi bilinebileceğine bir işaret olarak değerlendirilebilir. İnsanın vicdanı Allah’ın rububiyetini tasdike müheyyadır. Ayçiçeği ile güneş ve demir ile mıknatıs arasındaki ilişki misali, vicdan ile Allah arasında benzeri bir durum vardır. Ayçiçeği, başı ağırlaşmadıkça güneşe yönelir. Demir, arada engel olmadıkça mıknatısın cazibesine kapılır. Vicdan dahi fıtratını bozmadıkça Allah’a müteveccih olur.
Ehl-i tasavvufa göre bu muhavere ruhlar âleminde cereyan etmiştir. Cenab-ı Hak cesetleri yaratmadan ruhlara vücut vermiş ve onlara “Rabbiniz değil miyim” diye sormuştur.8 Zünnun-i Mısri’ye “Allah’ın bizden söz aldığı zamanı hatırlıyor musun?” diye sorulunca şöyle dediği anlatılır: “Sanki o, şimdi de kulağımda çınlıyor.”9
2- Mukaddes Emanet
Allah’a muhatap kılınan bu insan, emanet-i kübranın (en büyük emanetin) taşıyıcısıdır. Kur’ân bunu şöyle anlatır:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik, onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. O gerçekten çok zalim, çok cahildir.”10
Ayetin üslubu, müfessirlerce temsil üslubu olarak değerlendirilir.11 Yani, emanet güya göklere, yere, dağlara sunulmuş, “bunun hakkını verebilir misiniz?” denilmiş, onlar ise “hayır, biz bu ağır yükün altından kalkamayız” demişler, insan ise o ağır yükün altına girmiştir. Fakat emanetin gereğini yerine getirmemekle, çok zalim, çok cahil olmaktadır.
Ayetin yorumunda Beydâvî şöyle der:
Belki de emanetten murat akıl veya tekliftir. Emanetten göklerin, yerin ve dağların kaçınmaları, liyakat ve kabiliyetlerinin olmayışı itibariyledir. İnsanın yüklenmesi, böyle bir emaneti kaldırabilecek kabiliyet ve kapasitede oluşu, zalûm ve cehûl, yani çok zalim ve çok cahil oluşu ise, o insana şehvet ve gadap kuvvetlerinin galip gelişidir.12
Yani, insan bu emanete aklıyla muhatap olur. Ancak kendisine gadap duygusunun hükmetmesiyle çok zulümler yapar. Şehvet duygusunun galip gelmesiyle de cahilce işlere girişir. Artık öfke ve şehvetin galebe ettiği hallerde o kimsede akıl ortadan kalkar.
Bir başka zaviyeden ayet, dinin mükellef kıldığı şeylerin zorluğunu böyle bir temsille anlatmaktadır.13 Bu öyle büyük bir emanettir ki, kuvvet ve şiddette mesel olan gökler, yer ve dağlara faraza böyle bir şey arzedilse kabulden kaçacaklar, ondan korkacaklardır.14
Emanetten muradın ne olduğu yoruma açık bir meseledir. Ebussuud’un da dikkat çektiği gibi, bütün dinî vazifeler emanet adı altında mütalaa edilebilir.
Gazali bu emaneti “marifet ve tevhid” olarak açıklar.15 Bu meyanda, “ne arz beni içine aldı, ne sema. Fakat mü’min kulumun kalbine yerleştim” hadis-i kudsisini nazara verir.16
Muhyiddin İbn Arabi, benzeri bir yaklaşımla bundan muradın “marifetullah’a güç yetirmek” olduğunu söyler. Çünkü insan âlemin meyvesidir. Nefsini âlemde görür. Âlemin tamamını içine alan nefsiyle Rabbini görür. Bundan dolayı, âlemin güç yetiremediğine güç yetirir, kalbiyle Allah’a muhatap olur.17
Bursevi ise, emaneti üç mertebede ele alır:
– Dinin mükellef kıldığı şeyler. Emanetin edası gerektiği gibi, bunların da gözetilmesi gerekir. Mesela, akıl bir emanettir, azalar birer emanettir. Ruhlar âleminde insandan alınan misak ve ahitler, hep birer emanet durumundadır.
– Muhabbet, aşk, incizab-ı İlahi. Bu, birinci mertebenin neticesidir. İnsan, bu gibi özellikleriyle meleklere üstün gelir. Gerçi, meleklerde de muhabbet vardır. Fakat onların muhabbeti, terakkiye sebep olan mihnet, bela ve zor tekliflere bina edilmemiştir. Gerçek terakki, sadece insan içindir.
– Vasıtasız feyz-i İlahi. Bu feyz, ayette “zalumiyet ve cehuliyet” ile işaret olunan vücudî perdelerden çıkmakla elde edilir.
Bu üç mertebeden birinci mertebe avam, ikinci mertebe havas, üçüncü mertebe ehass-ı havas içindir.18
Said Nursî, emanetin çok cihetlerinden bir cihetini “ene” olarak görür. Yani, insan Allah’ın verdiği benlik ile Allah’ı tanır. Mesela, kendi cüz’i ilmiyle Allah’ın külli ilmini, cüz’i kudretiyle O’nun sonsuz kudretini anlar.19
Gök, yer ve dağa doğrudan Allah’a muhatap olabilecek kabiliyetler verilmediğinden, onlar emaneti kabul etmemişler, çekinmişlerdir. İnsan ise, emaneti taşıyabilecek kabiliyette yaratılmakla beraber, zulüm ve cehalet perdelerini aralamadan o ağır emaneti taşıyamaz, kaldıramaz.
Şu ayet de, temsili bir ifadeyle, mükellefiyetin zorluğunu anlatır:
“Şayet bu Kur’ân’ı bir dağın üzerine indirseydik, sen onu Allah’ın haşyetinden başını eğmiş, çatlamış görürdün…”20
Ayet, bir temsildir. Buna, ayetin devamı da açıkça delalet etmektedir. Maksat, insanların kalplerindeki katılığa ve etkilenmemeye karşı bir kınamadır.21 Hamdi Yazır’in ifadesiyle, “bilfarz Kur’ân büyük bir dağ üzerine indirilmiş, dağa öyle bir şuur verilmiş olsaydı, semaya doğru başkaldırmakta bulunan o ulu dağ, bütün kasvetine rağmen haşyetullah şuuru altında her türlü serkeşliği atarak çatlayıncaya kadar İlahi emirlere serfüru eder (baş eğer), bu derece müteessir olurdu.”22
3- Beka Tohumları
İlahi emanete muhatap olmak bir şeref, fakat bu emanetin gereğini yapmamak büyük bir hüsrandır. İnsan, irade sahibidir. Bu iradesini hem hayra, hem de şerre yönlendirebilir. Mesela, kendisine verilen ömür sermayesini ve kabiliyetlerini fani dünya işlerinde de kullanabilir, ebedi ahiret işlerinde de… Kur’ân bunu şöyle bildirir:
“Kim ahiret ‘harsı’ isterse ona harsını artırırız. Kim de dünya ‘harsı’ isterse, ona da ondan veririz. Ama ahirette ona hiç nasip yoktur.”23
Ayette geçen “hars” kelimesi “toprağa tohum serpmek” demektir. İstiare yoluyla, amellerin netice ve meyveleri için kullanılmıştır.24 Ahiret veya dünya için çalışmak, bu kelime ile çiftçinin ürün almak için ziraat yapmasına benzetilmiştir.25
Râzî, “hars” kelimesinin işaret ettiği ince bir manaya şöyle dikkat çeker: Ayet delalet ediyor ki, ahiret ve dünya menfaatleri hazır lokma olmayıp “harsı” gerektirir. Hars ise, tohumu serpmek, sulamak, nemalandırmak, hasat ve ayıklama gibi zorluklara dayanmak ile gerçekleşir.26
İnsanın ahiret harsını gerçekleştirebilmesi, ciddi bir ceht ve gayret ister. Zira cennete giden yol engellerle doludur. Cenab-ı Hak şu ayetle işin zorluğunu bildirir.
“Fakat o (insan), akabe’yi aşamadı.”27
Akabe, sarp ve çetin dağ yolu demektir.28 Burada salih amel için istiare olarak kullanılmıştır. Çünkü salih amel yapmak, nefislere zor gelir.29 Ayetin devamından anlaşıldığı üzere, mesela bir boyun kurtarmak (insanı hürriyetine kavuşturmak) veya şiddetli açlık zamanında akrabadan bir yetime veya son derece fakir kişiye yemek yedirmek, sarp-çetin dağ yolundan aşmak gibi nefse zor gelen fiillerdendir. İnsan hayatı, hep böyle akabelerle, sarp yokuşlarla doludur.
4- Amansız bir düşman: Şeytan
İnsanın bu akabeyi aşamamasında şüphesiz en büyük etken şeytandır. Şeytan, cennete giden yolda en büyük bir engeldir. İnsanın nefs-i emmaresi ise, şeytanın bir talebesi gibidir. Şeytan kuvvetli bir verici, nefis hassas bir alıcıdır. Şeytandan gelen telkinlere kulak veren nefis, insanı fısk ve fücura, isyan ve inkâra, gaflet ve dalalete, her türlü rezalet ve malayaniyata sevkeder.
Şu ayet, temsilî bir üslupla, şeytanın her türlü vasıtayı kullanabileceğini anlatır:
“Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat! Atlıların ve yayalarınla onların üzerine yürü! Mallarına ve evlatlarına ortak ol ve onlara vaatler yap! Fakat şeytan onlara bir aldanıştan başka ne vaat eder?”30
Şeytanın insanlara musallat oluşu baskın yapanlara benzetilmiştir: Bir kavme baskın yapıyorlar. Onları mekânlarından dışarı çıkaracak şekilde ses çıkarıyorlar, telaşlandırıyorlar. Ardından atlı ve yaya kuvvetleriyle onların işlerini bitiriyorlar.31
Kanaatimizce, ayetin “mallarına ve evlatlarına ortak ol ve onlara vaatler yap!” bölümü de aynı temsilin muhtevası içinde değerlendirilmelidir. Zira baskın yapan grup, baskın yaptıkları bölgeyi ele geçirince, oradaki insanların hür iradelerine engel olurlar, onların mal ve evlatlarına müdahale ederler. Hâkimiyetlerini devam ettirmek için, o insanları bir takım vaatlerle avuturlar.
İşte, şeytan ve güruhu, insanın vücut ülkesini ele geçirmek isterler. Bunun için her türlü yolu denerler; hem korkuturlar, hem ürkütürler. Hem piyadeleriyle, hem süvarileriyle seferber olurlar. Ele geçirdikten sonra, o insanın duygularını, cihazlarını esir alırlar, Allah yolunda değil, şeytan yolunda kullandırırlar. Bir takım yalancı vaatlerle oyalama siyaseti takip ederler.
Bu noktada Cenab-ı Hakk’ın şu uyarısı hatırlanmalıdır:
“Ey Âdemoğulları! Ben sizden ‘Şeytana ibadet etmeyin’ diye ahit almadım mı? O size apaçık bir düşmandır.”32
Şeytan insana suret-i haktan görünüp saptırmaya çalışır. Kur’ân-ı Kerim buna misal olarak şöyle der:
“(Münafıkların hali) tıpkı şeytanın hali gibidir. Hani insana, ‘İnkâr et’ demişti. İnsan inkâr edince de, ‘Şüphesiz ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım’ dedi.”33
Ayet, sebeb-i nüzul itibariyle Medine münafıklarının Beni Nadir Yahudilerini savaşa teşvikleriyle alakalıdır.34 “Yemin ederiz, eğer siz çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin hakkınızda asla kimseye itaat etmeyiz. Şayet sizinle savaşılırsa, muhakkak size yardım ederiz” demişler, fakat savaş patlak verince onları yüzüstü bırakıvermişlerdir.35
İşte şeytanın hali de böyledir. İnsanı kötülüğe teşvik eder. Bunu yaparken de insanın hayrını istiyormuş gibi davranır. Fakat o insanı küfre atınca, artık ondan teberri eder.
Hamdi Yazır’ın ifadesiyle ‘İnkâr et’ diye emir verirken korkmamıştı da, aldatıp belaya soktuktan sonra azabı hatırlayarak korkacağı tutmuş “ben karışmam, ne halt edersen et” diyerek savuşuvermişti ki, bu da bir şeytanlıktı.”36
Cumhura göre bu teberri kıyamet gününde olacaktır. Zahire uygun olan da budur. Bazıları ise, şeytanı İblis, ayette bildirilen insanı ise Ebu Cehil olarak açıklamışlardır.37 Ebu Cehl’in şeytanın aldatmasına kurban gidenlerden olduğunda tereddüt yoksa da, ayette bu hususi manaya kesin bir delalet olmadığı aşikârdır.
Esasen din bir imtihandır. Elmas gibi ulvi ruhlarla, kömür gibi süfli ruhların birbirinden ayrılması gerekir. Bu ayrışma ameliyesi için şeytan ve ekibine görev düşmektedir. Mesela ayetin hükmüyle “mallar ve çocuklar bir fitnedir.”38 Yani insanlar bunlarla imtihan edilmekte, bunlar yüzünden günaha ve ikaba düşmektedirler.39 Keza bunlar dünya ile meşgul eder, Mevla’ya hizmete perde olur.40 Ayette geçen “fitne” kelimesi altın, gümüş gibi kıymetli madenleri ateşte eritip posasından ayırmak işlemini ifade eder.41 Ateşe bırakıldığında altının halis mi, karışık mı olduğu ortaya çıkar.42 Onun gibi, insanların birbirinden ayrılması için açılan bu imtihan meydanının ateşi şeytandır. Şeytanların insanlara musallat olmasıyla, insanların dereceleri ortaya çıkar. Bir tarafta nebiler, sıddıklar, şehitler, salihler gibi insanlar temayüz edip ayrılırken, diğer tarafta kâfirler, hainler, zalimler, facirler gibi posalar ortaya çıkar.
5- Mü’minin hidayeti
İman ve küfür, birbirine mukabil ve zıt kavramlardır. İnsan hem iman edebilecek, hem de küfre düşebilecek bir yaratılıştadır. Varlığı, erkek veya kadın oluşu, boyu gibi durumlarda hür olmayan bu insan, iman ve küfür noktasında tam bir hürriyete sahiptir. Kur’ân, insanın bu hürriyetini şöyle bildirir:
“De ki: Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen küfrü seçsin.”43
“Biz insana yolu gösterdik. İster şakir olur, isterse nankör bir kâfir!”44
İman, peygamberlerin bildirdiklerini kabul etmek, küfür ise bunları inkâr etmektir. Bir başka cihetle, iman gerçeklere kalp gözüyle bakmak, küfür bu gerçeklere göz kapamaktır.
Hz. Âdem ve Havva ile başlayan insanlık tarihi, bir yönüyle iman ve küfür tarihidir. Kur’ân’ın bildirdiği gibi, “İnsanlar bir tek ümmetti.”45 Bir yoruma göre, hepsi hidayet üzere idi.46 Veya bedevi bir hayat yaşıyorlardı. Basit düşünceleri, basit hayat tarzları vardı. Dünya geniş, rızıkları boldu. Derken çoğaldılar ve sosyal hayat başladı. Aralarında ihtilaflar ortaya çıktı.47 “Derken Allah, müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi. İhtilafa düştükleri şeylerde hak ile hükmetmesi için, o peygamberlerle beraber kitap indirdi.”48
İman ve küfrü, insanlık ağacının iki dalı olarak değerlendirebiliriz. Her iki dal, kıyamete kadar meyve vermeye devam edecektir.
Mü’min, âlemin yaratıcısı olan Allah’ı tasdik eder. O’nun gönderdiği peygamberlere, indirdiği kitaplara inanır. Fizik ötesi âlemin mensupları olan meleklerin varlığında bir tereddüt göstermez. Ölüm sonrası hayatı, geceden sonra gündüzün gelmesi kat’iyetinde görür. İlahi proğram olan kadere inanmanın, insanın hür iradesine engel olmadığını kabul eder.
“İşte onlar Rab’lerinden bir hidayet üzeredirler.”49 ayeti mü’minleri bir şeye binip yükselen kimselere benzetir.50 Mü’minler bu ilahi hidayet ile dünya ve ahirette süfli şeylerden kurtulup, ulvi bir hayat yaşarlar.
6-Allah’ın Boyası
Mü’min, Allah’ın boyasıyla boyalıdır. Şu ayet, mü’minin halini tasvirde renkli bir ufuk açar.
“Allah’ın boyası (sen ona bak!) Allah’tan güzel kimin boyası var?”51
Hristiyanlar çocuklarını sarımtırak bir suya (vaftiz suyuna) daldırır, bunun temizleyici olduğunu söylerler. Ne zaman birisi çocuğunu böyle vaftiz ederse “işte şimdi hakkıyla Hristiyan oldu” derler.52
Hamdi Yazır, ayeti şöyle yorumlar: “Biz Allah’ın boyası olan fıtri iman ile iman ettik. Sudan imana, sun’i boyaya tenezzül etmeyiz. Allah boyasına, Allah boyasına.”53 Yine O’nun ifadesiyle, “insanları bir paçavra boyar gibi bulaşık bir suya sokup çıkarmaktan ibaret sudan bir din ve imanın ne kıymeti olur…? Din-i İslam ve iman u tevhid, insanların min tarafillah boyandıkları öyle güzel bir Allah boyasıdır.”54
“Allah’ın boyası” şeklinde mealde gösterilen “sıbğutullah” kelimesi, “Allah’ın insan mahiyetinde dercettiği fıtrat” şeklinde de açıklanmıştır. Zira insanın mahiyetinde acz, fakr vardır. Keza, hudusuna (yaratılmış olduğuna) şahit alametler vardır. Bunlar o kimse için bir boya gibidir.55
İsfehani, “sıbğatullah” ifadesini Allah’ın insanlarda var ettiği akla işaret olarak görür. İnsan bu akılla hayvanlardan ayrılır.56
“Sıbğatullah” ifadesinden mülhem olarak söylenen şu ifadeler de zikre şayandır:
“Sonsuz ihtimalli karışım ve ahenklerinde, yüce Rabbin eserlerini, O’na götüren akisleri buluruz… Bu maddî ve hissî olayın arkasında bu kevnî boyanın sahibini, fırçayı tutan kudret elini ararız. Eşyayı sonsuz renklere boyayan, insanları da en şerefli bir boyaya, onları küfrün kirlerinden temizleyip, güzel eserleriyle tezyin eden bir ‘iman boyasına’ çağıran O Rabbe yöneliyoruz. Tabiat tuvalinden Cenab-ı Hakk’ın ilahi tuvaline, oradan kâinata nakış nakış, ahenk ahenk bir rahmet ve bağış yağmuru gibi düşen tablolarına yöneliyoruz.”57
7- İman ve Hür İrade
Cenab-ı Hakk’ın kalpleri mühürlemesi ve perdelemesi, Allah’tan bir cebri değil, onların kesplerine terettüp eden bir neticeyi bildirir. Kendisine akıl verilen her insan, İlahi tekliflere bizzat muhataptır. Tabir yerindeyse, kimseye özel muamele yapılmamıştır. Kur’ân’ın şu ayetleriyle, bu gerçeği daha iyi anlayabiliriz:
“Allah, inkâr edenlere Nuh’un hanımıyla Lut’un hanımını bir mesel yaptı… O ikisi, kullarımızdan iki salih kulun nikâhlısı idiler. Fakat hıyanet ettiler. Kocalarının peygamber olması Allah’tan hiç bir şeyi onlardan savamadı. Onlara: Haydi girenlerle birlikte siz de ateşe girin!, denildi.”58
Ayet, hak dine inanmayanlara ahirette hiçbir yakın ve akrabanın fayda vermeyeceğini bildirir.59
Dolayısıyla kâfir, Allah’a, rasulüne ve evliyasına küfür ve düşmanlığının cezasını çekecek, kendisiyle mü’minler arasında olan nesep bağı gibi bağlar bir fayda vermeyecektir. Kıyamet günü bütün bağlar kopacak, ancak Allah ile olan bağ kalacaktır. Ayet, “eğer nesep bağı fayda verseydi Nuh ve Lut’un hanımlarına fayda verirdi” manasını bildirmektedir.60
Ayetlerde, her iki peygamberin hanımlarının isimleri bildirilmemiştir. Zira mühim olan isimleri değil, peygamber hanımı olmaları ve hıyanet etmeleridir.61
Şu ayetler de bu manayı teyit eder:
-“Ne hısımlarınızın, ne de evlatlarınızın size asla faydası olamaz. O (Allah), kıyamet günü aranızı ayırır. Allah yaptıklarınızı görendir.”62
-“Sur’a üfürülünce artık o gün aralarında ne nesep (soy-sop) kalır, ne de birbirlerine bir şey sorarlar/ isterler.”63
Hz. Nuh’un oğlunun tufan olayında boğulması da, bizzat imana talip olmayınca peygamber oğlu olmanın bile fayda vermediğini gayet çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır.64
Meselenin diğer yönü ise Firavunun hanımı misaliyle bildirilmiştir:
“Allah, iman edenlere de Firavunun hanımını bir mesel yaptı. Şöyle demişti: Ya Rabbi, indinde benim için cennette bir ev yap ve beni Firavun ve amelinden kurtar. Beni o zalimler topluluğundan kurtar.”65
Mü’minin kâfirle olan bağı, onun küfür ve amelinden ayrı kaldığında kendisine bir zarar vermez… İşte, Nuh ve Lut’un hanımlarına, peygamberle olan bağları bir fayda vermediği gibi, kâfirlerin en önde gelenlerinden biri olan Firavuna eş olması, hanımına bir zarar vermemiştir.66
Cenab-ı Hak, iki peygamber hanımı ve Firavun hanımıyla misalden sonra, üçüncü bir misali de Hz. Meryem’den verir:
“Allah bir de, ırzını pek sağlam koruyan İmran kızı Meryem’i mesel yaptı. Biz ona ruhumuzdan üfledik. O, hem Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etmişti, hem de “Qânitin” (kendini ibadete verenler)den idi.”67
Hz. Nuh ve Lut’un hanımlarıyla, Firavun’un hanımı ve Hz. Meryemden bahseden bu ayetler surenin bütünlüğü çerçevesinde değerlendirildiğinde, Hz. Peygamberin hanımlarına ilahi bir uyarıda bulunur.68 Yani, bu misallerle “biz peygamber hanımıyız deyip mağrur olmayınız. Ameliniz olmazsa, peygamber hanımı olmak bir fayda temin etmez!” mesajı verilmiştir.
Hz. Meryem’in misal olarak getirilişinde ise, facir ve fasık insanların salih kişiye iftiralarının Allah katında bir zarar vermeyeceği mesajı vardır. Çünkü Yahudiler Hz. Meryem’e iftira etmişlerdi. Fakat bu, O’nun Allah indinde dünya kadınlarının en üstünlerinden olmasına engel olmamıştır.69
Keza Hz. Meryem’den misal verilişi, ayet eğer Hz. Aişe’ye yapılan ifk (iftira) olayından sonra inmişse bir teselli, önce inmişse onun nefsini bir hazırlamadır.70
1 Bkz. Bakara, 30-32
2 A’raf, 172
3 Bkz. Râzî, XV, 50; Beydâvî, I, 366-367; Kurtubî, VII, 199-200; Bursevi, III, 273; Alûsî, IX, 102; Yazır, IV, 2324; Kutub, III, 1392
4 Buhari, Cenaiz, 80, 92; Müslim, Kader, 22, 23, 24; Ebu Davud, Sünne, 17; Tirmizi, Kader, 5; İbn Hanbel, II, 315, 346
5 Kutub, III, 1391
6 Yazır, IV, 2324
7 Yazır, IV, 2327
8 Bkz. Kurtubi, VII, 200
9 Bursevi, III, 375
10 Ahzab, 72
11 Zemaşeri, III, 277; Beydâvî, II, 254; Ebussuud, VII, 118; Alûsî, XXII, 96 Kurtubi, XIV, 164; Yazır, VI, 3934-3935
12 Beydâvî, II, 254
13 Ebussuud, VII, 118
14 Alûsî, XXII, 96
15 Gazali, İhyau Ulumi’d – Din, Daru’l- Marife, Beyrut. ts. III, 14
16 Gazali, age. III, 15. Hadis, ehl-i tasavvuf mabeyninde meşhur olup, mü’minin kalbinin Allaha muhatap olmasını ifade eder. Hadis için bkz. Aclûnî, II, 195
17 Alûsî, XXII, 102
18 Bursevi, VII, 249-250
19 Nursî, Sözler, s. 502-504
20 Haşr, 21
21 Zemahşeri, IV, 87; Beydâvî, II, 483; Ebussuud, VIII, 233; Alûsî, XXVIII, 61; Yazır, VII, 4868
22 Yazır, VII, 4867
23 Şûra, 20
24 Râzî, XXVII, 162; Alûsî, XXV, 27; Ebussuud, VIII, 29
25 Sabunî, III, 147
26 Râzî, XXVII, 162
27 Beled, 11
28 İbn Manzur, I, 621; Alûsî, XXX, 137
29 Sabunî, III, 564. Alûsî ise, zor ameller için istiare olarak değerlendirir. XXX, 137
30 İsra, 64
31 Zemahşeri, II, 456; Ebussuud, V, 184
32 Yasin, 60
33 Haşr, 16
34 Beydâvî, II, 482
35 Bkz. Haşr, 11-12
36 Yazır, VII, 4862
37 Alûsî, XXVIII, 59
38 Teğabün, 15
39 Zemahşeri, II, 154; Beydâvî, I, 381; Alûsî, IX, 196
40 Râzî, XV, 152
41 İbn Manzur, XIII, 317; İsfehani, s. 623
42 Cürcani, S. Şerif, s. 165
43 Kehf, 29
44 İnsan, 3
45 Bakara, 213; Yunus, 9
46 İbn Kesir, I, 365
47 Yazır, II, 750-751
48 Bakara, 213
49 Bakara, 5
50 Râzî, II, 33; Beydâvî, I, 20; Ebussuud, I, 33; Alûsî, I, 124
51 Bakara, 138
52 Taberi, I, 792; Zemahşeri, I, 316; Beydâvî, I, 90; Kurtubi, II, 98; Yazır, I, 515
53 Yazır, I, 516
54 Yazır, I, 516
55 Râzî, IV, 86-87
56 İsfehani, s. 475
57 Kılıç, Kur’ân Sembolizmi, s. 122
58 Tahrim, 10
59 Kurtubi, XVIII, 131
60 İbn Kayyim, İ’lam, I, 144
61 Sağir, s. 346
62 Mümtehine, 3
63 Mü’minun, 101
64 Bkz. Hud, 45-47
65 Tahrim, 11
66 İbn Kayyim, İ’lam, I, 145
67 Tahrim, 12
68 İbn Kayyim, İ’lam, I, 145
69 İbn Kayyim, İ’lam, I, 145
70 İbn Kayyim, İ’lam, I, 145
