Aynı hakikat, çok farklı ifadelerle anlatılabilir.
Beyan, mananın farklı üsluplarla, çeşitli yollarla ifade edilmesidir. Bir terzi, elbiseyi farklı tarzlarda ve modellerde dikebildiği gibi, bir konuşmacı da aynı manayı çeşitli şekillerde anlatabilir. Mesela, “Ahmed’in uykusu var” ifadesi, “Ahmed’in gözünden uyku akıyor” şeklinde bir mecazla veya “Ahmed, herhâlde dün gece beşik sallamış” şeklinde bir kinayeyle anlatılabilir. Hepsi de Ahmed’in uykusu olduğunu gösterir.
Beşikteki yavrucuğun uyuduğunu anlatmak için “mışıl mışıl” tabiri kullanılır. Çünkü konunun rikkati öyle bir tabiri gerektirir. Onun yerine “horul horul” tabiri kullanılacak olsa, o kelimenin cezaleti, âdeta çocuğu uykudan uyandırır ve korkutur.1
Üslûp, ifade tarzı demektir. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi, her hatibin de bir konuşma tarzı vardır. Üslûbu teşekkül etmiş bir insan, nerede olursa olsun, ifadelerinden hemen tanınır. Bu manayı ifade için “Üslûb-u beyan, aynıyla insan” denilir. Yani insanın ifade tarzı, onun kişiliğini ve iç dünyasını yansıtır.
Bu meselede Tahiru’l- Mevlevi’nin şu ifadesi de zikre şayandır:
“Üslûbu teşekkül etmiş, belli bir kimlik kazanmış olanların imzaları, yazılarının altında değil, satırlarının arasında bulunur.”2
Necip Fazıl gibi bir edebiyatçının ifadelerine âşina birisi, onun bir şiirini okuduğunda, şiirin sonunda “Necip Fazıl” imzasını görmeden şiirin kime ait olduğunu bilebilir.
Üslûbun Teşekkülü
Her insanın şu umumi dünyadan hususî bir dünyası vardır. Ellerinde büyükçe birer ayna olan on kişi, bu aynaları bir saraya karşı tutsalar, her birinin aynasında o saray bir görüntü olarak görülür. Fakat bu görüntü, aynanın şekline ve rengine göre değişir. Kırık aynalarda saray parça parça görülür. Eğri aynalarda eğri büğrü… Keza kırmızı aynada görüntü kırmızı, yeşil aynada görüntü yeşildir. Sarayın net görüntüsü, ancak düz ve renksiz aynalarda gerçekleşir.
Onun gibi, her insanın mahiyet aynasında şu âlemin bir görüntüsü vardır. Neşeli bir insan, her şeyi güler ve neşeli görür. Ağlayan biri, âlemdeki her şeyi ağlıyor zanneder. İnsanın mahiyet aynası ise, o kimsenin meşguliyetine, dikkat ettiği şeylere, ilgi duyduğu sanatlara göre şekillenir.3
İşte, birisi konuştuğunda onun ifadelerinden iç âlemine uzanabilir, onun dünyasında neler olduğunu hissedebilir, elemlerinden ve emellerinden haberdar olabiliriz.
Mesela, “bu şehirde kaç tane rakibiniz var?” diye sorduğumuz bir esnaf, “rakiplerimiz yok, meslektaşlarımız var” cevabını verdiğinde, onun nezaketli iç âlemini hemen hissedebiliriz.
“Adam, oturuşuyla bir dik kenarlı üçgeni andırıyordu” diye konuşan bir kimsenin matematikle ilgilendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
İmtihanı kıl payı kaybeden bir delikanlının “direkten döndük” ifadesinden futbola düşkünlüğünü sezebiliriz.
Hasta annenin durumunu soran babaya, çocuğun “görüntü net, ama ses bozuk” diye cevap vermesinden, televizyon müptelası olduğunu anlayabiliriz.
Bir de şu şiire bakalım:
“Gül hazin, sümbül perişan, bağzarın şevki yok.
Dertnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok.
Başka bir hâleyle çağlar, cûybârın şevki yok.
Âh eder, inler nesîm-i bî-kararın şevki yok.
Geldi amma neyleyim, sensiz baharın şevki yok.”
(Gül mahzun, sümbül perişan, bahçenin neş’esi yok. Her zaman güzel nağmeler söyleyen bülbül çok dertli, eski coşkunluğu yok. Başka bir halle, başka bir duygu ile çağlayan ırmağın şevki yok. Ne yöne gideceğini bilmeyen, kararsız rüzgâr, âh edip inliyor. Gerçi bahar geldi ama, sen olmayınca o baharın şevki yok.)
Recaizâde Ekrem, bu hüzünlü ifadeleri Şevki isimli arkadaşının vefatı üzerine yazmıştır. Bu ifadelerden, şairin hüzünlü iç âlemini görmek mümkündür. Mesela, “Başka bir hâleyle çağlar, cûybârın şevki yok” derken, ırmakların dahi kederinden başka bir hâl ile çağladığını anlatmaktadır.
“Hâk-i pâyine yetem der ömürlerdir muttasıl,
Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su.”4
diyen Fuzulî ise, Peygamber aşkıyla ve hasretiyle tutuşan suların, Peygamberin ayağına yüz sürmek için çağladığını ifade eder. Her iki şair de suya bakmış ve kendi ruh hâllerine göre suyun akışından bir mana sezinlemişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’de, konumuza ışık tutan pek çok ayet vardır. Mesela, münafıklarla ilgili olarak Cenab- ı Hak, Hz. Peygamber’e şöyle bildirir:
“Dilesek biz onları sana gösterirdik de kendilerini simalarıyla tanırdın. Fakat sen onları sözlerinin edasından tanırsın.”5
Yani, münafık sözlerinde tutarsızdır. Konuşması esnasında, münafıklığına alâmet bazı şeyler kendini gösterecektir. “Müminin ferasetinden korkun. Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar”6 buyuran Hz. Peygamberin o engin ferasetinden, böyle kimselerin hâllerinin gizli kalması elbette mümkün değildir.
Hüdhüd, Hz. Süleyman’a hizmet eden bir kuştur. Görevi, ordu sefere çıktığında yerin neresinde su bulunduğunu haber vermektir. Yemen’deki Sebe isimli beldeye gidip döndükten sonra, Hz. Süleyman’a güneşe tapan bir kavme rastladığını söyler ve ardından şöyle der:
“Göklerde ve yerde gizlilikleri çıkaran, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz her şeyi bilen Allah’a secde etmiyorlar.”7
Allah’ın nice vasıfları varken, Hüdhüd’ün “göklerde ve yerde gizlilikleri çıkaran…” şeklinde Allah’ı tasvif etmesi Hüdhüd’ün kendi san’atının ifadesine yansımasıdır.8
Üslûp Mertebeleri
Üslûp, genelde üç mertebe olarak ele alınır:
1- Mücerret (sade) üslûp
2- Müzeyyen (süslü) üslûp
3- Âlî (yüce) üslûp.9
Mücerret üslûp, mananın sade ifadelerle anlatılmasıdır. Günlük konuşmalar, resmî yazışmalar, ders kitapları genelde bu üslûp çerçevesindedir.
Müzeyyen üslûp, manayı süslendirerek anlatmaktır. Şairlerin, hatiplerin ifadeleri ekseriya bu üslûpta olur.
Âlî üslûp ise, yüksek manaların muhteşem ifadelerle anlatılmasıdır. Kur’an’ın üslûbu, baştan sona âlî bir üslûptur. Belâğatın zirvesinde yer alan bazı zatların bazı kelâmları da bu üslûp çerçevesinde mütalâa edilebilir.
“Müslümanlıkta köle almak köle olmaktır”10 diyen Ahmet Cevdet Paşa’nın Mecelle’deki ifadeleri;
Cemil Meriç’in “Kamusa uzanan el, namusa uzanmıştır”11;
“Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi, belki açarlar, belki açmazlar”12 tarzındaki sözleri;
Selâhaddin Şimşek’in “Küçüklerin suçları, büyüklerin suçlarından başka nedir ki? Aynaya tüküren, yüzüne tükürmektedir.”13
“Canavarların hepsini taviz ana doğurmuştur. Yarın göz açtırmayacaklar, bugün göz yumduklarımızdır.”14 şeklindeki vecizeleri, süslü üslûp sınırını aşıp, âlî üslûp seviyesinden birer hitaptır.
Bu tür ifadeler, bir cümleyle bir sayfalık, hatta bazen bir kitaplık muhtevayı birden verebilir. Âlî üslûpla söylenmiş sözler gül yağına benzer. Bu tür sözlerin etkisi aylarca, hatta yıllarca sürer; bazen bir ömür boyu devam eder.
Âlî üslûpla söylenmiş sözlerin ezberlenmesinde yarar vardır. Hafızası böyle güzel sözlerle süslenmiş biri, zamanla bunlar gibi kaliteli sözler söyleyebilecektir.
İyi bir edip, bu üslûp mertebelerini yerli yerince kullanabilendir. Çünkü “her makamda söylenecek söz farklıdır.”15 Süslü konuşması gereken yerde sade, sade konuşması gereken yerde ise süslü konuşan kimse, belâğattan nasibini alamamıştır.
Şöyle bir olay anlatılır:
Eski medreselerimizden birinde, süslü konuşma hastalığına müptela bir hoca, öğrencilerine devamlı süslü konuşma telkini yapmaktadır. Bir gün ders esnasında iken, mangaldan çıkan bir kıvılcım hocanın kavuğuna gelir. Hoca, henüz durumun farkında değildir. Talebelerden biri, şu sözlerle durumu haber verir:
“Ey hoca-i dânâ, ey âlim-i bîmisal! Şol mangal- î pürnâriden tayeran eyleyen bir şu’le-i ateş-feşan, ol re’s-i mübarekiniz üzerindeki kavuk-u muhteşem üzerinde tavattun eylemiştir.” (Ey bilgin hoca, ey misilsiz âlim! Ateş dolu şu mangaldan uçuşan ateş saçan bir kıvılcım, mübarek başınız üzerindeki muhteşem kavuk üzerine yerleşmiştir.)
Durumu anlayan hoca, önceki prensiplerine muhalif olarak şöyle demekten kendini alamaz:
“Evladım, sözü ne uzatıyorsun? Desene: Hocam, kavuğun yanıyor!”
“Kelâmdan maksat, ifade-i meramdır” denilir. Bu hakikatten gafil nice kelâm veya kalem erbabı, bilmece gibi ifadeler kullanmayı hüner zannetmektedir. Hâlbuki asıl hüner, sözün anlaşılır olmasıdır.16
Bir Cuma namazı çıkışında, arkadaşım vaizle alakalı şöyle dedi: “Hoca derin adammış!”
“Nerden anladın?” diye sordum.
“Anlattıklarından bir şey anlamadım da, oradan anladım” diye cevap verdi.
Bunun üzerine şöyle dedim: “Derin hoca olmanın ölçüsü anlaşılmamak değildir. Herkes seviyeye inemez. Seviyeye inmek seviye ister!”
Cenab-ı Hak, o sonsuz azametiyle beraber, “tenezzülât-ı ilâhiye” tabir edilen insanların anlayacağı bir üslûpla insanlara seslenmiştir. Çocukla konuşan bir profesörün çocukça tabirler kullanması belâğatın ta kendisidir. Günümüzde bir kısım ehl-i ilmin, halkın seviyesine inebilen sade üsluplu çalışmalar yapamaması, ciddî bir noksanlıktır.
Bununla beraber, Peyami Safa’nın da dikkat çektiği gibi, sadelik basitlik demek değildir. Özlü ve girift bir fikri, anlaşılır bir şekilde ifade etmektir.17 “Yerine göre sadelik bir meziyet, yerine göre de kusurdur.”18
Fakat şu da unutulmamalıdır:
“Duru konuşup duru yazmak için dupduru bir hayat yaşamak lâzımdır.”19
1 Mevlevi, Edebiyat Luğatı, s.30.
2 Mevlevî, age. s. 178.
3 Bkz. Nursî, Muhakemat, s. 81-82
4 Kavaklı, Güldeste, s. 129
5 Muhammed, 30.
6 Aclûnî, Keşfu’l – Hafa, I, 41
7 Neml, 23-25
8 Nursî, Muhakemat, s. 82.
9 Nursî, Muhakemat, s. 98.
10 Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi, Diyanet Yay. Ank. VII, 466- 467.
11 Meriç, Bu Ülke, s. 77.
12 Age. s.198.
13 Şimşek, Özdeyişler, s. 13
14 Şimşek, age., s. 33
15 Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, II,146.
16 Bkz. Alan, Lisan ve İnsan, s. 27.
17 Safa, San’at- Edebiyat- Tenkit, s. 171
18 Safa, age. s. 173
19 Alan, age. s. 91.
