Gerçek, İngilizce’de “truth” ve “reality”, Arapça’da “hak” ve “hakikat” kelimeleriyle ifade edilir. “Vakıa mutabık hüküm”1 anlamında kullanılır. Yani, bir şey nefsü’l-emirde ve hakikat-ı halde ne ise onu şekilde bilmek ve ifade etmeye “gerçek” denir. Buna kısaca, “hükümde isabet” diyebiliriz. Mesela, “İki kere iki kaç eder?” sorusuna “dört” dediğimizde gerçeği söylemiş oluruz. Bunun dışında hangi rakamı söylesek, gerçeği yansıtmayacaktır.
Gerçek, sabit bir hakikati ifade eder. Alaaddin Başar’ın ifadesiyle, “gerçek değişmez, zaten değişene gerçek denmez.”2
Pek çok ağacın yaprakları sonbaharda sararıp solar, kışın da dökülür. Bir kısım ağaçlar ise, yaz kış yeşil kalır. Hakikatler, bu ikinci türdendir. Selahaddin Şimşek’in ifadesiyle:
“Hakikatler, yapraklarını hiçbir sonbaharın dökemediği asırlık ağaçlardır.”3
Gerçek, şahıslara göre farklılık göstermez, belli bir esasa dayanır. Yoksa herkes kendi bulduğuna ve kendi bildiğine “gerçek budur” hükmünü vermekte haklı sayılır. Bu sabit esas, “nefsü’l-emr” olarak ifade edilir.
İnsanın muhatap olduğu pek çok gerçek vardır. Bunlardan bir kısmı Cenab-ı Hakkın zat, sıfat, isim ve şuunatıyla alakalıdır. Bunlara “hakaik-ı İlahiyye: İlahî gerçekler” denir.
Bir kısmı ise, kâinatla ilgilidir. Bunlar için “hakaik-ı kevniye: kevnî gerçekler” tabiri kullanılır. Meselâ, “hayat nedir, ölüm nedir, insan nedir, zaman nedir …?” gibi soruların cevapları, kevnî gerçeklerden bazılarıdır. İşte, bütün bunları gerçekte nasılsa o şekilde bilmek, hedefi on ikiden vurmak gibidir. Kendi bildiğini gerçeğin ta kendisi zannetmek ise, vurduğu noktaya bir daire çizip üzerine on iki yazmaya benzer.4
Bir de sabit gerçeklerin şahıslar tarafından farklı algılanmaları vardır. Mesela, aynı su, yeni su içmiş birisiyle, susuzluktan ölme derecesine gelen bir kimse için farklı kıymetler taşır. Keza, yüz lira gibi bir para, zengin ve fakir için farklı şeyler ifade eder. Koyun, karıncaya göre büyük, file göre ise küçüktür. İşte bunlar gibi izafi gerçeklere ise “hakaik-ı nisbiye: nisbî gerçekler” adı verilir.
Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde zulümat ve nur (karanlıklar ve aydınlık) yan yana zikredilir. Zulümat çoğul, nur ise tekil olarak getirilir.5 Mesela:
“Allah, iman edenlerin velisidir. Onları zulumattan nura çıkarır.”6
“Her türlü hamd, gökleri ve yeri yaratan, zulümat ve nuru meydana getiren Allah’a mahsustur.”7
Hamdi Yazır, bu incelikle ilgili olarak şu yorumu yapar:
“Her şeyde ancak bir hak vecih vardır… Buna mukabil her şeyde batıl vecihler sonsuzdur. Meselâ bir şeyi kaybettiniz. O, bir yerdedir ve ancak ordadır. Ve o anda bunda hak vecih budur. Fakat siz bir kere onu bilmiyor ve hele o yeri bildiğiniz halde ‘o orda yoktur’ diye inanmış bulunuyorsanız, oradan başka hangi taraf aklınıza gelse batıl vecihtir, bulamazsınız. Bu bir şeye karşı, cihanın her tarafı batıl kesilir… Binaenaleyh, zulümat çok, nur birdir…”8
Fahreddin Razi, zulümatı “nurun olmayışı” şeklinde değerlendirir ve ilgili âyetlerden yola çıkarak şu hükme varır: “Hak birdir, batıl çoktur.”9
Kavramların anlaşılmasında, bunların mukabilini bilmek önemli bir kolaylık sağlar. Hakkın mukabili ise batıldır.10
Hak ile batılın devam edegelen bir mücadelesi vardır. Bu mücadelede, zaman zaman batıl hakka galip görünür. Fakat bu galebe, “Hak geldi, batıl kayboldu. Zaten batıl kaybolmaya mahkûmdur”11 ayetinin belirttiği gibi, geçicidir. Ayetin izahında Seyyid Kutub şöyle der:
“Başlangıçta batılın bir savleti ve devleti olabilir. Ancak batıl, şişer, şişer ve dağılır… Saman alevi gibidir, bir anda parlar. Fakat ardından hemen söner, kül haline gelir. Hak ise, etrafı küllenmiş köz gibidir.” 12
